29 Kasım 2010 Pazartesi

"CHP, Tek Parti, İsmet Paşa Camileri Kapattı" Yalanına Cevap


Tek Parti Camileri Kapattı Yalanının Kökleri
Türkiye’de “cumhuriyet düşmanı” kesimin “şehir efsanesi” haline gelmiş “yalanlarından” biri, CHP’nin tek parti olduğu dönemde camilerin, “depo”, “ahır”, “lokal”, “hatta” tuvalet yapıldığı yalanıdır. Öteden beri bu iğrenç yalana sarılmış olan “Atatürk ve cumhuriyet düşmanı” bu “din istismarcıları”, aslında “Atatürk camileri kapattı” demek isterken, buna cesaret edemedikleri için dolaylı yoldan “CHP, Tek Parti veya İsmet Paşa camileri kapattı” demişlerdir.

“CHP, Tek Parti, İsmet Paşa camileri kapattı” yalanına 1966 yılında bizzat İsmet Paşa, “Benim dönemimde camiler kapatılmamıştır” diye cevap vermiştir. Ama “cumhuriyet tarihi yalancıları”, yine bıkıp usanmadan bu yalanı sürdürmüşlerdir. Hatta “şeriatçılığıyla” ve “kışkırtıcılığıyla” ünlü “dinci yazar” Mehmet Şevket Eygi, 1966 yılında Yeni İstiklal Gazetesi'nde vatandaşlara bir çağrıda bulunarak, ‘’CHP döneminde yıkılan, satılan, kiraya verilen, depo ve müze yapılan camiler hakkında resim, yazı ve bilgi’’ göndermelerini istemiştir. Gelen yazı ve resimlerin bir kısmı Yeni İstiklal Gazetesi'nde yayınlanmıştır. Bu resimleri kimlerin nasıl çekip gönderdiği ise sır olarak kalmıştır. Mehmet Şevket Eygi, bu konuyu 2003 yılında "Yakın Tarihimizde Câmi Kıyımı" adıyla kitaplaştırmıştır. Kitabın başlığının altında ise "Kapatılan, satılan, yıkılan, kiraya verilen, depo yapılan, CHP ocağı, saz ve içki evi, spor kulübü lokali haline getirilen, müzeye dönüştürülen binlerce mâbedin hazin hikayesi" şeklinde bir ibare vardır. Yani, “CHP, Tek Parti döneminde camiler kapatıldı, depo ve hatta tuvalet yapıldı” iddiasını ileri sürenlerin “en büyük kanıtı”, şeriatçılığı tescilli bir “Atatürk ve cumhuriyet düşmanı” olan Mehmet Şevki Eygi’nin yazdıkları ve söyledikleridir.

Bu temelsiz iddia, son zamanlarda, cumhuriyeti ve değerlerini içselleştirememiş, bazı akademisyenlerce de dillendirilmeye başlanmıştır. Örneğin, Bugün gazetesinde yazan ve Habertürk tv’de “Tarihin Arka Odası Programı”nda konuşan Doç. Dr. Erhan Afyoncu, 9 Mayıs 2010’da Bugün gazetesinde yazdığı bir yazıda bu iddianın “doğru” olduğunu belirtmiştir.

AKP’nin Akıl Hocası Mehmet Şevket Eygi mi?

Son dönemde, “CHP camileri kapattı” iddiasını en çok istismar eden AKP’dir. Kurulduğu günden bugüne AKP yetkilileri, her fırsatta bu iddiayı gündeme taşımaktadır. “CHP, Tek Parti ve İsmet Paşa camileri kapattı, depo, ahır vs yaptı” diye “sızlanan” AKP’li yetkililerin din sömürüsüyle “oy peşinde” koştukları açık bir gerçektir. Örneğin, AKP Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, son referandum konuşmalarında, “Biz bunların tarihini, cemaziyelevvellerini iyi biliriz. Bunların Anadolu topraklarında camileri nasıl ahır haline getirdiklerini iyi biliriz…” demiştir.

Son olarak da 24 Kasım 2010 tarihinde AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, ‘’Camiler konusunda sabıkası vardır, hem de az buz değil dosyalar dolusu sabıkası vardır. Tek parti döneminde bir yığın cami kapatılmıştır, bir yığını satılmıştır, bir yığını yıkılmıştır, kiraya verilmiştir, depo yapılmıştır, ahır yapılmıştır, kışla yapılmıştır, hapishane olarak kullanılmıştır, sazlı, sözlü, içkili eğlence mekanı haline getirilmiştir’’ demiştir.

“CHP, Tek Parti, İsmet Paşa camileri kapattı” iddiasını diline dolayan Başbakan ve Yardımcısı’nın, Mehmet Şevket Eygi’den fazlaca etkilendikleri anlaşılmaktadır.

Peki ama işin aslı nedir?

Cami Fetişizmi: “Amaç İbadet mi Yoksa Gösteriş mi?”

Öncelikle, İslam dinine göre “İnsana şah damarından bile yakın olan ALLAH her yerdedir.” Dolayısıyla ibadet etmek için ille de sınırları belirlenmiş ve dört duvarla çevrilmiş bir mekana ihtiyaç yoktur… İslama göre, “darül harp” olmayan ve temiz olan her yer bir ibadethanedir. Bu mantık gereği olsa gerek, Hz. Muhammed, İslamiyeti yaymaya başladığı ilk dönemlerde dört duvarla çevrilmiş bir ibadethane olmadan Müslümanları ibadete çağırmış ve ibadet ettirmiştir. Daha sonra da “görkemli olmayan” ibadethaneler diye tanımlanabilecek olan “Mescitler” inşa ettirmiştir. Hatta bunların inşaatında bizzat yer almıştır. İslamda “cami fetişizmi” Emeviler döneminde başlamıştır. Dini siyasete alet eden Emeviler, ibadetleri “şov aracı” haline getirirken büyük boyutlu ve çok sayıda cami yaparak, bir anlamda “dindarlık eşittir görkemli ve çok sayıda cami” formolüne sarılmışlardır. Emevilerden sonra devam eden bu gelenek bugüne kadar gelmiştir.

Cumhuriyetin Cami Politikası

1927 yılında tüm Türkiye’de, okulların iki katı, “14.425 okula karşılık, 28.705 cami” vardır.[1]

Bu nedenle, 17 Nisan 1927 tarihli 1011 Sayılı Bütçe Kanunu’nun 14.Maddesine göre, Türkiye’ye gerçekten ne kadar cami ve ne kadar din görevlisi gerektiğinin 31 Mayıs 1928 tarihine kadar belirlenmesi istenmiştir.[2] Bu konudaki nizamname, 5 Ocak 1928’de kabul edilmiştir.[3] Daha sonra bu nizamname biraz daha genişletilerek 25 Aralık 1932 tarihinde “Cami ve mescitlerin sınıflandırılması hakkındaki nizamname” adıyla yürürlüğe girmiştir. Bu çerçevede Türkiye genelinde “ihtiyaç fazlası” olduğuna karar verilen camiler belirlenmiştir.[4]

İhtiyaç fazlası camilerin belirlendiği 1928’de Türkiye’nin 14 milyon nüfuslu bir ülke olduğu dikkate alınacak olursa, 28.705 caminin ihtiyaca göre çok fazla olduğu kolayca anlaşılacaktır. Son dönemlerde girilen savaşlardaki aşırı can kaybından sonra Türkiye’de ihtiyaç fazlası camilerin olması çok doğaldır. Yeni kurulan cumhuriyet, her şeyi planladığı gibi Türkiye’nin ihtiyacına göre cami planlaması da yapmış ve ihtiyaç fazlası camileri belirleyerek tasnif etmiştir. Üstelik bu iş için neredeyse bir yıllık bir zaman ayrılmış, gayet titiz bir çalışma sonunda ihtiyaç fazlası camiler belirlenmiştir. Yanmış yakılmış, asırlarca ihmal edilmiş, yokluk ve yoksulluk içinde kıvranan, sıfırdan imar edilen ve kalkındırılmaya çalışılan, genç cumhuriyeti kuranlar; “aşırıya”, “lükse”, “gösterişe” değil, Türkiye’nin gerçek ihtiyaçlarına önem vermiştir. Bu çerçevede “ihtiyaç fazlası camiler” belirlendikten sonra “dönüştürülerek” başka amaçlar için de kullanılmıştır. En basit bir inşaatın bile belirli bir maddi kaynak demek olduğu düşünülecek olursa, adeta sıfırdan imar edilen yeni Türkiye için, tasnif dışı camileri “atıl durumda” bekletme lüksü yoktur; bu nedenle- tekrar ediyorum- tasnif dışı camiler dönüştürülerek farklı amaçlar için kullanılmıştır; ama asla, hiçbir cami, ahır, eğlence merkezi veya tuvalet yapılmamıştır. Bu konudaki örnekler, dünyanın her yerinde olabilecek marjinal örneklerdir.

Emevilerden beri devam eden “cami fetişizminin” etkisiyle olsa gerek, genç cumhuriyetin bu çok normal kararı, çok geçmeden “CHP camileri kapattı, depo yaptı, ahır yaptı” biçiminde bir “iğrenç” propagandaya dönüşmüştür. Cumhuriyeti kuran iradeyi “din düşmanı” göstermeye yönelik bu maksatlı propaganda, zaman içinde çok kişiyi etkilemiştir.

14.425 okula karşılık, 28.705 caminin olduğu bir ülkede, normal insanların, ihtiyaç fazlası camilerle değil, camilerin yarısından bile az sayıdaki okullarla ilgilenmesi gerekirken, Köy Enstitüleri’nin kapatılmasına tepki gösterilmesi gerekirken, biz de tam seri bir durum yaşanmıştır.

Atatürk’ün ve Genç Cumhuriyetin Camiye Verdiği Önem

Genç cumhuriyet, asla “cami düşmanlığı”, yapmamıştır. Tam tersine Atatürk döneminde genç cumhuriyet, gerektiğinde cami inşa ettirmiş, camilerin bakım ve tamirini yaptırmış, hatta kullanılmayan bazı kiliseleri camiye dönüştürmüştür.

Örneğin:

- 7 Aralık 1925 tarihli bir kanuna göre, Niğde’nin Pertek Köyü’ndeki bir kilisenin camiye çevrilmesine karar verilmiştir.

- 18 Mart 1933 tarihli bir kanuna göre de Edirne’deki Selimiye Camii’nin sıva tamirinin yapılması kararlaştırılmıştır.[5]

- Atatürk’ün çizdiği, “İdeal Cumhuriyet Köyü’nün” tam merkezinde bir de camiye yer verilmiştir. Atatürk, çizdiği projede 22 numarayla gösterdiği camiyi, köy hamamı ve etüv makinesinin hemen yanına yerleştirmiştir.[6]

- Atatürk, çıkan büyük bir kasırgada hasar gören Edirne Selimiye Camii’nin onarılması için ödenek göndermiştir.[7]

- Atatürk, 1930 yılında, Erzurum’un Mihalisck Köyü’ne cami yapımı için beş bin lira göndermiştir.[8]

- Atatürk, sadece Türkiye’deki değil yurt dışındaki camilerle de ilgilenmiştir. 1919’da başlanıp 1926’da tamamlanan Paris Camii’ne yardım yapanlar arasında Atatürk de vardır.
Paris Camii’nde büyük emekleri olan Bencheikh El Hocine Abbas “Mustafa Kemal Atatürk’ün de Paris Camii’nde izleri bulunduğunu” ifade etmiştir. Şeyh Hamza Ebubekir’in, Bencheikh El Hocine Abbas’a anlattıklarına göre: Mustafa Kemal Atatürk, Abdülhamid’in ölümünden sonra 1938 yılına kadar her yıl Paris Camii’ne “bizim de çorbada tuzumuz bulunsun” diye, birkaç bin frank para göndermiştir. Atatürk’ün ölümünden sonra bu yardım kesilmiştir.

Atatürk Edirne Selimiye Camii’nde

1923’te Balıkesir Paşa Camii’nde Cuma namazı kılan ve hutbe veren Atatürk, özellikle Kurtuluş Savaşı yıllarında Cuma namazlarını, Anadolu’nun değişik şehirlerindeki (Havza, Amasya, Ankara, Balıkesir gibi) değişik camilerde kılmıştır. Atatürk, cumhuriyetin ilanından sonra da yurt gezilerinde özellikle tarihi camileri ziyaret etmeye büyük özen göstermiştir.

Atatürk, Edirne ziyaretinde Edirne Selimiye Camii’ne gitmiştir.

Caminin giriş kapısının üstündeki kitabeyi inceleyen Atatürk, orada yazılı olan AYETİ okumuş ve caminin imamı Fereli Ahmet Efendi’ye bu ayetin anlamını sormuştur. Daha sonra da camiye girerek incelemelerde bulunmuş ve bazı açıklamalar yapmıştır:

Atatürk, caminin içinde minberle avize arasında durmuş ve, “Beyler, hiçbir dine bağlı olmayan kalp istirahattan mahrumdur” diye söze başladıktan sonra şunları söylemiştir:

“Bakınız, ecdadımız İstanbul’un fethinden tam 125 sene sonra bu şaheser camiyi İstanbul’da değil de Edirne’de yapmış, böylece Edirne’ye mührünü basmış, tapulamıştır. Dahi Mimar Sinan sanat ve din aşkıyla bu eseri bina etmiştir.”

Daha sonra avizenin üzerinde yarım kubbede yer alan Arapça yazıyı okuyan Atatürk, Müftü’ye dönerek “Hocam, bu ayet Tövbe Suresi’nin 18. Ayeti değil mi?” diye sormuş, Müftü, “Evet Paşa Hazretleri” cevabını vermiştir. Atatürk, tekrar Müftü’ye dönerek, “Bana bu ayetin manasını söyleyebilir misiniz?” diye sormuştur. Müftü de, “Bildiğim kadarıyla bu ayette ‘Allah’ın, mescitlerini, camilerini yapan ve imar edenler Allah’a ve ahiret gününe iman edip, namazlarını kılan, zekatlarını veren ve ancak Allah’tan korkanlardır. Onlar doğru yoldadır’ demektedir.” demiştir.[9]

Atatürk’ün Cami Araştırmaları

Atatürk, ayrıca belki de Türk siyasetçileri arasında ilk ve tek “cami araştırması” yapan liderdir. İslam tarihinde ilk camilerin nasıl ortaya çıktığını merak eden Atatürk, Leon Caetani’nin “İslam Tarihi” adlı eserinin 3. cildinde “Caminin Kökeni”, “Medine’de Caminin Kurulması” başlıkları altındaki satırlarla ilgilenmiş, önemli buluğdu satırların altınız çizmiş ve sayfa kenarlarına bazı notlar almıştır.[10]

İnönü'nün Gizli Dünyası
Atatürk’ün, İsmet İnönü’nün veya tek partinin “Cami düşmanı” olduğu kocaman bir cumhuriyet tarihi yalanıdır.

Bazı kendini bilmezlerce “Cami kapatan”, “din düşmanı” diye belletilen İsmet İnönü, mitinglerinde, “din istismarı olur” diye “Allah” sözünü ağzına almaktan çekinen, buna karşın geceleri gizlice namaz kılan gerçek ve samimi bir Müslüman’dır. Atatürk’ün ölünceye kadar yanından ayrılmamış Fevzi Paşa ise beş vakit namazını kılan, dinini gösterişten uzak biçimde yaşayan gerçek ve samimi başka bir Müslüman’dır… Atatürk’ün en yakın dostlarından biri Ankara Müftüsü Rıfat Börekçi’dir.

Atatürk’e ve cumhuriyeti kuran kuşağa, “din düşmanı” demek her şeyden önce “günahtır”.

Bugün Camiler Açıksa ve Ezan Sesleri Hala Yankılanıyorsa…Her şeyden önemlisi, “Cami düşmanı” olmakla suçlanan Atatürk ve İsmet İnönü gibi silah arkadaşları olmasaydı, bu vatanseverlerin “kelle koltukta” verdikleri o “kutsal mücadele” olmasaydı, 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkan çoluk çocuk demeden korkunç bir katliama başlayan Yunanlılar, camileri yakıp yıkacak, ezanları susturacak ve işte o zaman camiler; ahır, tuvalet, eğlence merkezi yapılacak, hatta Ayasofya’ya çan takılacaktı. Nitekim İzmir’in işgal edildiği günlerde, Yunanlılar camilere saldırmış, camileri yakıp, minareleri yıkmış, Yunanlılardan cesaret alan Rumlar da camilerdeki halı ve kilimleri çalmışlardır. Örneğin, o günlerdeki bir gazete haberine göre, “Şehrin camilerinin de Rumlar tarafından basıldığı ve birçok kıymetli halı ve kilimin kaçırıldığı da tespit edilmiştir. Bu arada Hisar ve Bölükbaşı camilerinde bir tek halı ve kilimin kalmadığı görülmüştür.”

Bugün bu ülkenin camileri açıksa ve bugün bu ülkenin semalarından hala ezan sesleri yükseliyorsa bunu “cami düşmanı” ilan ederek saldırdığınız o Atatürk’e, o İsmet İnönü’ye, o cumhuriyeti kuran iradeye borçlusunuz…

Siz ne kadar nankörsünüz!... Allah size akıl fikir, gönül açıklığı versin!...

SİNAN MEYDAN
Kaynaklar:

[1] Gotthard Jaeschke, Yeni Türkiye’de İslamcılık, Ankara, 1972, s.65,66.
[2] Sinan Meydan, Atatürk İle Allah Arasında, İstanbul, 2009, s. 655.
[3] Jaeschke, age, s.64, 65.
[4] Vakit, 30 Kanunu Evvel 1928.
[5] Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nden nakleden Meydan, age, s.656.
[6] A. Afet İnan, Devletçilik İlkesi, (İlk baskı 1937) Ankara, 1972, ek 7.
[7] Abdurrahman Kasapoğlu, Atatürk’ün Kur’an Kültürü, İstanbul, 2006, s.390.
[8] Ali Metin Çavuş’tan nakleden Yurdakul Yurdakul, Atatürk’ten Hiç Yayınlanmamış Anılar, İstanbul, 2005, s.156.
[9] Kasapoğlu, age, s.390, Meydan, age, s.656,657.
[10] Ayrıntılar için bkz. Meydan, age, s.657 vd.

28 Kasım 2010 Pazar

Türk Piramitleri

Piramitler

Piramitler sırlarını halen korumaya devam eden devasa yapılardır. İnsanlarda hayranlık uyandıran, büyük bir gücün sembolleridirler adeta. O kadar büyük ve mükemmel inşa edilmişlerdir ki, insanoğlu bu yapıların o kadar eski bir zamanda insan eliyle bu kadar mükemmel olarak inşa edilemeyeceğini bile düşünmektedir. Bu nedenle de onları, kimileri uzaydan gelen varlıkların yaptıklarını, kimileri de Tanrısal bilgiye sahip, insanlar arasında yaşamış ama Tanrısal özellikleri olan insanlar tarafından yapıldığını iddia etmişlerdir.

İşte Mısır piramitleri hakkında söylenen, ancak ne derecede doğru oldukları konusunda bir kesinlik bulunmayan, gizemlerden bazıları:

- Her biri 20 ton olan taşlardan inşa edilmiştir ve bu taşları temin edilebilecek en yakın mesafe yüzlerce kilometre uzaklıktadır. Bu taşların nasıl getirildiği konusunda kesin olmayan farklı varsayımlar bulunmaktadır.

- Piramit, kimin adına yapıldıysa, onun bulunduğu odaya, yılda sadece 2 kez güneş girmektedir. (doğduğu ve tahta çıktığı günler)

- Mumyalarda radyoaktif madde bulunduğundan mumyaları ilk bulan 12 bilim adamı kanserden ölmüştür.

- Piramitlerin içerisinde ultra sound, radar, sonar gibi cihazlar çalışmamaktadır.

- Kirletilmiş suyu, birkaç gün Piramit'in içine bırakırsanız; suyu arıtılmış olarak bulursunuz.

- Piramit'in içerisinde süt, birkaç gün süreyle taze kalır ve sonunda bozulmadan yoğurt haline gelir.

- Bitkiler Piramit'in içinde daha hızlı büyürler.

- Piramit'in içine bırakılmış su, 5 hafta süreyle bekletildikten sonra yüz losyonu olarak kullanılabilir.

- Çöp bidonu içindeki yemek artıkları, hiç koku vermeden Piramit içinde mumyalaşır.

- Kesik, yanık, sıyrık gibi yaralar büyükçe bir Piramit'in içinde daha çabuk iyileşme eğilimi gösterir.

- Piramitlerin bazı odalarının içinde ne olduğu hakkında bir bilgi yoktur; araştırmacıların çoğu, ya içinde kayboldular ya da aynı yerde birkaç tur attılar, fakat içlerini göremediler.

- Piramitlerin içi yazın soğuk kışın sıcak olur

- Büyük Piramitin açıları, Nil 'in delta yöresini iki eşit parçaya bölerler.

- Gize'deki üç piramit aralarında bir Pisagor üçgeni olacak şekilde düzenlenmişlerdir. Bu üçgenin kenarlarının birbirlerine göre oranı 3:4:5'dir.

- Büyük Piramitin tabanının yüzeyi, anıtın yarısının iki katına bölündüğünde pi=3,14 sayısı elde edilir.

- Büyük Piramitin dört yüzeyinin toplam yüzölçümü, piramit yüksekliğinin karesine eşittir.

- Büyük Piramit, dünyanın kara kitlesinin merkezinde yer alır.

- Büyük Piramit, dört ana yöne göre düzenlenerek inşa edilmiştir.

- Piramit dev bir güneş saatidir. Ekim ortasıyla Mart başı arasında düşürdüğü gölgeler mevsimleri ve yılın uzunluğunu gösterirler. Piramiti çeviren taş levhaların uzunluğu bir günün gölge uzunluğuna eşittir. Bu gölgelerin taş levhalar üstünde gözlenmesiyle günün 0,2419 bölümünde yılın uzunluğu yanlışsız olarak saptanabiliyordu.

- Büyük Piramit 'le dünyanın merkezi arasındaki uzaklık,Kuzey kutbuyla arasındaki uzaklığa eşittir ve kuzey kutbuyla dünyanın merkezi arasındaki uzaklığa eşittir.

- Piramitin yüksekliğiyle, çevresi arasındaki oran, bir dairenin yarı çapıyla çevresi arasındaki oranın dengidir.Dört kenarlar dünyanın en büyük ve çarpıcı üçgenleridir.

- Gize'den geçen boylam, dünyanın denizleriyle anakaralarını iki eşit parçaya böler. Bu boylam ayrıca, kara üstünden geçen en uzun kuzey-güney yönlü boylam olup, bütün yer kürenin uzunluğuna ölçümünde doğal sıfır noktasını oluşturur.

- Büyük piramitin tepesi Kuzey kutbunu, çevresi ekvatorun uzunluğunu temsil eder. Ve iki uzunluk aynı mikyasa uygunluk gösterir.


Dünya üzerindeki belli başlı piramitler:


Şu ana kadar hiçbir piramidin bütün bilgileri deşifre edilebilmiş değildir.Yapılan araştırmalar her gün yeni bir özelliklerini ortaya çıkarmaktadır. Bu arada, bazı art niyetli kişi yada gruplar ise, piramitlerin muhteşemliğini kendi özel düşüncelerinin ürünü gibi yansıtmaya çalışarak, durdukları yerde rant sağlama peşindedirler.

Bizim inancımıza göre ise, eğer yeryüzünde üst üste konmuş iki taş varsa, bunu mutlaka insanlar yapmıştır. Çünkü insanoğlu Tanrının kendisine verdiği akıl nimetiyle hayal edebildiği her şeyi bir gün gerçekleştirebilmektedir. Konuya bu açıdan baktığımızda, yani; piramitlerin insanlar tarafından yapıldığını kabul ettiğimizde, bu devasa yapıların tarihi sürecini izlemeli, her aşamasını incelemeliyiz. Ancak bunu yaptığımızda gerçekçi sonuçlara ulaşabiliriz. Bunu yapabilmek için de dünya üzerinde yer alan piramitlerin tarih sırasına göre sıralanması, bir piramitler kronolojisi yapılması gerekir. Bunun içinse piramitlerin yapım tarihlerinin bilinmesi gerekir. Buna göre, yeryüzündeki piramitleri şöyle sıralayabiliriz:

-Mısır piramitleri

-Sümer Piramitleri (Zigguratlar)

-Orta Amerika’da yer alan Maya, İnka, Aztek piramitleri

-Orta Asya’da yer alan Türk piramitleri

Hiç kuşkusuz bunların dışında da dünyanın çeşitli yerlerinde küçük ölçekli bazı piramitlere rastlanmaktadır.Ancak, topluca bir bölgede yer alan ve belli bir kültürün ürünü oldukları anlaşılan piramitler yukarıda saydıklarımızdır.

Yukarıda sıraladığımız piramitlerin yapım zamanları hakkındaki ortalama tarihler ise şöyledir:

-Mısır piramitleri :M.Ö. 3000

-Sümer piramitleri:M.Ö. 4.500

-Maya piramitleri :M.Ö. 4.500

-Türk piramitleri :M.Ö. 4.500 (Bize göre bu tarih en az M.Ö.10.000)


Bu tarihlerden Mısır ve Sümer piramitleri ile Maya piramitleri hakkında verilen tarihler, yapılan araştırmalar ve elde edilen bilgiler doğrultusunda verilmiştir. Ancak, Türk piramitleri hakkında verilen tarih tamamen hayalidir. Çünkü Türk piramitleri şu anda sadece uzaktan çekilmiş resimleri ile gündemdedirler. Bırakın üzerlerinde detaylı bir araştırma yapmayı, yakınına sokulmak bile yasaklanmıştır.(Eğer söylenenler doğruysa! Bu konuda Çin Halk Cumhuriyeti Elçiliğinin veya doğrudan Çin hükümetinin bilgilendirmelerine açığız.) Dolaysıyla da bu piramitler hakkında tarih belirtmek için çok erkendir.

Eğer bu piramitlere bir tarih belirleme konusunda araştırma yapacak isek bu araştırmanın temeli Hunlar , Hiong Nu’lar vs. değildir. Bu araştırmanın temeli Bütün Asya kıtasını kapsayan Büyük Uygur Türk İmparatorluğu dönemidir. Bu imparatorlukla ilgili tarihlendirmeyi ise Çinliler kendileri yapmışlardır. “Çin efsaneleri Uygurlar’ın 17.000 yıl önce medeniyetlerinin zirvesinde olduklarını anlatır. Bu tarih jeolojik fenomenlere de uygunluk göstermektedir.”[1]

Bilindiği üzere, Mu kıtasını batıran büyük depremler ve tufan sırasında Büyük Uygur İmparatorluğunun doğu kesimi de büyük ölçüde tahrip olmuştur. Bugün Gobi çölünde en az 15 metrelik kum tabakasının altından çıkarılan eserler gerçektende tek kelime ile muhteşem olarak ifade edilebilmektedir. Bu eserler üzerindeki resimler ve yazılar ise Mu Uygur ilişkisini açıkça gözler önüne sermektedir. Uygur Türk İmparatorluğu kültür sahası çok büyük bir medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Bugünkü Çin’in tamamına yakını da bu Türk kültür sahası içinde yer almaktadır.

Bu durumu dikkate aldığımızda, Xi’an kenti yakınlarında bulunan 100 kadar piramitin de kimler tarafından ve hangi tarihlerde yapılmış olduğu hakkında bir kanaate ulaşabiliriz. Kanımızca bu piramitler Büyük Uygur Türk İmparatorluğu zamanında yapılmış piramitlerdir. Yıpranmışlıkları da dikkate alınırsa, yapım tarihleri M.Ö. 4000-5000değil, ancak M.Ö.5000 ila 15.000 tarihleri arasında bir tarihle tarihlendirilebilir. Çünkü o dönemler Büyük Uygur Türk imparatorluğunun medeniyetinin zirvesinde olduğu dönemlerdir.

Gerçek sonuçlara ulaşmak ise ancak, bu piramitlerin uluslar arası bilim kurumlarının ve gerçek bilim adamlarının incelenmesine açılmasıyla mümkündür. Biz Çin’in, bu piramitlerde kendi çapında araştırmalar yaptığını ve bu eserlerin kendi kültürüne ait olmadığını görünce bu yasaklamayı getirdiğini düşünüyoruz.

Bu arada, Çin tarihini inceleyenler, bugün Çin sınırları içinde yaşayan halkların hangi kökenden geldiğini ve hangi ortak kültürün içinde yoğrulduklarını da incelemelidirler. Çin’de kurulan medeniyetlerin ne kadarının bugünkü Çine ait olabileceği o zaman daha iyi anlaşılır düşüncesindeyiz.

Orta Asya’daki Türk Piramitleri

Orta Asya’da, Çin’in Xi’an kenti yakınlarındaki, Büyük Uygur Türk İmparatorluğundan kalma Türk Piramitlerini anlatmaya geçmeden önce, tarihte ve bugün piramit kültürüne kısaca bir göz atmak istiyoruz.

Piramitle denince aklımıza ilk önce Mısır Piramitleri gelmektedir.Bunun nedeni de bütün dünyadaki basın yayın kuruluşlarının Mısır piramitlerine ilgi göstermesindendir. Modern(!) dünyanın Mısır piramitleri ilgilenmesinin altında da bu piramitlerden çıkan göz kamaştırıcı hazineler yatmaktadır. Bu piramitlerin özelliklerini sıralayarak, bugünün teknolojisi ile yapılmalarının çok zor olduğunu söyleyerek, insanları, bu yapıları insan üstü güçlerin yaptıklarını düşünmeye zorlamaktadırlar. Bunların birer örneğini bile yapma kudretinde olamadıkları için, onları incelemeyi, araştırmayı bir iş kolu haline getirmişlerdir. Bu araştırmalarda da ne kadar başarılı oldukları tartışılır. Çünkü, bulgular ve buluntular gerçeği anlatsa da, insanlar bu eserlerle ilgili olarak gerçekleri anlatmak yerine canlarının istediğini anlatmayı tercih etmektedirler. Bu durum Mısır Piramitleri için de böyledir, Sümer Piramitleri (zigguratları) için de böyledir, Maya piramitleri için de böyledir, Orta Asya Türk piramitleri için de böyledir.
Türk piramitlerinin yerini gösteren harita.[2]


Türk Piramitleri üstteki haritada kırmızı daire içine alınarak işaretlenmiş olan Xi’an kenti civarında yer almaktadır. Aşağıdaki Uygur Türk İmparatorluğu haritasına bakıldığında, Xi’an bölgesinin, Uygur Türk imparatorluğunun tam ortasında yer aldığı anlaşılmaktadır.

Çin in Xi’an şehrinin 100 km. güneybatısında yer alan ve “Beyaz Piramit” olarak anılan 300 metre yüksekliğindeki bu dünyanın en büyük piramidinin ilk fotoğrafı, İkinci Dünya Harbinde 1945’de çekilmiştir. Fotoğrafı çekilen ve Beyaz Piramit olarak adlandırılan bu piramit, daha sonra 1994 yılında Hartwig Hausdorf adında bir alman araştırmacının, Shensi eyaletindeki yasak bölgeyi ziyaret etmesiyle tekrar gündeme gelmiştir. Bu piramidin ilk fotoğrafı da 1957 yılında Amerikan Life dergisi tarafından yayınlanmış. Bizim bu belgeye ulaşma şansımız olmadı. Ama artık Life dergisinin şahitliğine de kimsenin ihtiyacı kalmadı. Çünkü 1994’ten sonra pek çok yerde pek çok kez hem Beyaz Piramit’in, hem de diğer piramitlerin fotoğrafları yayınlandı. [3]

Beyaz piramit olarak anılan Türk Piramidinin uçaktan çekilmiş fotoğrafı. Bu piramit300metre yüksekliği ile dünyanın en büyük piramidi konumunda.

Yukarıda, 1994 yılında Hartwig Hausdorf adında bir alman araştırmacının, Shensi eyaletindeki yasak bölgeyi ziyaret etmesiyle demiştik. Ancak bu ziyaret hiç de öyle bilimsel bir ziyaret gibi olmamış anlaşılan. Çünkü Hausdorf’un çektiği piramit fotoğrafları, piramitlerin epeyce uzağından çekilebilmiş. Bunu fotoğraflardan anlayabiliyoruz. Çok fazla detaylara yer verilmemiş. Çin devletinin bu bölgeyi yasak bölge ilan ettiğini buradan da anlamak mümkün.

Aşağıdaki fotoğrafta da görüldüğü gibi, Çin yetkilileri, bu uygarlık belgelerini dünyanın gözünden gizleyebilmek için, üzerlerine sürekli yeşil kalan ağaçlar dikmişlerdir. Böylece yıllar sonra bu piramitler, üzeri ormanla kaplı tepeciklere dönüşeceklerdir.Böylece, Çinlilere ait olmadığı kesin olan bu uygarlık şaheserleri belki bir yüz yıl daha insanlığın bilgisinden uzak tutulacaktır. Eğer böyle olmasaydı, yani, bu piramitler Çinlilere ait olsaydı, Çin turist çekebilmek için, kendi uygarlığının eskiliğini dünyaya anlatabilmek için, bırakın üzerlerine ağaç dikmeyi, her piramidin her taşını tek tek parlatırdı.
Bir piramit üzerindeki ağaçlandırma çalışmasının görüntüsü. [4]


Zaten piramitlerin bazılarının üzerlerine, sürekli yeşil kalan, yaprak dökmeyen türden ağaçların dikilmiş olması da bu yasağı daha anlamlı kılıyor. Çünkü, hiçbir devlet , kendi geçmişine ait bu kadar önemli yapıları yok saymaz. Bu hem tarihi açıdan hem de turizm açısından o ülkeye zarar demektir. Buradan anlıyoruz ki, bu piramitlerin Çin tarihi ile bir ilişkisi yok. Peki Asya’da bulunup, eski Türk toprakları üzerinde yer alan bu eserlerin kiminle ilgisi olabilir? Elbette ki Türklerle! Ama bu durum da onların ve Türkleri yok saymaktan büyük zevk alan ırkçı batının işine gelmemektedir. Bu bölgenin Kadim Türk toprakları olduğu bir gerçektir. Hem de çok eskiden beri. Bu durum Çin kaynaklarınca da teyit ediliyor. “Uygur İmparatorluğu Mu’nun en başta gelen koloni imparatorluğuydu ve doğu yarısı Tevratta sözü geçen Tufan sırasında mahvolmuştu. Çin efsaneleri Uygurlar’ın 17.000 yıl önce medeniyetlerinin zirvesinde olduklarını anlatır. Bu tarih jeolojik fenomenlere de uygunluk göstermektedir.”[5]

Mu devletinin Asya’daki uzantısı olan Türk Uygur İmparatorluğu haritalarına bir göz atılırsa, bu toprakların kimlere ait olduğu daha iyi anlaşılır. Bu haritayı bizler yapmadık. !900’lerin başında Batık Mu kıtasını araştıran bir bilim adamı yaptı.

Büyük Uygur İmparatorluğu Haritası, konuyla ilgili çalışmayı yapan İngiliz araştırmacı James Churchward tarafından çizilmiştir.[6] Bu haritaya göre de piramitler tam Uygur İmparatorluğunun ortasında bulunuyor.

Biz “Bu topraklar kadim Türk topraklarıdır” dediğimizde, bazı tarihçilerimiz hemen Çin’de devlet kurmuş Çu hanedanını ve Hunları hatırlıyorlar. Bunların ise o bölgelerde bulunmaları M.Ö. 1059 - 249 yıllarıdır diyorlar. Hatta biraz daha hızlarını alamayarak, adeta bir yabancı ağzıyla; “Türklerin burada ne işi var” bile diyebiliyorlar. Neden böyle söylüyorlar? Çünkü dünyaya Türk gözüyle bakmıyorlar da ondan. Bizim bahsettiğimiz tarihler M.Ö. 17.000 yılları. Yani Büyük Uygur Türk İmparatorluğunun yaşadığı dönem.

Değişik boyutlarda ve belli bir düzen içinde çevreye serpiştirilmiş gibi duran Türk piramitlerinin, uçaktan çekilmiş toplu resimleri. [7]

Bir yazıda “Bu piramitleri araştırmak üzere1994 yılında Şensi bölgesinde bir araştırma gezisi yapan Alman bilim adamı Hartwig Hausdof kendi koleksiyonundan birkaç resmin halka açılmasına izin vermiştir” deniliyor. Eğer bu söylenen doğruysa, Alman bilim adamının da, bu piramitlerin Türklere ait olduğunun gizlenmesinde Çinlilerle iş birliği yapıyor olabileceği akla gelmektedir. Eğer böyle değilse, bir bilim adamı yaptığı tespitleri, bilim adına insanlığa sunmaktan ancak mutlu olur, gurur duyar. Eğer daha detaylı tespitleri var da bunları gerçekten gizliyorsa, maalesef insanlığa karşı, bilime karşı çok büyük bir yanlış yapıyor demektir. Biz yine de onun Çin devletinin yasağı nedeniyle detaylı bir araştırma yapamadığını düşünüyoruz. [ 8]

Bu fotoğraftan da anlaşılabileceği üzere, devasa beyaz piramidin hemen içinde sayılacak yakınlıkta tarım yapılmasına izin verilmektedir. Yabancı araştırmacılara yasaklanan bir bölge, böyle tarıma açık şekilde kullanılıyorsa, Çin’li yetkililerin piramidin zarar görmesinden bir endişeleri bulunmamaktadır. Tek endişeleri piramitle ilgili bilgilerin detaylandırılarak insanlığa sunulmasıdır. [9]
Asya’daki Türk piramitlerinin fotoğrafı. [10]

Bu fotoğraf Aya’nın ortasında çekilmiş. Bir de aşağıdaki fotoğrafa bakalım. O da Amerika kıtasının ortasında çekilmiş. İnşa ediliş şekli ve üslubu tamamen aynı. Acaba bu benzerlik tesadüfi olabilir mi?[11]




Meksika’da bulunan bir Maya piramidi. Yapım biçimi Orta Asya’daki Türk piramidi ile aynı. Aralarındaki tek fark, Orta Asya’daki Türk piramidi daha çok yıpranmış ve bakımsız. Bu ise daha az yıpranmış ve iyi korunmuş.




Bu ise bir Sümer piramidi. Sümer piramidinin (Ziggurat) inşa felsefesi de diğerlerinin aynı. Biçim olarak da onlarla çok benzer. Sonuç olarak bütün bu eserler aynı düşüncenin ürünüymüş gibi bir izlenim yaratıyor insanda.

Hemen hemen hepsi de ortak bir kültürün ürünü denilebilir. Kim bilir, beki de M.Ö.5000’li yıllarda böyle yapılar yapmak modaydı ve bu yapıları yapacak teknik bilgi birikimi belli ellerde toplanmıştı. Bu birikimin sağlanabilmesi için geçmişte benzer eserlerin yapılmış olması gerekiyordu.

Bu durumun bize düşündürdüğü ise şudur. Bugün tarihçiler, insanlığa medeniyeti öğreten toplum olarak Sümerleri gösteriyorlar. Sümerler gerçekten de yaşadıkları dönemde insanlığa pek çok katkıda bulundular. Ancak, onlar geldikleri Asya’da yaşanmış çok büyük bir medeniyetin kurucularının çocuklarıydılar. Bir takım bilgiler belki de bu nedenle belleklerinde veya genlerinde yer alıyordu. Piramit kültürü de böylece oluştu. Okyanus ötesi topraklarda aynı eserleri meydana getirmek için, aradaki mesafelerin bir öneminin olmaması gerekir. Demek ki o dönemde öyle bir bilgi ve teknoloji birikimine sahipti ki insanlar, bu eserleri meydana getirebiliyorlardı.

Sonuç olarak;

Piramit kültürünün bir süreç izlediğini düşünürsek, bu sürecin başında yer alan piramitler Orta Asya’daki Türk piramitleridir. Yani piramit kültürünü geliştirenler Büyük Uygur Türk İmparatorluğunu kuran atalarımızdır. Eğer yabancı bilim adamları ve araştırmacılar, Orta Amerika’da Maya, İnka ve Aztek harabelerinde bulunan kuş sembollerini dahi Uygurlar tarafından çizilmiş sembollerdir diye açıklıyorlarsa, bu boşuna değildir. Orta Asya Uygur, Mezopotamya Sümer ve Orta Amerika da Maya, İnka, Aztek kültürleri aynı kültürün farklı coğrafyalarda ortaya çıkışıdır. Artık her şey gün yüzüne çıkmaya başlamıştır. Mızrak çuvala sığmamaktadır. Dürüst bilim adamları gerçekten yana tavırlarını daha net olarak koymaya başlamışlardır. Avrupa’da ve dünyanın başka bölgelerinde yılardır okunamayan yazılar okunuyor ve Türkçe oldukları anlaşılıyor. Bizlere de düşen çok şey var. Her şeyi yabancılardan beklememek. İmkan ölçüsünde kendi geçmişimizi araştırmak, kendimizi aramak. Çünkü geçmişini bilmeyen bir toplumun geleceği de olmaz. Çocuklarımıza iyi bir gelecek bırakmak, çok para bırakmak, büyük servet bırakmak değildir. Onlara kendi öz kimliklerini bırakmak, ömür boyu onları yönlendirecek moral değerler bırakmaktır. Gerisini onlar halledecektir zaten.



Muharrem Kılıç

Dipnotlar

[1] J. Churchward, Kayıp Kıta Mu, s.123

[2] http://www.conspiration.cc/sujets/archeologie/pyramides_chine.htm

[3] http://www.conspiration.cc/sujets/archeologie/pyramides_chine.htm

[4] http://www.conspiration.cc/sujets/archeologie/pyramides_chine.htm

[5] J. Churchward, Kayıp Kıta Mu, s.123

[6] J. Churchward, Kayıp Kıta Mu, s.122

[7] http://www.conspiration.cc/sujets/archeologie/pyramides_chine.htm

[8] http://www.conspiration.cc/sujets/archeologie/pyramides_chine.htm

[9] http://www.conspiration.cc/sujets/archeologie/pyramides_chine.htm

[10] http://www.conspiration.cc/sujets/archeologie/pyramides_chine.htm

[11] http://www.conspiration.cc/sujets/archeologie/pyramides_chine.htm


 



Yabancı Sermaye ve Atatürk...


İzmir İktisat Kongresi çalışmaları sürerken bir önemli gerçeğin altını kalın çizgilerler çizmek zorundayız. Bu gerçek, büyük Atatürk'ün "yabancı sermaye yanlısı" bir siyaseti savunmadığı gerçeğidir. Gerek düşüncede gerek eylemde, yabancı sermayeye karşı olan Ulusal Kurtuluş Savaşı liderinin, yabancı sermaye yanlısı gibi gösterilmesi tarihsel gerçeklerle hiç bağdaşmamaktadır.

Atatürk, Birinci İktisat Kongresi'nin açılışında "yasalara uymak koşulu ile yabancı sermayeye gerekli güvenceyi vermeye her zaman hazırız" diyorsa da, bu açıklama şu sözlerle tamamlanmaktadır.

"Geçmişte, Tanzimat devrinden sonra yabancı sermaye ayrıcalıklı bir duruma sahipti. Devlet ve hükümet, yabancı sermayenin jandarmalığından başka bir şey yapmamıştır. Her yeni ulus gibi Türkiye de buna izin vermez. Burasını esir ülkesi yaptırmayız..." (Türkiye İktisat Kongresi, A. Gündüz Ökçün, S: 253)

Eğer, Atatürk'ün "yasalarımıza uymak koşulu ile yabancı sermayeye güvence vermeye hazırız" sözlerinden sonraki bu önemli deyişi aktarılmazsa, yalnızca eksik kalmaz, ayrıca Atatürk'ün görüşleri yanlış anlaşılır.

Şu sözler de Atatürk'ündür:

"Tanzimatın açtığı serbest ticaret devri, Avrupa rekabetine karşı kendisini savunamayan ekonomimizi bir de iktisadi kapitülasyon zinciriyle bağladı. İktisat alanında bizden kuvvetli olanlar yurdumuzda bir de imtiyazlı durumda bulunuyorlardı. Rakiplerimiz, bu suretle, gelişmeye elverişli sanayimizi de mahvettiler. İktisadi ve mali gelişmemizin önüne geçtiler." (Atatürk, 1.2.1922, Söylev ve Demeçler, C: I, S: 228)

Emperyalizme karşı bir kırbaç gibi şaklayan şu sözler de Atatürk'ün dür:

"Yaşamak isteyen ulusumuzun isteği, basit bir sözcükte toplanabilir. Bağımsızlık! Avrupa'nın yöneticilerinden ve sermayedarlarından ayrı olan ulusları, bizim hayatımızı bize çok görmüyorlar. Eğer bugün Fransız ulusu ve İtalyan ulusu ve hatta İngiliz ulusu ile düşmanlık halinde bulunuyorsak, bu ulusların seslerini işittirememelerinden ve kendi yöneticilerinin yayılma ve sermaye emelleri için bizi yok etmelerine ses çıkarmamalarındandır. Bu devir, ulusumuzun eylemli olarak ve değişmeden yok edilmesini, sermayedarların kendi çıkarlarına uygun bulduklarını sandıkları devirdir. Bu devri atlatıp ulusları söylemeye çağırmak için, yaşamaya haklı olduğumuzu ve hayatımızı elimizden almak için kendilerinin birçok hayatlarını feda etmek gerektiğini kanıtlayacağız..." (Atatürk, Tamim Telgraflar, 2.7.1920, S: 344)

Antiemperyalizmin sınıfsal nedenlerini en açık biçimde anlatan Atatürk, Tanzimat dönemini de şöyle tanımlıyor:

"Devletler, şimdiye kadar bize şu ve bu sorunda gösterişli izinler veriyor gibi görünüyorlar, ancak ekonomik tutsaklıkla bizi felce uğratmıyorlardı. Öteden beri bize bazı şeyler vermiş gibi, bizim bazı haklarımızı tanımış gibi davranırlar, gerçekte ekonomide elimizi kolumuzu bağlarlardı. Bu tutsaklığa katlanan yöneticiler hoşnuttu. Çünkü görünüşte görkemli bir bağımsızlık sağlamışlardı. akat gerçekte ulusumuzu anlamca miskinlik çukuruna atmışlardı. Bunlar ekonomik tutsaklığı anlamamış bedbaht hayvanlardı. Fakat artık bugün milletimiz, hayat noktasının nerede olduğunu pek güzel anlatmıştır."

Ve şu sözler de büyük Atatürk'ün inançlarını yansıtıyor:

"Bu savaşın önemini kavramış olan ulusumuz, ülkenin bütün gereçlerini kendi emeği ile sağlayabilecek duruma yükselmiştir. Ekonomi işlerinin daha gerektiğince kavranmadığı bir sırada yüce meclisimiz ekonomik kaynaklara ulusu adına el koymak uyanıklığını göstermiştir..." (Atatürk, 1.3.1921, TBMM, Bugünün Diliyle Atatürk'ün Söylevleri, S: 72)

Ve yine Atatürk'ün o günden bu güne bizlere gösterdiği ana doğrultu şu sözlerde saklıdır:

"Bu ülkenin halkı üzerinde kimsenin egemenlik kurma hakkı yoktur; ama bu ülkeyi başkalarına el açmadan geçindirmek ve yaşatmak da size düşen bir ödevdir." (Bugünün Diliyle Atatürk'ün Söylevleri, S: 109, Söylev ve Demeçler, C:2, S: 126)

Atatürk'ü kendi sözlerinden ayrı olarak yorumlamak olası değildir. İşte Atatürk budur, Atatürkçülük budur.

UGUR MUMCU
 6 Kasım 1981, Cumhuriyet

ŞOVEN...


‘Şovenlik’ bir ulusun, başka uluslara göre üstünlüğü kuramına dayanır. Napolyon dönemindeki bir askerin adından kaynaklanan ‘Chauvenisme’, o günden bu yana emperyalist burjuva düşünüşünün ideolojik saplantılarından biri olarak önemini korumuştur. Irkçı-faşist düşüncenin kaynağı, şoven duygularda yatar. Bu yönleri ile şovenlik saldırgan ve gerici nitelikler taşır.
‘Şoven’ kavramından türetilmiş bir başka kavram daha vardır: ‘Sosyal şoven’…
Sosyal şoven, proletarya enternasyonalizmini, ulusçuluk adına yadsımak anlamına gelir. Lenin’in ünlü yapıtı ‘Devlet ve İhtilal’in önsözünde sosyal şovenlik, ‘Sözde sosyalist, pratikte şoven olan(…) kendi devletlerinin çıkarlarına alçakça ayak uydurma’ tavrı olarak tanımlanır.
Nasyonal-sosyalizm ise, şoven duygulardan kaynaklanan totaliter bir devlet görüşüdür.
Bir sosyal sınıfın öteki sosyal sınıflar üzerinde egemenlik kurması diktatörlüktür; bir ulusun başka uluslar üzerinde egemenlik kurması ise emperyalizmdir, şovenliktir, sömürgeciliktir. Sınıf egemenliği de çoğu kez uluslar arası emperyalist ilişkilerden kaynaklanır. Bu yüzden ‘antiemperyalist’ düşünce ve akımlar, gerici değil ‘ilerici’ niteliktedir. Yeter ki bu düşünceler, çağdaş akımlarla buluşmuş olsunlar.
Bir okuyucum mektup yazmış soruyor:
‘Siz sosyal şovenist misiniz?’
Kavramları, yaşamın karmaşık ağları içinde incelemeyip, klişeler ve sloganlarla düşünmeye alışanlar için insanları terminoloji şehveti içinden seçilmiş kavramlarla suçlamak çok kolaydır.
Diyelim ki son günlerde Ermeni sorunu ardında emperyalist ilişkiler arıyorsunuz. ‘Tamam’ diyorlar, ‘Çok şovence davranıyorsunuz’… Komşumuz Yunanistan’ın saldırganlıklarına karşı, Ulusal Kurtuluş Savaşı öncesi ve sonrasını anımsatıyorsunuz. Bu anımsatmayı yaparken anlatmak istiyorsunuz ki, Yunan ordusu, o günlerde emperyalist devletlerin çıkarları uyarınca Türkiye’ye saldırmıştır. Ya da yakın tarihimizden örnekler vererek, azınlık ırkçılığının emperyalist güçlerin bölgedeki çıkarlarına uygun düştüğünü vurgulamaya çalışıyorsunuz. Suçlama hep aynı:
‘Şoven misiniz?’
Ulusçuluk kavramını şöyle kabaca ikiye ayıralım: Ulusçuluğun bir anlamı, şovenlik ile bir tutulabilir. Kendilerine ‘milliyetçi’ diyenler arasında ‘ırkçı, şoven ve faşist’ olanlar yok mudur? Vardır. Hem de sürüyle!
Ulusçuluğun bir başka anlamı, kurtuluş savaşları ile ortaya çıkmıştı. 20. yüzyılın ilk bağımsızlık savaşı, bizim Kurtuluş Savaşı’mızdır. 20. yüzyılda mayası Atatürk tarafından atılan ulusal kurtuluş savaşları, gerici, ırkçı, şoven anlayışa karşı ilerici ve devrimci nitelikler taşır. Devrimler aracılığı ile çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak Atatürk milliyetçiliğinin ana amacıdır.
Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde ‘ulusların kaderlerini tayin hakkı’ dile getirilirken, Damat Ferit Paşa da milliyetçi ve ‘muhafazakar’ düşünceleri savunduğunu ileri sürmekteydi!... Öyleyse, ‘işbirlikçi’ Damat Ferit’in milliyetçi anlayışı ile Atatürk’ün ‘ulusal kurtuluşçu’ tavrı arasında birbiriyle hiç bağdaşmayacak özellikler bulunmaktaydı. Biri, ötekini yadsıyan bu iki ‘milliyetçi’ akımı aynı potaya koymak olası mı? Hayır. Bu iki milliyetçi görüş arasındaki uçurum, sosyal pratikte işte böyle keskin çizgilerle birbirinden ayrılır.
Ulusal kurtuluş savaşları, ‘muhafazakar ve milliyetçi’ görünen bir çok kesimin, emperyalist orduları ile ‘işbirliği’ yaptığını kanıtlamıştır. Antiemperyalist ulusçu akımlar, kendiliklerinden ‘ilerici’ ve ‘devrimci’ olmuşlardır. Çünkü, antiemperyalizm, ezilen ulusların sömürücü uluslara karşı başkaldırmaları anlamına gelir.
Bu nedenle bir insanın kendisini hem ‘milliyetçi’ hem de ‘sosyalist’ sayması, ‘faşistliği’ ya da şovenliği anlamına gelmez. Çağımızın ayırıcı özelliği, ‘demokrat’ olabilme koşulunda aranır. Bütün düşünce ve örgütlenme yasaklarına karşı çıkan, emperyalist sömürü çarkı içinde kendi ulusunun hak ve çıkarlarını savunan ve çağdaş uygarlık düzeyine, ülke bütünlüğü ile ulaşacağına inanan insanlar, ‘çağdaş insan’ ve ‘çağdaş yurttaş’ olarak ‘yurtseverlik’ kavramının özünü oluştururlar. Böyle bir çerçevede sınıfsallık, ulusallık içinde bir anlam kazanır.
Çağımız, özgürlük, demokrasi ve bağımsızlık çağıdır. Yoksul ülke insanlarını saran ulusçuluk akımı, gericiliğin, şovenliğin değil, ilericiliğin, devrimciliğin ve çağdaşlığın bayrağıdır. Yurtseverlik, insanın kendi ülkesini emperyalist baskılardan koruması için çabalamasını gerektirir. Böylesine antiemperyalist düşünce, ulusçu duygularla mayalanıp, çağdaşlığın nirengi noktalarına tırmanınca, demokratik sosyalizme de kapılar kendiliğinden açılmış olur.
Çünkü çağdaş insan, emeğin üstünlüğüne, demokrasinin erdemine ve bağımsızlığın kutsallığına inanan adam demektir.
‘İlerici’ diyebileceğimiz düşünceler, kapitalist sömürü düzenine karşı çıkmakla ilk tomurcuklarını verir, bağımsızlık, Amerikan ve Sovyet işgallerine hayır diyerek yediveren gülü gibi açar. Ve emeğin üstünlüğü, çalışan insanların demokraside söz sahibi olmaları ile siyasal ve ideolojik anlam kazanır. Ulusallık, böyle bir çerçevede ve bağlamda yurtseverliğin özü, sözü ve kendisi demektir.
Ulusal kurtuluşçu geleneği yaşatmaya çalışanlara, ‘sosyal şoven’ değil, ‘ilerici, devrimci ve demokrat’ derler. ‘Sosyal şovenler’, sosyalist ülkelerde, bir ulusun öteki uluslar üzerindeki egemenliğini sürdürenler ve sosyalizm adına askeri işgallere başvuranlardır!

UGUR MUMCU
(Cumhuriyet, 18 Eylül 1984)

Gerçek Uygarlık


Ankara Hukuk Fakültesinde her yıl Ceride-i Kantar adında bir güldürü dergisi çıkar. Orada okudum. Öğrenciler Türk vatandaşını söyle tanımlıyorlar:
- Türk vatandaşı, İsviçre hukukuna göre evlenen, İtalyan Ceza Kanunu ile cezalandırılan, Alman Ceza Usulü
ne göre yargılanan ve İslam hukukuna göre
gömülen kişidir...

Bu tanımın temelinde, Türk hukuk sisteminin olduğu kadar, toplumların uygarlık sorunu da yatmaktadır. Bir yandan ortaçağ ümmetçiliğinin, öte yandan Bati burjuvazisi özentisinin ortasında, toplumlarına çıkar yolu arayanlar bu sorunları iyice tartışmak zorundadırlar. Artık, toplumların basmakalıp sistemlerden kurtulup kendi özlerini bulmalarının gerektiği bir cağda yaşıyoruz. Bu cağ, ezilen ulusların kutsal isyanları ile bilinçlenen milliyetçiliğin gerçek milli niteliğini bulma cağıdır. Uygarlığın, savaşın, barışın, insancıllığın anlamı bu akımla belirlenmektedir. Bu nedenle, bu koşulları yakından izlemek ve tanımak gerekir...

Her uygarlık, önce ekonomik ve siyasal olayların oluşumudur. Uygarlık tarihinde, belli donem ve koşulları yaşamamış toplumlar, uygarlık özentilerini çok pahalıya öderler. Avrupa, bugünkü aşamasına ve düzeyine feodaliteden, burjuva devrimlerinden, sosyal ihtilallerden geçerek ulaştı. Asya
yı, Afrikayı sömürerek, geri ülkelerin servetlerine el koyarak gelişti. Asyanın sari, Afrikanın kara derili
insanları, hep bugünkü Bati uygarlığı için çalıştılar. Belleri kılıçlı İspanyol denizcilerinden, başları hasır şapkalı kolonicilere kadar tüm sömürücüler için Doğunun yoksul halkının alın teri ve kanı, Avrupa bankalarında banknot oldu, büyük kentlerde gökdelen, hastahane, okul, konser salonu...
Bu bir bakıma
homo homini lopus tu. İnsanin insana kurt olduğu o düzensiz devrin en ilkel kuralı, bugün gelişmiş uluslar denen eski uygarlık eşkıyalarının, emek hırsızlarının tek sömürme yöntemi oldu, Bati ilerledikçe Doğu geriledi. Bati, Doguya önce kılıçları kalkanları mızrakları sonra kültürü ile gelerek, önce Dogunun servetlerini sonra kültürünü yozlaştı
rdı.

Nerede bir Bati uygarlığı yapıtı varsa, orada Dogu insaninin emeği, hakki, alin teri vardır. Füzelerinden konser salonlarına, viskilerinden dokuma tezgahlarına kadar...
İste bu Bati, bu uygarlık, kendi hukuk sistemini ve kültürünü egemen hukuk ve kültür olarak Dogu halklarının üstüne çelik bir çember gibi geçirdi. Çünkü Dogu, toplumunun alt yapısını değiştirememiş, kendi içerisinde ayrı canlı bir sınıf, bir sömüren ülke ile işbirliği yapmış, üst yapı-alt yapı ilişkisini, kendi yöresel ve ulusal yapısının içerisinde sağlam çizgilerle kuramamıştır. O hep sömürülen, emeği çalınan, kültürü önemsenmeyen geri toplum olmaya zorlanmıştı...
Eninde sonunda kültür emperyalizmine dönüşmek, emperyalizmin kuralıdır. Dogu
nun kültür hayati, Asya stepleri gibi çora
k kaldı. Ne ekonomik teorisi, ne de hukuk sistemi yasadı. Onun içindir ki, Dogu kültürü denince, çember sakallı molla, cami minberi akla geldi. Bati, viskisiyle, dansıyla, smokini ile, doğu ise tespihi, gülsuyu ve şalvarı ile anıldı. Birinin geriliği barbarlık, diğerinin yaşamı ilericilik sanıldı.
Bu muydu uygarlık? Eğer bu ise, demek yeryüzü bu cağın olgunluğuna, henüz adımını bile atmamış...
Hemcinslerini öldürmek için akil almaz silahlar icat edenler, uygarlıklarını, bu silahları kullanmak için gösterdikleri hünerle mi ispatlayacaklar?
Yoksul halkının yasama savasına gözlerini kapayıp, cami minberinden cennet öyküleri sayıklayanlar mi uygarlık temsilcisi olacaklar?
Hayır! Ne biri, ne de öteki...
Tarih, eğer sadece olayların kronolojik dedikodusu değilse Türk toplumunun geri kalışının da bir takım toplumsal nedenleri vardır. Gerçek devrimci, bu nedenlerin bilincini halkına anlatan, bu gerçeklerin savaşını yapan kişidir. Gerçek demokrasi ve gerçek
İzm burada
aranmalıdır.

Bati, bugünkü düzeyine gelirken biz ne yaptık? Avrupa sanayi devrimi yaparken biz Valide Sultanların emrinde, Deli Paşa
larin yönetimine yüzyıllar suren derin uykulara dalıyorduk. Batida sosyal ihtilaller
oluyor, sosyal sınıflar ekonomik ilişkilerin denetimini ele alıyor; bu savaş, sanatçısını, düşünürünü, devlet adamını veriyordu.
Bati
da felsefi akınlar,
toplumsal öğretiler yazılırken biz, bir ulusu imparatorluklardan alıp, uygarlıklar dilencisi yapan padişahlara, methiyeler yapan bol bahşişli mürai sairler yetiştiriyorduk. Batıda isçiler sosyal haklarını elde etmek için kan dökerken, biz ilmiye sınıfını peşine takan yeniçerilerle her yeniliğe başkaldırıyor, kelle istiyorduk.

Tanzimatları, meşrutiyetleri de böyle yaşadık. Arada Alman hayranı olup ordularımızın başına Alman subayları getirdik. Ve Cuma selamlarında İstanbul halkı
Padişahım çok yasa diye bağırırken, İngiliz emperyalizminin pençesine teslim olduk. Kimse bu islerin nedenini anlamadı. Ne aydın kafalı hukukçu, ne cağının ekonomik ilişkilerini anlamış iktisatçı yetiştirdik. Yarin dudağından söz açan, fil dişi kuleli, duygulu sairler verdik sadece topluma. Cumhuriyet edebiyatının en büyük sayılan sanatçısı bile, Endülüsteki raksın gürültüsünden başını kaldırıp Türk halkı
için bir tek satir bırakmadan çekip gitti.

Edebiyatı özenti, Meşrutiyeti özenti bir toplum olarak her esen rüzgara göre sallanıp durduk. Hiçbir devrimin, sosyal hakkin bilincine varamadık. Arap hayranı, Alman hayranı, Fransız hayranı olduk. Ne ulusal niteliklerimizi, ne de ulusal yönümüzü anlayabildik. Dogu uygarlığı deyince yabancı taklitçiliğini anladık. Batıya acık penceremizle Dogu
ya açılmış kapı arasında kararsız kaldık. İmparatorluk, Duyun-u Umumiye
senetleri ile ipotekli imiş, anlamadık. Yabancı kumpanyalar devleti ele geçirmişlerdi, bilmiyorduk. Varsa yoksa İttihatçılık, İtilafçılık... Bugünlere kadar dayanan bir siyasi kan davası.İste böyle yıkıldı bir imparatorluk.

Anadolu
nun ezilmiş insanlarının başına, bugün bir çok sol özentinin Burjuva Paşası dediği Mustafa Kemal geçti. Halkı örgütledi. İngiliz emperyalizmine ve onun ayrıcalıklarını Türk halkına karşı savunan İstanbul Hükümetine karşı isyan etti. Onları yurdun topraklarından bir bir sokup attı. Ona Bolşevik diyorlardı. Bolşevik miydi? Ona gavur diyorlardı. Gavur muydu? Hayır. O, ezilen bir ulusun, ezenlere karşı isyan etmiş bilinciydi. Halkına çağının olanaklarını kazandırmak istiyordu. Bunun için Halkçıydı. Bunun için Devrimciydi. Bunun için Milliyetçiydi. Mustafa Kemalin yerine en uç solcu
lideri getirselerdi, onun içinde bulunduğu koşullar karşısında, ondan ustun ve ayrı ne yapabilirdi?

Dogu ezilmişti. Evrensel hukuku, uygar kuralları yoktu. Somurucu Bati tarafından geri bırakılmıştı. Mustafa Kemal Bati Hukuku
na
yöneldi. Ama bunu bati kopyacılığı olarak değil.Uygarlığın ortak evrensel kurallarıdır diye benimsedi.

Avrupa Burjuvası
nın geçirdiği aşamaların dışında, sanayi devriminden en uzakta ve bu devrimin olumsuz etkisi ile sanayii çökmüş bir toplumun yapısını başka yolla değiştirmenin olanağı yoktu. Devrimleriyle toplumun üretim ilişkilerini, ekonomik kurallarını yıkıp yeni bir düzenin temellerini atacaktı; toplumun alt yapısını değiştirecekti. Ama devrimler durdu ve biz bati egemen kültürünün hukuksal kurallarına demokrasi dedik. Kemalizmin yerine gardırop Atatürkçülüğünü koyd
uk.
Simdi uygarlık, ne vahşi temelleri ile batinin, ne de mistik inançlı Dogu
nun tekelinde değildir. Çağdaş, insancıl, barışçı uygarlık, ancak ezilen ulusların kutsal isyanlarında saklıdır. Ezilen uluslar, haklarını ezen ulusların ellerinden almadıkça, barış yeryüzünde kurulamayacak; bunlar bir gün birer birer ayağa kalkıp Rusyası ile, Amerikası ile dünya devlerini, emperyalizmin tahtından
indirip, kendi uygarlıklarını, kendi ulusal kültürlerini yaratacaklardır.

Bu uygarlığın öncülüğünü kırk yıl önce Mustafa Kemal Türkiye
Bunun öncülüğünü yapmak yine Türk halkının hakkidir. Uygarlık sahibini bekliyor...
UĞUR MUMCU

27 Kasım 2010 Cumartesi

KÖY ENSTİTÜLERİ - BELGESEL

Köy Enstitüleri - Belgesel ( Can Dündar ) Türkiye 'nin Yarım Kalmış Rüyası

25 Kasım 2010 Perşembe

Büyük Yalan / Soykırım Yalanı "Bayrak Gösterelim"


" BAYRAK GÖSTERELİM"

Büyük Yalan / Soykırım Yalanı "Çıkarılacak Ders"


"ÇIKARILACAK DERS"

23 Kasım 2010 Salı

MODERN TÜRBAN


"Modern türban" ne demektir ?

YÖK Başkanı Doğramacı,yükseköğrenim kurumlarındaki kız öğrencilerin,"modern şekilde bağlanmış türbanların Batı ülkelerinde olduğu gibi bizde de kızlar için normal bir kılık sayılmasını" uygun görüyormuş.Pek Sayın Doğramacı,daha önce kızların başları açık olarak okullara gelmelerini emir buyurmuşken,oluşan tepkiler karşısında,"modern bir şekilde türban kullanılması" görüşüne gelmiştir.

"Modern şekilde türban kullanılması" ne demektir Allah aşkına ?

Türban,baş çevresine sarılan eşarp demektir.Bunun moderni ile modern olmayanını ayırt etmek güç değil midir? "Sıkma vaş" biçimi "modern" olmaycak ve gericilik sayılacak,bu amaçla "modern şekilde" başa sarılan tülbent,kendi deyişleri ile "Atatürk inkılaplarına" uygun düşecek.Kimi kandırıyorlar dersiniz?

Türban,aslında bir erkek başlığıdır.Prenslerin ve Hint rahiplerinin sardıkları türban,Osmanlı sultanları ve vezirlerince de kullanılırdı.Fakat bunların "modern bir şekilde" kullanıp kullanılmadığı konusunda henüz bir ipucu ele geçirmiş değiliz.

Bu ülkelerde erkekler tarafından kullanılan türban,zamanla Batı'da kadın modası olmuş ve Paris modaevlerinde işlemeli ve türlü desenli türbanlar satışa çıkmıştır.Doğramacı,herhalde türbanın modernini Paris'te görmüş olacaktır.

Danıştay 8. Dairesi 20.12.1983 gün ve 1983/2788 sayılı kararında, "Aydın,uygar ve cumhuriyetçi gençler yetiştirmekle görevli eğitim kurumlarının bazı kurallarının öğrencilere uygulanması doğaldır.Bu kurallar herkesçe bilinen ve benimsenen cumhuriyetin temel kurallarıdırçBu kuralları öğretmek ve benimsetmekle görevli eğitim kurumlarının bunlardan ödün vermesi düşünülemez.Bu nedenle yükseköğrenim görmek üzere okula geldikleri sırada dahi başörtülerini çıkarmamakta direnecek ölçüde laik devlet ilkelerine karşı bir tutum içinde bulunan..." gibi sözcüklerle başörtü ile yükseköğrenim kurumlarına gelmeyi Atatürk ilkelerine aykırı bulmuştur.

Ancak bunun bir önemi yoktur.Çünkü Doğramacı,kurumlarüstü bir kişiliğe sahiptir.Eğer Doğramacı, "modern şekilde türban kullanılmasını" salık veriyorsa , bu gericiliğe verilmiş bir ödün sayılmaz.

Peki,erkek öğrencilerin başları kel mi ? Onlar da, "biz de modern şekilde fes kullanmak istiyoruz" derlerse Doğramacı bu sorunu nasıl çözümleyecektir?

"Modern şekilde fes" nasıl olur? Örneğin püskülü olmaz,üstüne üç hilal gibi işlemeler yapılır,eski yazı ile maşallah yazılır,fesin bir köşesine YÖK damgası vurulur.Ne bilelim işte, bir şeyler yapılır.

Yükseköğrenim kurumlarında genç kızlarımız,başlarına Doğramacı'nın deyişi ile "modern bir şekilde türban" takarlar;ancak erkek öğrenciler, "biz de fes isteriz" diye bir dilekçe verirlerse ne olacaktır? Suç mu olacaktır?

Yok,hiç sanmıyoruz.Sanmıyoruz,çünkü Anayasa düzeninde bir kısım yurttaşlar için hak olan,bir başka kesim için suç sayılmaz.

Atatürk, 1925 yılında,"Medeni ve beynelmilel kıyafet biizm için çok cevherli,milliyemiz için laik kıyafettir" dedikten sonra,kadınların yüzlerini,gözlerini kapatmalarına, "onlar yüzlerini cihana göstersinler.Ve gözleriyle cihanı dikkatle görebilsinler.Bunda korkulacak bir şey yoktur" sözcükleri ile karşı çıkmamış mıydı? (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri,s.210).

YÖK'ün son "modern türban" kararından sonra genç kızlarımız 19 Mayıs törenlerine,ayaklarında uzun paçalı pantolon ve başları türbanlı olarak çıkacaklardır.Hiç "hayır,olmaz" demeyin;bu gidişle gençlerimiz de başlarına fes geçireceklerdir.Gidiş , o gidiştir.

Bütün bunlardan sonra bizler de başımıza birer "Kuvayı Milli'ye kalpağı" geçirip, "Ne oluyor?!" diye YÖK'e başvursak mı dersiniz?

Gericiliğe verilen ödünün sonunun nereye varacağını daha önce görmüş ve bu olaylardan ders alınacağını sanmıştık.Yanılmışız.Günümüzün "inkılap" anlayışı, ne yazık ki Atatürk'ün "devrim" anlayışına pek uymuyor.

UYAN GAZİ KEMAL, UYAN !..

UGUR MUCU
CUMHURİYET (5 Haziran 1984)

TÜRK VE KÜRT


Atatürk Kürt sorununa nasıl bakıyordu?

Birçok konuda olduğu gibi bu konudaki yasakçılık da gerçeklerin saptırılmasına yarıyor.

Atatürk, 1923 yılı 16/17 Ocak günü İzmit'te İstanbul'dan gelen gazetecilerle konuşurken Ahmet Emin (Yalman)'ın bir sorusu üzerine Kürt sorunu konusundaki görüşlerini şöyle açıklar.

Bugünkü dile çevirerek aktaralım:

- Kürt sorunu,bizim, yani Türklerin çıkarları için kesinlikle söz konusu olamaz. Çünkü, bizim ulusal sınırlarımız içinde Kürt unsurları öylesine yerleşmişlerdir ki pek sınırlı yerlerde yoğun olarak yaşarlar. Bu yoğunluklarını da kaybede ede ve Türklerin içine gire gire öyle bir sınır oluşmuştur ki Kürtlük adına bir sınır çizmek istesek, Türkiye'yi mahvetmek gerekir. Örneğin, Erzurum'a giden ,Erzincan'a , Sivas'a giden, Harput'a kadar giden bir sınır aramak gerekir. Ve hatta Konya çöllerindeki Kürtleri de göz önünde tutmak gerekir.

Atatürk, bu gerçekçi gözlemi yaptıktan sonra şu çözümü de öngörüyor:

- Bu nedenle başlıbaşına bir Kürtlük düşünmekten çok anayasamız gereğince zaten bir çeşit yerel özerklik oluşacaktır. O halde hangi bölgenin halkı Kürt ise onlar kendi kendilerini özerk olarak yöneteceklerdir.

Atatürk'ün bu sözlerini 1921 Anayasası'nın getirdiği sisteme bakarak değerlendirmek gerekir.

1921 Anayasası'nın 21. maddesi, illerin "manevi kişiliğe ve özerkliğe" sahip olduklarını belirtiyodu. Bu "yerel özerklik" bugünkü bir çeşit belediye yönetimi gibiydi.İç ve dış siyaset, adliye ve askerlik ve ekonomik ilişkiler ile ilgili yetkiler tümüyle günlük işlerinin yönetimini kapsamaktaydı.

Atatürk'ün bu sözlerinde "Kürtler ayrı devlet kursunlar" gibi bir anlam çıkmıyordu.1921 Anayası da böyle bir sistem öngörmemişti.Atatürk,Kürtler için "bir nevi mahalli muhtariyet"den söz ederken,"uniter devlet" dışında bir çözüm de öngörmüş değildi.

Öngörülen; Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları il ve ilçelerde yerel yöneticilerini seçme haklarıydı.

Atatürk, daha sonra şöyle açıklamıştı:

-Bundan başka Türkiye'nin halkı söz konusu olurken onları da beraber ifade etmek gerekir. İfade olunmadıkları zaman bundan kendileri için sorun çıkarabilirler. Şimdi TBMM hem Kürtlerin hem Türklerin yetkili temsilcilerinden oluşmuştur. Ve bu iki unsur, bütün çıkarlarını ve yazgılarını birleştirmiştir. Yani onlar bilirler ki bu ortak bir şeydir. Ayrı bir sınır çizmek doğru olmaz.

Bugün Türkiye'de Kürt kökenli milletvekilleri var,Kürt kökenli bakanlar var, belediye başkanları var, genel müdürler var, generaller, öğretim üyeleri ve işadamları var.

Kürtler ve Türkler,Türkiye içinde öylesine birbirlerine karışmışlardır ki Türkler ile Kürtler arasında bir sınır çizmek, o gün olduğu gibi bugün de olanaksızdır.

Bugün İstanbul, İzmir ve Ankara gibi büyük kentlerde yaşayan Kürt kökenli yuttaş sayısı, Diyarbakır, Malatya, Tunceli'de yaşayan Kürt kökenli yurttaşlarımızdan daha çoktur.

Bu açıdan Atatürk'ün 1923 yılındaki görüşleri bugün de geçerliliğini koruyor.

Öyleyse sorun nedir?

Sorun, Kürt sorunu konusunda izlenen emperyalist siyasetlerdir.Atatürk'ün 1923 yılındaki bu basın toplamtısının üzerinden iki yıl geçmeden Doğu'da Şeyh Sait İsyanı patlak vermiştir.

O günler, genç Cumhuriyet için çok önemli günlerdi.Lozan Anlaşması,Musul petrolleri konusunu çözüme bağlamıştı. Sorun, İngiltere ve Türkiye arasında çözülecekti.

Bu isyan "padişahlık, hilafet, şeriat ve Abdülhamid oğullarından birinin saltanatını sağlamak" gibi din sömürüsü ile perdelenmişti.( TBMM tutanakları, 1;64, 25.2.1341, C:2, S:309).

İsyanın sonunda Musul petrolleri Türkiye'nin elinden kaçtı.Şeyh Sait İsyanı'nın Türkiye'ye faturası Musul petrolleriydi !

Bugün Kürt sorunu, azınlık şovenizmi,ayrımcılık ve terör ile değil;demokrasinin yerleştirilmesi ve i,nsan haklarının, Edirne'den Ardahan'a kadar, her yerde uygulanması ile çözülür.

ABD ve öteki Batılı ülkeler niçin birdenbire bu kadar Kürt yanlısı oldular? Bu soruya yanıt aramak zorundayız.
ABD için sorun, İran, Irak ve Türkiye'nin birer bölümünü kapsayacak bir Kürt devleti üzerinde şimdiden egemen olmak ve olası petrol yataklarını bu Kürt devleti aracılığı ile elinde tutmaktır.

Kürtler üzerinde "Amerikan mandacılığı" hazırlağına kimse "sosyalizm","Markisistlik" ya da "devrimcilik" etiketi yapıştırmamalıdır.

ABD emperyalizmi,gerçekten "emperyalizm" ise Kürt sorunun bu kadar canlı tutulmasında da bu emperyalist siyasetin güttüğü amaç niçin göz ardı ediliyor?

UGUR MUCU
CUMHURİYET (5 Aralık 1989)

HANGİ FRAKSİYON ?


Geçenlerde bir okuyucumdan çok öfkeli bir mektup aldım,soruyor:
-Sizin fraksiyonunuz ne?



Birtakım banka hesaplarına ve ticari bağlantılara değindiğim zaman sağcı yazarlar da kendilerine göre bir "fraksiyon" seçip bu fraksiyonun suç halkaları ile saldırıyorlar:



Marksist Leninist,tepeden inmeci,şu,bu ..



Demokrasi,her türlü düşünceye söz ve örgütlenme hakkı tanır.Bu,Batı türü demokrasidir.Örneğin;Fransa'da,Örneğin İtalya'da,örneğin İngiltere'de böyledir.Bizim kafamızda demokrasi için seçtiğimiz "fraksiyon" budur.Böyle bir demokrasi,böyle bir hukuk devleti,böyle bir özgürlükler demeti... İstediğimiz,özlediğimiz,böyle bir demokrasidir.



Leninistlik ihtilalcilik demektir.Leninist olmak,Komünist Parti öncülüğünde bir "proletarya ihtilalini" savunmayı gerektirir.Bu da yetmez.Leninistlik,bu ihtilal ile oluşacak "proletarya diktatörlüğü"nün sınıfsız bir topluma kadar sürdürülmesi gerekir.Ancak böylesine ihtilalcilere "Leninist" denilebilir.Her önüne gelen Marksist-Leninist olmayacağı gibi,her solcuya,her sosyaliste de "Marksist-Leninist" denmez.



Biz "NATO ülkeleri kadar özgürlük" istiyoruz ve böyle bir düzenin kurulmasına çalışıyoruz.Amacımız emeğimiz budur.NATO ülkelerinde,Ortak Pazar ülkelerinde komünist partilerin de yeri vardır.Komünist partilerin bulunmadığı , komünist düşüncenin ağır ceza yaptırımına bağlandığı bizim gibi ülkelerde kimin komünist,kimin Marksist-Leninist,kimin demokratik sosyalist olduğunu ayırt edici ölçüler birbirine karıştırılır.Bu da kasten yapılır.



Bu ülkede komünist partilerin de kurulmasını istemekle Marksist-Leninist olmak arasında dağlar kadar fark vardır.Batı'da burjuva libaralleri bile komünist partilerin varlıklarına karşı çıkmazlar,ama liberaldirler ve görüşlerini,karşıtları ile tartışa tartışa benimsetmek isterler.



Biz bu olgunluğa,bu aşamaya,bu uygarlık merdivenlerine nedense bir türlü ulaşamadık...



Solda iki sınır görüyoruz.Birinci sınır,ulusal bağımsızlıktır."Dışarıdan gelen faşizm" gibi, "dışarıdan gelen sosyalizm"e de şiddetle karşıyız.Bu nedenle,bir ülkenin,bir sosyalist ülke askerleri tarafından işgalini,sosyalizm adına,yüz kızartıcı bir olay sayar ve görüşlerimizi açıkça yazarız.Soldaki ikinci sınır,silahlı eylemlerdir.Solculuk adına başvurulan silahlı eylemleri yanlış,yanlış olduğu kadar,solculuğa,sosyalizme aykırı görürürz.Böyle gördüğümüz için , bu tür eylemler üzerine en ağır yazıları biz yazar,bu eylemcileri,tuttukları kanlı yoldan geri çevirmeye çalışırız.



"Fraksiyonunuz nedir?" diye soran öfkeli okuyucuma bir temel inancımızı daha belirtmek isteriz.Biz, Ulusal Kurtuluş Savaşı'na ve bu savaşın yüce komutanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk'e inançla bağlıyız.İlerici düşüncemizin odağına "Kemalist" düşüncenin kutsal bağımsızlık harcını koyarız.Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı benimsememiş düşünce ve akımlarla hiç ama hiç bağdaşmayız.



Bu düşünce yapısı içinde,emekçi sınıf ve tabakaların yasal yollar ve barışçı yöntemlerle siyasal sürece katılmalarını,sendika ve siyasal parti olarak örgütlenmelerini savunuyoruz.Bunu yaparken de her türlü yolsuzluğu,bu yolsuzlukların siyasal bağlantılarını sergilemeye çalışırız. "Kara paracılar" adı verilen "illegal zenginler" ile kavga vermeyi, "bu illegal zenginler"in oluşturduğu sınıfsal tabak ile kapışmayı ilk görev sayarız.



İşte,öfkeli ve sevgili okuyucum,fraksiyonumuz budur.Beğenirsen beğenirsin, beğenmezsen beğenmezsin, ne yapalım? Biz buyuz !..





(...)


UGUR MUCU
CUMHURİYET (2 Ocak 1981)

KAYNAĞA DÖNMEK

 
"Kemalist" ve "Kemalizm" kavramları,kimine göre laisizmle sınırlı bir Batıcılık,kimine göre şovenizmin gerekçesi,kimine göre küçük burjuva radikalizmine dayalı yüzeysel bir devrimcilik anlayışı,kimine göre de ilerici düşünce ve akımlara karşı kullanılan bir çeşit karşıdevrim bayrağıdır!
Kavramlar ideolojiler,zaman içinde sosyolojik oluşumların çalkantılarına karışarak kendi özlerine yabancılaşırlar."Kemalist" ve "Kemalizm" kavramları,tarihsel süreç içinde oluşturulan bu yabancılaşmanın belirgin örneklerindendir.

"Kemalist",sözcük olarak ilk kez,Kurtuluş Savaşı öncesi yurdumuzu işgal eden yabancı ordu yetkilileri ve bu işgalci ülkelerin basını tarafından kullanılmıştır."Kemalist",Anadolu'da İngiliz işbirlikçisi İstanbul hğkğmetş ve işgal ordularına karşı,Anadolu'nun her sınıf ve tabakadan halkını örgütleyen Mustafa Kemal yandaşları için kullanılmış bir kavramdır.Emperyalist ülkeler ve onların temsilcilerince kullanılan "Kemalist" kavramının "antiemperyalist" bir özü olduğu en azından bir tarih gerçeğidir.Uzun uzadıya yorum yapmadan belirtirsek,"Kemalist" kavramının özünü,özetle yeterince açıklayabilir.

Sosyalizm ile Kemalizm,tarihsel gelişimleri ve kurup geliştirdikleri siyasal iktidar yapıları açısından,hiç şüphesiz ayrı ayrı kavramlardır.Ancak,bu iki kavramın birleştikleri bir nokta vardır.O nokta,her iki kavramın da antiemperyalist nitelikte oluşudur.Her iki kavrama bu noktadan bakarsanız,Kemalizm ile sosyalizm arasında aşılamaz "Çin Seddi" yoktur.Tersine,her iki kavram,ayrı ayrı yöne akan taşkın sular gibidir.Zaman zaman birleşen,zaman zaman ayrılıp,aynı yönde başka denizlere akan bu nehirleri,bu taşkın suları,birbirlerine birleştiren köprüler ve yollar da vardır.

Bu yollar ve köprüler,Kurtuluş Savaşı'nda 1917 Devrimi'nin Leninist çizgisiyle,Anadolu İhtilali'nin Kemalist çizgisini bir noktada birleştirmiş,biri proletarya öncülüğünde bir ihtilali gerçekleştiren bir büyük lider,öteki Anadolu'da emperyalizme karşı ilk Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı gerçekleştiren bir büyük komutan ve lider,aynı düşman karşısında işbirliği yapmışlardır.

Kurtuluş Savaşı,emperyalist ülke basının "Kemalist" adını verdiği asker-sivil aydınlar öncülüğünde ve her sınıf ve tabak halkın desteğiyle gerçekleştirilmiştir.Bu savaşta,Mustafa Kemal'in çevresinde din adamı,Ankara Müftüsü Börekçizade Rifatlar da yeralmıştır,sosyalist aydınlar da,işçi de,köylü de esnaf da... Yani her sınıf ve tabakadan halk,emperyalizme karşı tek yürek,tek bir yumruk gibi birleşmiştir.İşte,

Kemalizm'in özü budur!

Bu savaşın yürütüldüğü günlerde, 12 Ocak 1921 günü Mustafa Kemal,bugün kendilerine "Atatürkçü" denilenlerin utançtan kızararak okumaları gereken şu sözleri söylüyordu:

-Biz bu hakkımızı mahfuz bulundurmak,istiklalimizi emin bulundurabilmek için heyet-i umumiyemizce,bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı,bizi yutmayı isteyen kapitalizme karşı,heyet-i milliyece mücadeleyi caiz gören bir mesleği takip eden insanlarız...

İşte budur Kemalizm!..

Bugün,23 Nisan Egemenlik ve Çocuk Bayramı'nda övünçle ve kıvançla kutlanacak bir "egemenlik" kırıntısı bile kalmamıştır.Ülkemiz,milyonlarca doların ipoteği altındaiyeni "Sevr" anlaşmaları ile karşı karşıyadır.

Bu koşullara,Cumhuriyetimizin kaynağına dönmek,anti-emperyalist milli mücadele ruhunu canlandırarak,ezilen sınıf ve tabakaları "tam bağımsızlık" inancı çerçevesinde toplamak,tek geçerli kurtuluş yoludur.

Evet,kaynağa dönmek ve bu kaynağın içinde ezilen sınıf ve tabakaların sözcüklerini yaparakitam bağımsızlıktan güç alan sol ve dinsel sağın namuslu kesimleri arasında köprüler kurmak tek ve geçerli çözümdür.

Yeni Damat Ferit'ler , yeni Anzavur'lari Ali Galip'ler, yeni Amerikan mandacıları, yeni Ali Kemal'ler kirli kefenleriyle siyaset sahnelerinde dolaşırken, altmış yıl geriye bağlanmak geriye dönmek değil , ileriyi kucaklamak demektir.

UGUR MUCU
CUMHURİYET (23 Nisan 1980)