31 Aralık 2010 Cuma

ATATÜRK’ÜN SOSYAL FABRİKA PROJESİ


Küba lideri Castro ve Arjantinli devrimci Che’nin Atatürk’ün bağımsızlık ruhundan, antiemperyalist önderliğinden etkilendiklerini gördükten sonra, şimdi de günümüzün Venezulla lideri Hugo Chavez’in Atatürk devrimlerinden etkilendiği gerçeğini kamuoyuyla paylaşacağım.
Hiç korkmayın, bizim sahte solcular hemen yarın “Chavez Atatürk’ten etkilenmedi!” diye yazı yazar, öbür gün de televizyonlarda boy gösterirler. Ama onlara tavsiyem Banu Avar’ı aramalarıdır. Ulaşmaları çok daha kolay olur!..

BANU AVAR’I ŞAŞIRTAN GERÇEK

Sevgili arkadaşım, değerli dostum gazeteci-yazar Banu Avar, bilindiği gibi sadece Türkiye’nin en önemli aydınlarından biri değil, aynı zamanda dünyayı da en iyi tanıyan gazetecilerden biridir. Kendisi, Orta Asya’dan Kuzey Afrika’ya, Orta Doğu’dan Latin Amerika’ya dünyanın birçok ülkesini gezen çağdaş bir gezgindir…
Banu Avar’ın gittiği ülkelerden biri de Venezuella’dır. Avar’ın Venezuella’da gördüğü bir tablo ise, “sahte solcularımızı” çok kızdıracak, hatta günlerce kara kara düşündürecek türdendir… Çünkü Banu Avar’ın gördükleri, Venezuella’nın antiemperyalist lideri H. Chavez’in de Atatürk’ten, Atatürk devrimlerinden etkilendiğini kanıtlamaktadır.
Şimdi Banu Avar’a kulak verelim:
“Şehri göreceğimiz tepeye doğru tırmanırken, Kemal Atatürk tabelasını geçince şaşırdım ki, tepeye geldik. Genç kız rehber heyecanla ‘şu fabrikayı görüyor musun? yanında nikah salonu, şu sağlık ocağı, şu okul onun arkasındaki de bizim ev.’ ‘Eeee ,dememe kalmadı’ Rehber ‘Biz buna ATATÜRK modeli’ diyoruz’ diye yapıştırdı.”
Venezuella’da bu gördükleri ve duydukları üzerine duygulanan Banu Avar: “Venezuella tepesinde tüylerim diken diken, gururum tavan yapmıştı…” diyerek anlatmıştır heyecanını…
Peki ama, Türkiye’den binlerce kilometre uzaktaki Venezuella’da “Atatürk Modeli” diye adlandırılan bir fabrikanın ne işi vardı?
“Atatürk Modeli Fabrika” da nedir?
Türkiye’de bu fabrikadan var mıdır?
İşte bütün bu soruların cevaplarını verebilmek için şimdi hep birlikte Nazilli’ye uzanalım!
CUMHURİYETİN DEV PROJESİ: NAZİLLİ SÜMERBANK BASMA FABRİKASI
Venezuella’daki “Atatürk Modeli Fabrika’ya” esin kaynağı olan fabrika, 1937’de Atatürk tarafından açılan Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’dır. Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, Atatürk’ün kafasındaki “Sosyal Fabrika Projesi’nin” ilk uygulaması olması bakımından çok önemlidir. Atatürk’ün kafasındaki fabrika, sadece üretim yapılan bir mekan değil, aynı zamanda “ar-ge” çalışmalarının yapıldığı bir labratuvar, eğitim verilen bir okul, her türlü sanat ve spor imkanlarına sahip bir kültür kompleksi, kısacası adeta dört dörtlük bir “yaşam alanı”, bir kampüstür. Atatürk, işçilerin yüksek standartlarda, her türlü imkandan yararlandıkları bu “sosyal fabrikaları” Anadolu’nun her yanına yapmayı planlıyordu. Ama bu projesini yaygınlaştırmaya ömrü yetmeyecekti.
Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, genç Cumhuriyetin Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın ilk önemli eseridir. Sümerbank’ın kurduğu ilk Türk basma fabrikasıdır. Devlet eliyle kurulan ilk basma fabrikasıdır.
Fabrika, Türk-Sovyet ortak yapımıdır. Makineler ve teçhizatların çoğu Sovyetler Birliği’nden narenciye karşılığında alınmıştır. Fabrika kuruluşundaki işçi açığını kapatmak için 120 Sovyet montör ve mühendisi istihdam etmiştir.

Fabrikanın temelleri 25 Ağustos 1935’te atılmış, yapımı 18 ayda tamamlanmış ve 9 Ekim 1937’de açılmıştır. Bina ve makineler dahil, 8 milyon liraya mal olmuştur.

Fabrikanın, 28 bin iğ ve 800 otomatik tezgah ile çalışmaya başlaması ve 2.400.000 kilo iplik işlemesi planlanmıştır. Bununla 20 milyon metre basma imal edilecektir.
Fabrika 15 bin ton kömür yakacaktır.
Fabrika her gün en fazla 2400 işçi çalıştıracak ve ücret olarak senede 1 milyon lira ödeyecektir.
Fabrika, beş kısımdan oluşmuştur: Dokuma bölümü, Basma bölümü, Desen bölümü, Gravür bölümü ve Baskı kısmı…Basma, Desen, Gravür bölümünden geçen kumaşlar, Dokuma bölümünde, yarısı elektronik olmak üzere 768 tezgahta dokunacaktır. Günlük dokuma, 62.000 ile 64.000 metre arasındadır. Baskı bölümünde ise 4 baskı makinesi vardır. Burada farklı renk ve desenlerde günlük ortalama 85.000 metre basma yapılacaktır.
Terk edilmiş çürümeye bırakılmış dokuma makinelerinden biri
Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, sosyalist ülkeler de dahil, dünyada görülmemiş bir “sosyal” niteliğe sahiptir. Evet, fabrika kurulurken Sovyet modeli esas alınmıştır, ama genç cumhuriyetin genç mühendisleri Türk devrimine has, çok özgün bir eser ortaya çıkarmayı başarmışlardır. Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, 1930’ların dünyasında bir benzerine daha rastlanmayacak kadar özgün bir “sosyo-kültürel” ekonomi projesidir.
İşte Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’nın şaşırtan özellikleri:
1. Fabrika, balolar, danslar ve partiler düzenlemiştir: 1930’ların ortalarına kadar kadınlı erkekli hiçbir toplantıya katılmamış halk, fabrikanın organize ettiği balolar, danslar ve partilerle sosyalleşmiş, özellikle kadın ön plana çıkmaya başlamıştır.
2. Fabrikada sinema salonu vardır: 1937 yılında 12 bin kişinin yaşadığı bir kentte, bu fabrika bünyesinde 700 kişilik bir sinema salonu açılmıştır. İki defa memurlara, iki defa işçilere ve iki defa da ustalara olmak üzere haftada toplam altı defa film gösterilmiştir
Terk edilmiş çürümeye bırakılmış dokuma makinelerinden biri
3. Fabrika Halkevi kurmuştur: Fabrika “Sümer Halkevi” adıyla bir halkevi kurarak halkı her konuda bilinçlendirmeye çalışmıştır. Bir fabrika bünyesinde açılan ilk ve tek halkevi Sümer Halkevi’dir. Halkevinin şubelerinde çalışanların büyük çoğunluğu fabrika işçisidir. Halkevinin, hazırladığı oyunları sergilemesi için fabrika içinde bir sahnesi vardır. Sümer Halkevi biçki-dikiş kurslarında her yıl birçok genç kız meslek sahibi olmuştur. Halkevi civar köylere geziler düzenlemiş, köylülerin sorunlarıyla ilgilenmiş, köylere ilaç ve sağlık elemanı göndererek hastaların tedavisini sağlamıştır.
4. Fabrikanın korosu vardır: Fabrika çalışanları arasında bir müzik grubu oluşturulmuştur. Klasik müzik seslendiren grup Nazilli, Aydın ve Denizli’de konserler vererek “çok sesli” müziğin Anadolu’da tanınmasını sağlamıştır. Fabrikada yemek aralarında dünya klasiklerinden eserler okuyan bu koro (grup), işçilerin Beethoven zevke ulaşmalarını sağlamıştır. Fabrikada, çalmayı bilen işçilerin kullanımlarına açık bir de piyano vardır.
5. Fabrikanın hamamı vardır: Fabrika bünyesinde kurulan bir hamam, hem işçilere hem de Nazilli halkına hizmet vermiştir.
6. Fabrikanın Ressamları vardır: Fabrika bünyesindeki desinatörler belli zamanlarda fabrika dışına çıkarak Nazilli ve çevresinin güzel resimlerini yapmışlardır. Fabrika ressamlarının yaptığı bu tablolar açık arttırmalarda satılmıştır. Resim heykel sergileri de düzenleyen fabrika Nazilli’de güzel sanatların gelişmesini sağlamıştır.
7. Fabrikanın spor kulübü vardır: Fabrikanın bünyesinde kurulan lacivert-beyaz renkli Sümer Spor, futbol, basketbol, atletizm, voleybol, bisiklet, güreş, yüzme, boks branşlarında faaliyet göstermiştir. Fabrika bünyesindeki Sümer Spor futbol Sahası Türkiye’nin ilk “alttan ısıtmalı” futbol sahalarından biridir. Ayrıca yine fabrika bünyesinde, basketbol, voleybol sahaları, güreş minderleri, boks ringi, tenis kortu ve paten pisti vardır. Nazilli’de toplumsal kaynaşmayı güçlendiren “paten eğlenceleri” ve” bisiklet yarışları” Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’nın mirasıdır.
8. Fabrika halka bedava basma dağıtmıştır: Bir sosyal fabrika olarak tasarlanan Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, altı ayda bir halka “ıskarta basma” dağıtmıştır.
9. Fabrikada işçi hakları üst düzeydedir: Çok sayıda işçiyi barındıran fabrika işçi haklarına da çok önem ermiştir. İşçi ve Memur Biriktirme Sandıkları, İşçi Ölüm ve Hasatlık Yardım Sandıkları oluşturulmuş, fabrika içinde işçi sağlığını koruyacak 40 yataklı bir hastane, bir eczane bir de labratuvar kurulmuştur. Nazilli’nin kabusu haline gelen sıtma hastalığı fabrikanın sağlık ekibi tarafından kurutulmuştur. İşçilere mesleki eğitim verilen fabrikada ayrıca işçiler için beş sınıflı bir okuma-yazma kursu, daha doğrusu bir küçük okul vardır. Sümer İlköğretim Okulu adlı bu işçi okulunun 980 öğrenciye sahiptir. Ayrıca bir işçi radyosu ve işçi çocukları için 26 yatak ve 40 mevcutlu bir kreş kurulmuştur. İşçiler ve memurlar, fabrikanın hemen önünde özel olarak inşa edilen 264 dairelik ve 1000 kişilik lojmanlarda çok uygun bir ücretle kalırken, bekar işçiler için 350 kişilik bir “Bekar İşçi Pavyonu” vardır. Lojmanda kalamayan işçi ve memurları şehirden fabrikaya taşımak için düzenli seferler yapan GIDI GIDI adı verilen mini bir tren kullanılmıştır. Fabrika işçilerinin yiyecek ve giyeceklerini temin etmek için fabrika bünyesinde bir kooperatif vardır. Fabrikanın, işçilere hizmet veren güzel ve temiz bir fırını, işçi yemekhanesi, memur kantini ve bir de hamamı vardır.
10. Fabrikanın ar-ge bölümü vardır: Daha fabrika açılmadan fabrikada kullanılacak kaliteli pamukların çevrede yetiştirilmesi için 200 adet modern tohum ekme makinesi satın alınmıştır. Yine pamuk işinde kullanılmak üzere birçok modern tarım aleti ve makinesi bölgeye getirilerek çiftçilere dağıtılmış ve bunları nasıl kullanacakları öğretilmiştir. Fabrika içinde mekanik odası, fizik labratuvarı, tarım labratuvarı gibi ar-ge bölümlerinde, fabrikada yapılacak üretimin kalitesini arttırmak için çalışmalar yapılmıştır.
11. Fabrikanın atölyesi vardır: Fabrikanın büyük bir atölyesi vardır. Bu atölyenin demirhanesi, marangozhanesi, dökümhanesi, kaynak ve teneke işleri yapan bir kısmı vardı. Diğer fabrikaların ahşap parça ihtiyacı olan makine vurucu kolları burada yapılırdı.
12. Fabrikanın elektrik ve su santralleri vardır: Fabrika, bir dönem hem kendi elektrik ihtiyacını hem de Nazilli kentinin elektrik ihtiyacını kendi bünyesindeki bir elektrik santraliyle sağlamıştır. Dört kazan ve üç türbinli olan bu santral, 2500 kw gücündedir. Fabrikanın su ihtiyacını karşılamak için bir de su santrali vardır.
İşte Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası… İşte Atatürk’ün “Sosyal Fabrika Projesi”nin ilk uygulaması… İşte genç cumhuriyetin, halkına, insanına, işçisine bakışı…


ATATÜRK NAZİLLİ SÜMERBANK BASMA FABRİKASI’NDA
Türkiye’de devlet eliyle kurulan bu ilk basma fabrikasını 9 Ekim 1937’de bizzat Atatürk açmıştır. Atatürk, Ege manevraları için bölgede bulunan ordu komutanlarıyla ve yöneticilerle birlikte açılışa gelmiştir. Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak, İkinci Ordu Müfettişi Orgeneral İzzetin Çalışlar, Genelkurmay Asbaşkanı Asım Gündüz, Jandarma Genelkomutanı Naci İldeniz gibi komutanlar ve Trakya Umum Müfettişi General Kazım Dirik ile İzmir Valisi Güleç, Başvekil Vekili Celal Bayar, İsmet İnönü, Afet İnan, Kütahya Milletvekili Recep Peker, Ziraat Vekili Şakir Kesebir, Dahiliye Vekili ve CHP Genel Sekreteri Şükrü Kaya, Nafia Vekili Ali Çetinkaya, Hariciye Vekili Tevfik Rüştü Aras, Milli Müdafaa Vekili Kazım Özalp, Maliye Vekili Fuat Ağralı, Kültür Vekili Saffet Arıkan, Gümrük ve İnhisarlar Vekili Ali Rana, Orman Umum Muhafaza Komutanı Korgeneral Seyfi gibi nerdeyse devletin bütün askeri ve sivil erkanı tam kadro Atatürk’le birlikte Nazilli’dedir.
Atatürk’ün açılışını yaptığını ilk ve son fabrika olan Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’nın açılışına verilen önem, asker-sivil neredeyse bütün devlet erkanın açılışa katılmasından da bellidir.
Nazilli Basma Fabrikası istasyonunda fabrika yetkililerince karşılanan Atatürk’ün ilerlediği istasyondan fabrika müdüriyet binasına kadar parke döşenmiş yolun her iki yanında halk düzenli bir şekilde sıralanmıştır. Sıraya geçmiş küçük kızlar ellerinde pamuk dallarıyla misafirlerini karşılamışlar ve bunları Atatürk’e hediye etmişlerdir. Fabrika binası ve meydanlar bayraklarla süslenmiştir. Atatürk, yanındakilerle birlikte fabrikaya geldiğinde, mahşeri kalabalık tarafından Halkevi Orkestrası eşliğinde büyük sevinç ve tezahüratla karşılanmıştır. Atatürk halkın bu coşkulu karşılamasına fabrikanın girişindeki müdüriyet binasının balkonundan halkı selamlayarak cevap vermiştir.
Açılışta yapılan konuşmalardan sonra Atatürk, fabrikanın yönetim dairesinden çıkarak iplik dokuma ve halı makinelerinin bulunduğu binaların kapısı önüne gelmiştir. Fabrikanın elektrik santralinin önünde elektrikle aydınlanan bir büstünü gören Atatürk, bir süre bu büstü inceledikten sonra “güzel” diyerek fabrika müdürüne iltifatta bulunmuş ve daha sonra açılışı yapmıştır. Atatürk’ün fabrikayı açmasıyla birlikte 480 makine bir anda çalışmaya başlayarak ilk pamuğu işlemiştir. Tören boyunca bir uçak filosu fabrika üzerinde uçuşlar yapmıştır
Atatürk’ün açtığı Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, çok kısa bir sürede Nazilli’nin çehresini değiştirmiştir, Daha önce göç veren Nazilli kısa zaman içinde göç alan bir kent haline gelmiştir. Genç cumhuriyetin çağdaşlaşma projesi kapsamında en erken ve en köklü şekilde aydınlanan kentlerden biri, belki de birincisi Nazilli olmuştur. Nazilli’nin “çağdaşlaşmasında” Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’nın yeri çok büyüktür.

BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU’NUN İZLENİMLERİ

7 Ekim 1953’te Nazilli’ye gelen şair ve ressam Bedri Rahmi Eyüboğlu, Nazilli’deki değişimi şöyle gözlemlemiştir:
“…Altı saat içinde altı lunapark geçtik… Bir de ne görelim şehir baştan aşağı neon ışıkları içinde. Nazilli dediğin nedir ki, Anadolu’da küçük bir kaza değil mi? Gecenin on ikisinde ışık, elektrik ışığı içinde yüzen bir Anadolu kasabasını görmek insanı nasıl sevindirmez… Nazilli’nin iki yakasını bir araya getiren bir ışık fermuarı taa Basma Fabrikası’na kadar uzanmış. Sarı yerine hafif yeşilimtırak bir ışık. Bu ışığın altında yürüdük. Gayet nazik bir memur, belediye memuru mu polis mi pek anlayamadım, küçük bir çocuğa seslendi; ‘Bu misafiri Gıdı Gıdı’ya kadar götür…’ dedi. Evvele bir mahalle, bir semt adı sandım. Sonra bir şoför, bir arabacı olabilir dedim.Gıdı Gıdı dedikleri bir küçük, bir maskara dekovil tren imiş. Belli saatlerde işçileri fabrikaya taşırmış… Bir kedim olsa ismini muhakkak Gıdı Gıdı koyardım… Birkaç adım ötede aynı ışıklarla donanmış birkaç otel sıralanmış. Burası kaza değil vilayet merkezi diyorum. Burasını bu hale fabrika soktu diyorlar.
Dükkan önünde bir otobüs duruyor, içinden birçok işçi çıkıyor çoğu kadın. Birkaç erkek var. Fabrika’dan dönüyorlarmış. Gece Postası. Pek yorgun görünmüyorlar, ama kına gecesinden de dönmedikleri belli. Telaşsız adımlarla sokaklara dalıyorlar. Çoğu siyah gömlek üstüne beyaz bir başörtüsü sallandırmış. Geniş yollar, ışıklı yollar, ışıklı oteller, gece yarısı açık dükkanlar, dizi dizi okaliptüs ağaçları.
Kışın kapıya dayandığı bu günlerde Pazar yerindeki sebze çeşidi insanı şaşırtıyor… Eski evlerin dışardan çok kalender göründüğüne bakmayın içleri cennet gibi. Derli toplu tertemiz. Nazilli’de bisiklet bolluğu göze çarpıyor. Motosikletler ve takma motorlu bisikletler de var. Bisikletlerin çoğu Basma Fabrikası’nda çalışan işçilerin olmalı. Fabrikanın bir bisiklet garajı var. Yol dümdüz olduğu için işçiler bisikleti benimsemişler.
Fabrikanın Nazilli’ye bağışladığı nimetlerden birisi de bu olmalı. Ne yalan söyleyeyim, sinemada görsem reklamdır derdim. Bana Anadolu’da bir kaza merkezinde işine bisikletle giden beş yüz işçi gördüm deseler kolay kolay aklım yatmazdı.
Fabrikayı gezdikçe işçiler sağlanan imkanları, kolaylıkları gördükçe şaşırdım kaldım. Sıcak, lezzetli, kuvvetli bir yemek. Boyalarla uğraşanlara süt ve yoğurt, işçiler mahsusu hastane, kreş, kantin, alabildiğince geniş bir bahçe, Kantinin üstünde bir havuz. Havuzun içinde bir heykeltıraşın elinden çıktığını zannettiğim bronz bir heykel, bir kadın heykeli. İşçilerden birisi yapmış. Fabrikada bronz döktürmüş. Aman Allah’ım! Akademide bronza değil alçıya bile dökmek nasip olmaz. Bir de gazoz tezgahı kurmuşlar. Geliri, işçilerin spor kulübüne veriliyor. Futbol takımları var. Denizli’de yaptığı maçlarda kimseden geri kalmamış.
İstanbul’da eşine az rastlanır bir boyda bir tiyatro salonu var. Geçenlerde ‘Soygun’u oynamışlar. Şehirde böyle bir salon olmadığı için bazı düğünler burada yapılırmış. Balolarda eksik değil. Benim tarihime üst üste iki tane düştü. Fabrika kuruluşunun 16. yılı iki balo ile kutlandı. Birisinde, fabrika işçileriyle aileleri, ötekinde şehirden gelen davetliler vardı. Birisinde yerli oyunlar oynandı, türküler söylendi. Ötekinde bol bol dans edildi. Her ikisi de geç vakte kadar uzadı.
Fabrika ailesinin toplantısında hiç görmediğim bir oyun oynandı. Bir tarafta Köroğlu türküsü söyleniyor, ortada iki kişi bu havaya uygun adımlarla bir koyun yüzüyorlar. Koyun dediğim de yere upuzun yatmış, kaskatı kesilmiş bir genç. Sıra koyun yüzmeye geliyor. Adamcağızı parçalamadan bir güzel şişiriyorlar. Seninki gayet güzel ölü taklidi yaparken biçarenin parçalarından içeriye bir bardak da bira dökmezler mi! O zamana kadar oyunun bütün kısımlarına büyük ustalıkla katlanan genç, yıldırım hızıyla doğruluyor. Bu kötü şakanın hesabını soruyor. Meğer oyun içinde bir başka oyun varmış.
Fabrikanın sanatçısı olan bir genç mikrofon başında hiç de bayat olmayan esprileri döktürüyor. Fabrikanın bülbüllerini birer birer, mikrofon başında şakımaya davet ediyor! Nazlanmadan geliyorlar. Kimi gazel söylüyor, kimi en ön moda caz havalarından birini… Kimi Köroğlu’na girişiyor. Kimi harmandalına. Sonra her sene bu gece çıkarılan Gıdı Gıdı balo gazetesi dağıtılıyor. İçerisinde gene fabrikalı çocuklardan birisinin yaptığı karikatürler var…”
İşte Bedri Rahmi Eyüboğlu’nu şaşırtan Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası gerçeği… Genç cumhuriyetin en devrimci adımlarından biri… Üretime, istihdama, yatırıma önem veren, kendi halkına güvenen, kendini ve dünyayı bilen çağdaş bireyler yetiştirmek isteyen genç cumhuriyetin mucize eserlerinden Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası…
ZİHNİYET FARKI
Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası hakkında çok önemli bir makalesi olan, Yard. Doç. Dr. Günver Güneş’in şu değerlendirmesine katılmamak mümkün müdür:
“Fabrika birçok işlevinin yanında Cumhuriyetin temel kavramlarını halka tanıtan bir köprü olmuştur. Sümerbank bir fabrika olmasının ötesinde bir okul, bir eğitim kurumu, Cumhuriyet öğretilerinin yaşama geçirildiği bir alan olmuştur. Dünya üzerindeki herhangi bir şehirde kurulan bir fabrika, elbette o şehir üzerinde birtakım değişiklikler yapmıştır, Ama hiçbirisinin Nazilli Basma Fabrikası’nın Nazilli üzerinde yarattığı sosyal, kültürel, ekonomik değişimler kadar büyük sonuçlar yaratması mümkün değildir. Çalışanlara her türlü imkanı devlet eliyle verip onları ekonomik refaha kavuşturan bu fabrika, çalışanlarına yemek aralarında dünya klasiklerinden eserler okutup Beethoven dinletecek zevke ulaştırabildiyse, işte bu sözü edilen fabrikanın ne kadar değişik bir felsefeyle yola çıktığının ve bulunduğu yerin halkına neler kazandırdığının açık bir göstergesidir.”
1950’li yılların başında tıpkı yine cumhuriyetin dev eseri Köy Enstitüleri gibi bu fabrikalar da ışık saçmaktadır Anadolu’ya…
Düşünsenize, bu fabrikalardan Anadolu’nun her yanına dikildiğini; Edirne’ye, Manisa’ya, Konya’ya, Tunceli’ye, Diyarbakır’a… Türkiye ne duruma gelirdi! Bugün yaşanan ekonomik, sosyal ve siyasal sıkıntılar yaşanır mıydı? En basitinden Türkiye’yi maddi ve manevi bakımdan her geçen gün biraz daha zora sokan “terör belası” olur muydu? Olsa bile bu boyutta olur muydu?
Türkiye’nin bu gün yaşadığı “ekonomik” ve “sosyo-kültürel” sorunların baş sorumlusu Atatürk’ün ve genç cumhuriyetin kurduğu Köy Enstitüleri, Sosyal Fabrika, Halkevleri, Uçak sanayi, Demiryolu gibi “dev projeleri” ABD istekleri doğrultusuna bir kenara bırakan Atatürk sonrası iktidarlardır.
1950’lerden sonra sürekli kan kaybeden Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, son darbeyi 14 Kasım 2002’de yemiştir. Cumhuriyetin dev projelerinden Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, Özelleştirme İdaresi’nce bedelsiz olarak Adnan Menderes Üniversitesi’ne devredilmiştir. Fabrika çalışanları da “gözyaşları” içinde Bursa’ya nakledilmiştir. Kapısına kilit vurulan fabrikanın, üniversitenin kullanımı dışındaki büyük bir bölümü, içindeki tarihi dokuma makineleri, araç ve gereçleriyle çürümeye terk edilmiştir. Dünyanın başka bir yerinde olsa en kötüsü “müze” olarak kullanılacak ve milyonlarca turist çekecek bu dev eser, Cumhuriyetin bu dev projesi, bugün Nazilli’de hayvan ahırından bile kötü bir durumda kaderine terk edilmiştir.
Gerçi bugün, işçilerini sosyal haklardan mahrum eden, hatta işçilerini tekme tokat dövdüren bir hükümetin, Cumhuriyetin “sembol” eseri, Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’na daha iyi davranmasını beklemek de doğrusu safdillik olur…
Eee, bizim “sahte solcular”ın kıymetini bilemediği Atatürk’e ve onun dev projelerine gerçek sosyalistler nasıl da sahip çıkıyorlar.
Ne diyebilirim ki! Atatürk Türkiyesi’nin bir ferdi olarak, içim acıyarak “yazık, ama çok yazık…” demekten başka ne diyebilirim ki!
Bu yazımı, Türkiye’nin gerçek Solcularıyla birlikte Tekel ve Kardemir İşçilerine ithaf ediyorum…
Kaynaklar
1. Aslan Buğdaycı, Dünden Bugüne Nazilli, İstanbul, 2001.
2. Atatürk Aydın’da, Aydın, 1981.
3. Aydın İl Yıllığı, Aydın, 1973.
4. Günver Güneş, “Atatürk’ün Nazilli Seyahatleri ve Seyahatlerin Yarattığı Sonuçlar”, Atatürk Haftası Armağanı, Genelkurmay ATESE Başkanlığı Yayınları, 10 Kasım 2004, s.121-135
5. Hulusi Günay, “Nazilli Dokuma Fabrikası” , Yarım Ay, No: 68, 1 İlkkanun 1937, s. 8,9 ve 19.
6. İbrahim Kiraz, Yaşlı Şehir, Nazilli, 2003.
7. L’İlustration de Turquie, İstanbul.
8. Nazilli Basma Fabrikası Gezi Rehberi, Nazilli, 1937.
9. Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası Arşivi.
10. Saadet Tekin, “Nazilli Basma Fabrikası”, Tarih ve Toplum, C.39, S.230, Şubat, 2003.
11. Tahir Kodal, “Mustafa Kemal Atatürk’ün Denizli Seyahatleri” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C.19, S.55, Mart 2003.
12. Türkiye Ticaret Postası, Nazilli Basma Fabrikası Özel Sayısı, Ankara, S. 350-103, 14 Temmuz 1948.
13. Zafer Toprak, Sümerbank, Ankara, 1983.
14. 2010 Yılında Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’nda bizzat yaptığım incelemeler. (Sinan Meydan)

Sinan Meydan

Altı Üstüne Getirilmiş Memleket…


Cumhurbaşkanınız gitti baktı Diyarbakır’a, nasıl olmuş… Açılım yaramış mı, Türkçe-Kürtçe tabelalar iyi durmuş mu, bayrak direkleri hazır mı?..
Başlarda “Güzel şeyler olacak” dediğine göre, bakacak tabii ki; güzel şeyler olmuş mu?..
Ayrıca iyi ki gidebildi…
Gidemeyebilirdi de…
Beş bin polis, on bin asker, dört bin de sivil hafiye olsa… Bu kadar kuvvetle insan Ortadoğu’yu ele geçirir… Açılım sonunda Cumhurbaşkanı’nın kendi ülkesindeki vilayete girmesine yaradı ancak…
*
Oradan Başbakan’ı aramış da olabilir:
“Geldim gördüm, hayırlısıyla fevkalade güzel olmuş doğrusu…”
Başbakan mutlanır:
“Açılım noktasındaki başarılı şeylerimizle oldu… Şöyle bir de üstünü gördünüz mü?..”
“Üstü?..”
“O gördükleriniz altı… Biz altını üstüne getirdiğimiz için…”
*
Nitekim açılımın altında ne varsa üste çıktı ya; ayrı bayrak, ayrı dil, ayrı eğitim, ayrı ordu, ayrı bütçe, ayrı meclis…
Bunların toplamına “ayrı devlet” demeyen bir tek salak çıksa ya…
Peki, altta kalan o tek kalem:
Türkiye’nin bütünlüğü…
*
Cumhurbaşkanı Amerika’ya, Afrika’ya, Rusya’ya, Çin’e gittiğinde bu kadar olay olmadı… Tüm canlı yayın arabalarını gönderdi peşine medya… BBC de verdi diyorlar…
Ülkenin Cumhurbaşkanı “Diyarbakır’a gitti” diye memleket ayağa kalkıyorsa, varın açılımın vardığı noktayı siz düşünün…
Ve artık açılımı kapatamayacaklar da… Çünkü kendileri söylemediler mi; cin şişeden çıktı…
Neyse…
Cumhurbaşkanınız sağ salim dönse de Diyarbakır’dan, memleket rahat nefes alsa…
MGK’nin “Resmi dil Türkçedir” bildirisine yanıt olarak koltuğunun altına verdikleri Türkçe-Kürtçe sözlüğe baka baka:
“Türkiye’ye dönüş” nasıl deniliyordu?..

30 Aralık 2010 Perşembe

Jön Türkler, İttihatçılar, Cumhuriyetçiler

Talat Paşa
Vâlâ Nurettin, İkinci Meşrutiyet için şöyle der: “Eğer Anayasa Devrimi bastırılmış olsaydı, vatan ve millet fikri yaşamazdı. Millet, halifenin hikmetinden sual olunmaz diye düşünürdü. Milli Mücadele yapılamazdı. Türkiye, Ortadoğu’dakilere benzer bir diktatörlük olurdu”.
1908 Jön Türk Devrimi, Osmanlı’dan yüzde 90’ı okuma yazma bilmeyen, bir o kadarı köylerde yaşayan yoksul, yıpranmış, savaş yorgunu 13 milyon nüfuslu bir ülke devralan Türkiye Cumhuriyeti’ne çok şey öğretmiştir. Hocaların hocası Tarık Zafer Tunaya’nın ünlü tanımıyla, “Cumhuriyet için bir siyaset laboratuarı” olmuştur İkinci Meşrutiyet. Cumhuriyet önderliği, milli iktisat politikasını, halkçılığı, üretim seferberliğini, kapitülasyonların kaldırılmasını, milli şirketlerin kurulmasını, iç ve dış ticaretin denetim altına alınmasını, ziraat ve kooperatiflere önem verilmesini hep o devrimden öğrenmiştir. Tebaasından vergi toplamakta bile büyük güçlük çeken Osmanlı Devleti’nde 1908 Devrimi coşkuyla karşılanmıştır. O zamana dek Jön Türklere sempatiyle bakan Batılı devletler ise devrimin sömürgelerdeki yankıları güçlü olunca, Jön Türklere karşı tavır almışlardır. Birinci Dünya Savaşı’nın başında kapitülasyonların kaldırılmasına en çok karşı çıkanlar İngiltere ve Fransa olmuştur. Bu nedenle savaşın bitiminde ilk akıllarına gelen şeylerden biri, kapitülasyonların yeniden getirilmesi olmuştur. Lozan Müzakerelerinde en sert tartışmaların yapıldığı konuların başında da kapitülasyonların geldiğini unutmamak gerekir.
Balkanlarda Başlayan Devrim
Jön Türk Devrimi’nin ilk önce Balkanlar’da başlamasının tarihsel, kültürel, ekonomik, siyasal, coğrafi nedenleri vardır. İmparatorluğun sadece coğrafi anlamda değil, siyasal ve kültürel olarak da Batıya en yakın, açık bölgesi olan Balkanlar, özellikle de Selanik, tam bir devrim merkezidir. İyi kötü sermayesi ve işçi sınıfıyla, çağdaş kültür ortamıyla, basın- yayın faaliyetleriyle, etkili aydınlarıyla öne çıkmıştır. Selanik’teki milliyetçilik akımının Orta Asya ve Kafkasya kökenli milliyetçilik akımına oranla daha yurttaş ve kültür temelli olmasının önemli nedenlerinden biri de budur. Doğu’dan gelen milliyetçilik rüzgârlarının Rus, Ortodoks, Slav milliyetçiliğine yönelik tepkinin de etkisiyle daha bir ırk temelli ve İslamcı tonlar içermesine karşılık, Selanik’teki milliyetçilik çok daha laiktir. Nitekim bu anlayış, Cumhuriyet ulusçuluğunu da etkileyecek, Doğu’dan gelen büyük Türkçü öncüleri de tesiri altına alacaktır. Kaldı ki Anadolu’nun nesnel koşulları da toprak ve kültür temelli, laik ve yurttaş esaslı bir milliyetçilik anlayışını dayatmıştır.
Sadece Türk ve Müslüman aydınlarından oluşmayan, aralarında Ermenilerin, Rumların, Arapların da olduğu Jön Türklerin bilincinde, 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile başlayan Şark Meselesi’ne duyulan tepki vardır. Auguste Comte ve Emile Durkheim pozitivizmi vardır. Türkçü yönleri de olan Ahmet Rıza Bey’in, dönemin önemli aydınlarından Mizancı Murat’ın, daha liberal olanlarında ise kapitülasyonların uygulandığı imparatorlukta serbest piyasa ekonomisini savunacak kadar gözü kara bir liberal olan Prens Sabahattin’in etkileri vardır. Büyük arayışların, düş kırıklıklarının, umudun ve umutsuzluğun yarattığı hevesler, yenilgiler, savrulmalar vardır. Osmanlıcılıktan İslamcılığa, oradan Türkçülüğe yönelmeleri de, iç içe geçmiş milliyetçilikleri ve devrimcilikleri de nesnel koşulların ürünüdür. Unutmamak gerekir ki Yeni Osmanlılardan Tanzimatçılara, Tanzimatçılardan Jön Türklere, Jön Türklerden İttihatçılara uzanan süreç imparatorluğun çözüldüğü, çöktüğü bir süreçtir.
Sevabıyla günahıyla İttihat ve Terakki, 1908 Devrimi’nden sonra yeni bir sınıf yaratmaya çalışmıştır. Nitekim bu yeni sınıf, hem siyasi hem de iktisadi açıdan Milli Mücadele’nin lokomotifi olacaktır. Anadolu ve Rumeli’de kurulan milliyetçi derneklere öncülük edecek, halkı mücadeleye çağıracaktır. Kurtuluş Savaşı’na ilk adımda katılan subayların büyük bölümü İttihatçı geleneğin fedakâr fedaileridir. Kurtuluşta ve kuruluşta çok önemli görevler üstlenmişlerdir. Bu nedenle 1908 ile 1923’ü “değişim ve devamlılık, kopuş ve süreklilik” ilişkileri içinde ele almak, birlikte değerlendirmek gerekir. 1923’ü 1908’in uzantısı, devamı olarak niteleyen çok sayıda tarihçi vardır.
Cumhuriyet’in ilanını izleyen süreçte, Milli Mücadele’ye ön safta, en ön sırada katılan İttihatçı kadroların ağırlığı azalmaya başlamıştır. Atatürk’le farklı saflarda yer almaya yönelmişlerdir. Pek çokları, ulusal egemenlik temelli laik bir Cumhuriyet’i değil, meşruti monarşiyi savunmuşlardır. 1924 yılında Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele ve Adnan Adıvar öncülüğünde kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve 1930’da Ali Fethi Okyar liderliğinde kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası, çok sayıda eski İttihatçı’nın yer aldığı partilerdir. 1926’da İzmir’de Atatürk’e yönelik suikast girişiminde de İttihatçı kadrolar ön saftadır. Kendisi de eski bir İttihatçı olan Atatürk ise İttihatçılardan farklı olarak radikal bir Cumhuriyetçi, Jakoben bir devrimcidir. Çok gerçekçidir, akılcıdır ve tam bir zamanlama ustasıdır. Geçmişten gerekli dersleri çıkarmıştır. Toplumu çok iyi tanımaktadır. Geçmişte neyi nasıl yaptığımızın ve neleri neden yapamadığımızın bilincindedir. İttihatçılardan devraldığı yapının, İkinci Meşrutiyet deneyiminin artılarını ve eksilerini çok iyi hesap etmiştir. Ne yapılması gerektiği kadar ne yapılmaması gerektiğini de iyi bilmektedir.
Nesnel Koşullar Belirleyicidir
Bir cemiyet olarak kurulan, sonrasındaysa siyasal partiye dönüşen İttihat ve Terakki, klasik, Batılı anlamda bir siyasal yapı değildir. Kuruluşunda ve örgütlenmesinde Balkan komitacılarının derin izleri vardır. Bu nedenle işleyişi de, hukuk ve sandık anlayışı da kendine özgüdür. İktidara gelmek için de, iktidarda kalmak için de silah ve suikast dahil farklı yollara başvurmuştur. Örneğin, tarihimize 31 Mart Vakası olarak geçen 13 Nisan 1909 tarihli isyanın bastırılmasındaki öncüler de İttihatçı subaylardır. Hepsi siyasetle iç içedirler. 1912’de yapılan ve İttihat ve Terakki’nin ezici zaferiyle sonuçlanan seçimlere siyasi tarihimizde “sopalı seçimler” denmesinin nedeni de seçimlerin müthiş bir İttihatçı baskısı altında gerçekleşmesidir. Ünlü tarihçi Feroz Ahmad’ın da dikkat çektiği gibi İttihat ve Terakki, çok güçlü bir siyasal hareket olmakla birlikte, aynı oranda güçlü bir siyasal parti değildir. Bu nedenle 1912 seçimleri cemiyet için ölüm kalım meselesi haline getirilmiş, sandıktan zaferle çıkmak için her türlü önlem alınmıştır. Çünkü seçimlere, cemiyetin genç subaylar arasındaki desteğinin azaldığı, liberaller başta olmak üzere tüm muhalif unsurların bir araya geldiği Hürriyet ve İtilaf’ın güçlendiği bir dönemde gidilmiştir. Liberaller, pek çok önde gelen İttihatçıyı tasfiye edecek kadar güçlenmişlerdir. İttihatçıların seçimi kaybetmeye tahammülleri yoktur.
1912- 1913 Balkan Harbi olmasa, İttihat ve Terakki’nin işinin hayli zor olacağını, belki de tarihe karışacağını söyleyen pek çok tarihçi vardır. Bulgarların eski başkent Edirne’yi almaları, Çatalca’ya kadar yaklaşmaları dikkatleri savaşa çevirmiş, iç siyasetin gündemde geri plana düşmesiyle İttihatçılar da rahat bir nefes almıştır. 23 Ocak 1913’teki Babıâli Baskını ile ünlü tarihçi Sina Akşin’in deyimiyle “İttihatçıların o zamana kadarki denetleme, gütme iktidarı sona erer”. İktidara mutlak şekilde egemen olurlar. Ama tüm çabalarına karşın, nesnel koşullar imparatorluğun aleyhine işlemektedir. Gayretler, savaştaki dengelerin değiştirilmesine yetmez. Edirne’nin geri alınması müthiş bir itibar sağlasa da, eskiye oranla daha güçsüz oldukları bellidir. Bu gerçek onları çeşitli arayışlara yöneltmiştir. Teşkilat-ı Mahsusa da bu arayışların ürünüdür. Kesin kuruluş tarihine ilişkin görüşler farklı olmakla birlikte, İttihatçılar tarafından 1913 veya 1914 yılının bahar aylarında kurulduğu bilinmektedir. Kuruluş tarihini 1908’e kadar geri götürenler de vardır. Teşkilat-ı Mahsusa’nın istihbarat ve propaganda çalışmalarının yanında en temel görevlerinden biri de, Bulgar çetecilere karşı direnmek, Balkanlardan sürülen Osmanlıları göç yollarında korumaktır. Bu paramiliter örgütün önde gelenleri arasında Ohrili Eyüp Sabri’den Bahattin Şakir’e, Süleyman Askeri Bey’den Kuşçubaşı Eşref’e, İsmail Canbulat’tan Nuri Conker’e, Hüsamettin Ertürk’ten Yakup Cemil’e dek pek çok isim sayılabilir. Milli marşımızın şairi Mehmet Akif Ersoy da, Sadi-i Nursi de örgüt için çalışmıştır.

Tarih, Film Şeridi Değildir

İç ve dış dengelerin ortaya koyduğu gerçek, imparatorluğun çözülmekte olduğudur. Bu durum, İttihatçıları ittihad-ı anasır politikasını terk etmeye zorlar. Artık farklı milletlerin, etnik kümelerin Osmanlı çatısı altında birlikte yaşamalarını sağlamanın şartları kalmamıştır. İttihatçılar, bir yandan İslam birliği unsuruna daha çok yer verirken, diğer yandan da özellikle imparatorluğun Arap bölgelerinde liberal, ademi merkeziyetçi politikaları öne çıkarırlar. 1913 yılında öldürülen Mahmut Şevket Paşa sonrasında ülke yönetiminde dizginleri tamamen eline alan İttihat ve Terakki, orduda köklü bir temizlik hareketi başlatır. Muhaliflerini, yaşlı subayları tasfiye eder. Alaylıların yerini mektepliler, ihtiyarların yerini gençler, muhaliflerin yerini İttihatçı subaylar alır.
İttihatçı önderliğin Talat ve Cemal Paşa ile birlikte sacayağını oluşturan Enver Paşa Almanlara yakınlığıyla bilinmektedir. Birinci Dünya Savaşı başladıktan birkaç gün sonra, 3 Ağustos 1914’te Almanlarla gizli bir ittifak antlaşması imzalanır. Ama Feroz Ahmad’ın deyimiyle “1914 Ağustos başında savaş başlamasa, imparatorluğun nereye gideceğini kestirmek çok zordur”. Aslında İttihatçılar Almanlarla ittifak yapmaya çok da gönüllü değillerdir. Öncesinde İngiltere, Fransa ve Rusya ile anlaşma yapmaya çalışmış, başarılı olamamışlardır. Çünkü savaşın en büyük ganimeti Osmanlı topraklarıdır. Üç büyük devlet de Balkan Harbi’nde küçük devletlere karşı hezimete uğramış Osmanlı Devleti’yle ittifaka yanaşmamıştır. Daha da vahimi, Almanlar bile Osmanlı ile ittifaka hemen rıza göstermemişlerdir. Savaş başladıktan, İstanbul ve Boğazların önemi daha da belirgin hale geldikten sonra, Osmanlı ile ittifakı kabul etmişlerdir.
İttihatçılar, savaşta muharip olmamak için de çok çabalamışlardır. Savaşın kısa sürede, en çok bir yıl içinde sonuçlanacağına inanmışlardır. Ama savaş dışında kalma lüksleri yoktur. Osmanlı ise savaşacak maddi güçten yoksundur, hazine tamtakırdır, maaşlar ödenememektedir. Günlük giderler bile Berlin’den gelen parayla karşılanmaktadır. Tüm bunların kaçınılmaz sonucu olarak da Osmanlı ordusunun komutası Berlin’in elindedir. İngilizlerin “buldog” lakaplı ünlü devlet adamı W. Churchill’in “Osmanlının savaşa katılması, savaşı iki yıl uzattı” şeklindeki sözleri, Almanların Babıâli’yi savaşa sokmaktaki asıl niyetinin özeti gibidir. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlıların Çanakkale’den sonraki en büyük başarısı olan ve İngiliz ordusuna ağır darbe indirilen Kut-ül Amare Zaferi’ni de unutmamak gerekir. Dahası, Çanakkale’deki destansı direniş Rusya’daki devrimcilerin işini kolaylaştırmış, Bolşevik iktidar da Rusya’yı savaştan çekmiştir. İttihatçıların büyük bölümü, savaş boyunca Almanlara yük olmadıklarını, Almanlarla eşit iki müttefik olduklarını düşünmüşlerdir. Ancak 1918 yılına gelindiğinde, savaşın Almanların başarısızlığıyla sonuçlanacağı belli olmuştur. Almanya, İngiltere ve Fransa’yı pazarlığa ikna edemeyince, kaderine razı gelmiştir. Balkanları verip Arap topraklarına sahip çıkarak imparatorluğu elde tutacaklarına inanan İttihatçılar ise bunun olanaksız olduğunu kısa sürede görmüşlerdir.
Osmanlı savaşa girmeseydi, Osmanlı’nın sonunun ne olacağını veya savaşın nasıl biteceğini kestirmek zordur. Çünkü tarih bir sinema film değildir. Filmin geriye sarılması, sahnenin yeniden oynatılması, görüntülerin tekrar izlenmesi olanaksızdır. Cumhuriyet sonrasındaki gelişmeleri ele alırken 1908’in yarattığı deneyimi, bıraktığı birikimi akıldan çıkarmamak gerekir. Siyasi partilerdeki iç çekişmeyi, genel başkan sultasını, lider diktasını, rakipleri eleme yöntemlerini düşünürken de başvuracağımız en temel yapı, İttihat ve Terakki’nin mirasıdır. Bu yüzden, İsmet Paşa’nın, idamını engellemek için büyük çaba gösterdiği eski dava arkadaşı ve sonraki siyasi rakibi Celal Bayar’ın şu sözü önemlidir: “Unutulmasın ki ben de bir İttihatçıyım”.
Dr. Barış DOSTER

EMPERYALİZMİN BOYALI EŞEĞİ!

EMPERYALİZMİN BOYALI EŞEĞİ!

Emperyalizm aynı oyunu bıkmadan, usanmadan oynamaktadır. Aynı eşeği bazen turuncuya, bazen de başka bir renge boyayıp, değişik kişilere satmakta son derece ustadır. Hatta bu boyalı eşeği satarken, para almak şöyle dursun, üste para bile vermektedir. Kimine 2. Cumhuriyetçilik diye satar, kimine “Yeni Osmanlıcılık” diye…

Kazanmak için her yol geçerlidir onun için. Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmak söz konusu olunca papaz külahını da kullanmaktadır, imam sarığını da, etnik milliyetçiliği de, ana dili de… Yeter ki kazansın…

Son dönemde bir laf sürülmüştür piyasaya… “Osmanlı Milletler Topluluğu”… Gördüğünüz gibi emperyalizmin çıkarları söz konusu olduğunda her dalda tahrifat yapmak onlar için geçerlidir.
“Milletler Topluluğu” kavramının belleklerde yaptığı çağrışım, “İngiliz Milletler Topluluğu” ifadesidir. Kıtadan kıtaya yelken açan İngiliz emperyalizmi, sömürgeciliğini maskelemek amacıyla “Milletle Topluluğu” kavramını üretmiştir. Hâlbuki İngilizler kendilerine “Üzerinde Güneş Batmayan Büyük Britanya İmparatorluğu” demiştir.
Biz dönelim Osmanlı’ya… Osmanlı Devleti tarihin son büyük feodal imparatorluğudur. Ve her feodal devlet yapısı gibi farklı etnik kökenlerden ve farklı inançlardan oluşan bir yapıdır.
İnsanlık tarihi ulus devlet aşamasına geldiğinde Osmanlı Devleti kendi iç dinamikleriyle gelişip kapitalizme geçememiştir. Dünyada gelişen kapitalizmin, sanayi devrimi aşamasıyla dışa açılmaya başladığı dönemde ise emperyalist devletlerin iştahını kabartan dev bir coğrafyadır, Osmanlı Devleti. Asya’ya ulaşmada köprü yapısıyla olduğu kadar, yeraltı kaynaklarıyla ve büyük nüfusuyla geniş bir pazardır aynı zamanda…
Dönemin emperyalist devletleri bu yaşlı devi paylaşma konusunda aralarında anlaşamadıkları içindir ki, Osmanlı Devleti’nin ömrü uzamıştır. Ona “Hasta adam” diyenler de Batılılardan başkası değildir.
1838’de imzalanan “Hünkâr İskelesi Anlaşması” Osmanlı tarihinin teslimiyet noktasıdır. Bu tarihten sonra Osmanlı artık yarı feodal ve yarı sömürge bir devlettir. Osmanlı ellerini havaya kaldırmış ve beyaz bayrağın gölgesinde emperyalizme teslim olmuştur.
Görüldüğü gibi Osmanlı, emperyalist İngiltere gibi bir “Milletler Topluluğu” hiç olmamıştır. Osmanlı ne sömürgecidir, ne de emperyalist…
I. Paylaşım Savaşı’na zorunlu olarak girmiş, Mondros mütarekesiyle teslim alınmış, Sevr Antlaşması’yla da parçalanmak istenmiştir.
Çanakkale savunması bizim tarihimizde vatan kavramının, yurt savunmasının çekiçle örs arasında oluştuğu dönemdir. Milli Türk Devrim tarihi Mustafa Kemal önderliğinde yeni dönemine 19 Mayıs 1919’da geçmiştir. Türkiye, tarihte emperyalizme karşı bağımsızlık savaşı verilerek kurulmuş ilk ulus devlettir. Bu nedenle Kemalist Devrim ve Mustafa Kemal, emperyalizmin en büyük düşmanıdır.
Emperyalist güçler, şu gerçeği çok iyi bilmektedir.
Dünyaya egemen olmak için Ortadoğu’yu denetim altına alacaksınız…
Ortadoğu’yu denetlemek için de Anadolu’yu elinizde tutacaksınız.
Çünkü Anadolu Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’nun amiral gemisidir.
Şu gerçeğin altını özenle çizmeliyiz. Ulus devletler, ırk/etnisite temelinde kurulan yapılar değildir. Bu konuda kendi tarihimize bakmak yeterlidir. Bağımsızlık Savaşı’mız boyunca Mustafa Kemal’in yanında duranlar ve emperyalizm ile işbirliği yapanlar vardır.
Devrim süreçleri, uzun ve kesintisiz yolculuklardır. Bu uzun yürüyüşte, hemen her aşamada saf değiştirenler olmuştur ve tarih boyunca da olacaktır.
Bu iki duruşu gösterenler arasında Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Arnavut, Ermeni, Rum her kesimden insan vardır. Bir diğer deyişle devrimden yana olanlar ile karşıdevrimde hizmet edenler…
Bugün Türkiye’yi ulus devletimizi yıkmak ve onun yerine federal bir yapı kurarak küçük ve çakma devletçikler yaratmak isteyen emperyalizm, milletin azim ve kararıyla yine yenilecektir. Türk tarihi bu savaşı kazanacak yeterli birikime sahiptir.
Biz dönelim “Osmanlı Milletler Topluluğu” ifadesine… İlk kullananlardan biri Hasan Celal Güzel’dir.
Abdullah Gül Refah partisi milletvekiliyken 19 Aralık 1992’de yaptığı bir konuşmada şunları söylemiştir;
“İkinci Cumhuriyet, Yeni Osmanlıcılık kavramlarının ve bu tartışmaların ortaya gelmesini ben çok sağlıklı olarak görüyorum ve geleceğe ümitle bakıyorum.”
Görev yaptığı ülkeleri karıştırmasıyla tanınan ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Eric Edelman ise göreve başlar başlamaz, “Yeni Osmanlı Brifingi” verdirmiştir. Bu Brifinge 10 gazeteci ve üç tarihçi katılmış ve ardından yazılan ve/veya yazdırılan yazılar Osmanlı’ya özlemi dile getirmesiyle dikkat çekmiştir.
BOP Eşbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ise 2009’da gazeteci ve televizyon yöneticilerine Dolmabahçe Sarayı’nda verdiği iftar yemeğinde Osmanlı’nın “Güçlü ve ayakları yere basan” dönemlerini hedef göstermiş, Yeni Osmanlıcılık özlemlerini dile getirmiştir.
Bizim şu anda üniter yapımızı çok güçlü kılmamız lazım. Ama şimdi şöyle bir Osmanlı’ya baktığımız zaman, Osmanlı çok rahattı. Çünkü ayaklarını yere sağlam basmıştı. Pergelin bir ucu her tarafa rahatlıkla dönebiliyordu. Bu noktadaydı. Şimdi bizim Türkiye Cumhuriyetimizi o noktaya getirmemiz lazım”…
Ayrıca Mehmet Metiner’in yazdığı “İkinci Cumhuriyet” (1993) adlı kitapta Erdoğan, “Osmanlı tipi eyalet” isteğini yinelemiştir.
Hepsinin fikir babası ise George Friedman’dır. Friedman, “GELECEK YÜZYIL 21. Yüzyıl İçin Öngörüler” adlı kitabında “Yeni Osmanlıcılık”ın senaryosunu yazmıştır. O senaryoya göre Türkiye 21. yüzyılın yeni ve en (!) büyüklerindendir.
Davutoğu, 2009’da Kızılcahamam toplantısında; “Osmanlı’dan kalan bir mirasımız var. ‘Yeni Osmanlı’ diyorlar. Evet, Yeni Osmanlı’yız. Bölgemizdeki ülkelerle ilgilenmek zorundayız.” demiştir.
Davutoğlu, 2009 Ekim ayında Saraybosna’da yapılan “Osmanlı Mirası ve Bugün Balkanlarda Yaşayan Müslüman Topluluklar” konulu konferansta da bu görüşü açıkça ifade etmiştir.
WikiLeaks belgelerinde yer alan ABD’li diplomatların bilgi notlarındaki Ahmet Davutoğlu, yorumlarını kendisini bizzat teyit etmiştir. Davutoğlu’nun teyit ettiği bilgiler, Washington Post gazetesinde Jackson Diehl tarafından kaleme alınmıştır.
J. Diehl, Washington’da görüştüğü Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun kendisine “Türkiye’nin eski Osmanlı toprakları üzerinde liderliğini yeniden kurma” hayalinden bahsettiğini yazmıştır. “İngiltere, eski sömürgeleriyle bir milletler topluluğu halinde, neden Türkiye eski Osmanlı topraklarında, Balkanlarda, Ortadoğu ve Orta Asya’da yeniden liderlik kurmasın? ” (Milliyet, 07 Aralık 2010)
İşin aslı “Yeni Osmanlıcılık” söylemlerinin Büyük Ortadoğu Projesi’nin ana unsurlarından birini oluşturmasıdır. İktidarı oluşturan çeşitli isimler tarafından farklı tarihlerde gündeme getirilmiş ve Osmanlı düzeninin ülkemiz için “hayırlı” olacağı söylenmiştir.
Davutoğlu’nun İstanbul’da gazetecilere yaptığı 2010 yılı değerlendirmesinde WikiLeaks belgelerinde çıkan “Gizli Gündem Yeni Osmanlıcılık” şeklindeki ifadelerin “psikolojik harekât” olduğunu söylemesi de hiç de inandırıcı değildir.
Davutoğlu, Türkiye’nin komşuları ve yakın çevresiyle kurduğu iyi ilişkileri sarsmak için Ortadoğu ve Balkanlar’da özellikle aydınlarda yerleşik Osmanlı karşıtlığını uyandırmak amacını taşıdığını söylemiştir.(!) Ne kendisinin, ne de Başbakan’ın bugüne kadar “Yeni Osmanlıcılık” ya da “Osmanlı Milletler Topluluğu” ifadelerini kullanmadığını(!) ancak dış politikada tarih bilinciyle hareket ettiklerini ileri sürmüştür.
Sayın Bakan zeytinyağı gibi üste çıkmaya çalışmaktadır. Ama nafile… Güneş balçıkla sıvanmıyor çünkü…

“Osmanlı Milletler Topluluğu” kavramı, Türk toplumunun kendi tarihe olan köklerini kullanarak kanla, irfanla, devrimle kurulan Cumhuriyet’imizin parçalayarak, Ortadoğu’nun sınırlarının yeniden çizilmesi için sahneye konulan BOP’nin ”BÖL VE YUT” politikasının örtüsüdür.

Bu proje bir ayıraç görevini görecektir.

Gazanfer ERYÜKSEL

Bu politikayı, saklamaya hiçbir söylem yeterli olmayacaktır. Milletin azim ve kararı Tam Bağımsız Türkiye’nin teminatı olmaya devam edecektir.
Artık eşeğin boyaları dökülmüş, uyuz derisi açığa çıkmıştır.

Cumhuriyet…


Aslında anlamıyorum:
AKP Türkiye’nin altını üstüne getiriyor, devlet yerlerde sürünüyor, kirli işler havalarda uçuşuyor…
Ama CHP karışıyor…
Medya, tarihinin en berbat günlerini yaşıyor, her gün bir iktidara yamanma-yanaşma kepazeliği ortaya dökülüyor…
Ama Cumhuriyet gazetesi karışıyor…
*
Cumhuriyet’in en yeni mensubuyum.
Henüz palto asacağının yerini öğrenemediğimde ve gazetenin arabası niyetine gidip komşunun arabasına oturduğumda… Başımın üzerinde uçuştu açıklamalar, iddialar, laflar…
Doğrusunu isterseniz Türkiye bu haldeyse, tabii ki irili ufaklı günahlarımız var…
Söylenecek sözler olmalı…
İyi ama zamanı mı?…
Laik cumhuriyeti silip süpürmeye karar vermiş istilacı, kuşatmayı daraltmaya devam ediyor…
Altı ay sonra seçim var…
Ve bu seçim, savaş alanını kimin temizleyeceği seçimidir…
Zaman dar…
*
Cumhuriyet gazetesi ise laik cumhuriyetin sembollerinden birisidir.
Bu gazetenin çalışanları her sabah, o sembollere ruh vermek uğruna kendi varlıklarını feda etmiş insanların duvarlardaki fotoğraflarının önünden geçip giriyorlar.
En yeni tanığıyım; genç gazeteciler çoğu haberleri gözleri dolu dolu yazıyorlar… Toplum, medyadaki densizliklere, yalana, kirli ilişkilere prim verirken, çağdaş insanların kendilerini yalnız bıraktığının burukluğunu duya duya…
Sırası mı?..
*
Cumhuriyet, kişiler üstüdür ve bir kurumdur, adı üzerinde…
Ne yapabiliriz; Cumhuriyet’in arkasında işadamı patron yok, iktidarın nimetleri yok, tarikat yok…
Sadece okurlarının aldıkları o birer gazetenin gücü var…
İktidarın gazeteleri promosyonlarla beşer yüz bin, tarikatın gazeteleri gönüllü dağıtıcılarla neredeyse birer milyon satarken… Çağdaşlığı savunan her sayfaya, her satıra, her kelimeye, her harfe ihtiyacımız var…
Cumhuriyet’e kıymayın…

29 Aralık 2010 Çarşamba

Yalaka…


Yalakasın…
Yalakalık senin vazgeçilmez parçan…
Gözün, dilin, kulakların, burnun, çenen…
Tepeden tırnağa yalakalıktan ibaret oluvermişsin…
*
“Hız seven Başbakan” diyorsun…
Başbakan yabancı konuklarını da arkaya oturtup saatte kaç kilometre hızla gitti Dolmabahçe’den Çırağan’a?…
Saatte 10 kilometre hızla…
*
Adın, yaşın değişse de ben seni uzaktan tanırım, yalakalığından…
Sen Süleyman Demirel’e de “Beyefendi saçlarınız lüle lüle” demiştin. Oysa Demirel keldi… Turgut Özal’a “Ne kadar da formundasınız” dedin, kilodan öldü…
12 Eylül sonrası Kenan Evren’e de “Paşam, sayenizde demokrasi rayına oturacak” dediğine tanığım.
Geçen gün ne diyordun:
“12 Eylül’ü yapanlardan hesap sorulsun…”
*
Tayyip Erdoğan “Bize AKP diyorlar, baksınlar, bizim adımız AKP değil, AK Parti’dir” dediğinden bu yana AKP yerine “AK Parti” diyorsun konuşurken-yazarken…
Seni yalaka…
*
Diyelim ki; CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, Ahmet Kaya’nın mezarını ziyaret edince “Siyasi çıkar için duygu istismarcılığı” yapmış oluyor.
Başbakan Ahmet Kaya’dan diziler okuyunca sana göre:
“İleri demokrasi…”
Tıpkı iktidarın Celal Talabani, PKK, Abdullah Öcalan ile görüşme ve pazarlıklarına “çözüme doğru adımlar” derken… CHP’nin, TBMM’de bir siyasi parti olan BDP ile görüşmesine “Kürtler ile dans” dediğin gibi…
*
Bence bu ülkenin ciddi sorunu sensin…
Senin yüzünden bu topraklarda yaşayanlar çok acı çektiler… Yalakalık yapayım derken, onlardan gerçekleri sakladın, aldattın, yanılttın… Senin yalakalıkların yüzünden yanlışlar gizli, suçlar örtülü, hatalar kapalı kaldı…
Hep güçlünün yanında olduğun için yalaka, güçlü yaptıklarını doğru, ettiklerini haklı gördü her zaman…
Yine işbaşındasın…
Hiç utanma duygun yok…
Utanmazsın, utanmaz…

28 Aralık 2010 Salı

AYAKLANMA İÇİN TÜRKÜ DE HAZIRLAMIŞ ALÇAKLAR, ADI , ÇARÇELLA, UYANIN



Alın yazısı terk etmiyor bizi hiç, dün de öyleydi, bugün de aynı. Nerden çıktı bu isyan, iç savaş, kalkışma, ayaklanma gibi laflar diyeceksiniz ve soracaksınız, neden, neden şimdi, diye, haklısınız. Sabırla dinlerseniz, anlatayım…

Şemdinli’de bize pusu kurdu bu hainler, hem de ağır bir pusu.  Düştük, evet, pusuya düştük, düşmeyip de ne yapacaktık; askerimize yardıma gidiyorduk, gitmeliydik, yardıma giden tek vardı, çıktık yola, bile bile. Pusuya da düştük, elbet bile bile. Sadece pusu olsa ise, bir de mayın, öyle ya hainlik kolay değil, işi sağlama almak istemişler, pusuya ilave bir de mayın döşemişler. Mayına da bastık, basmayıp da ne yapacaktık, kaç yol var ki karakola giden, tek. Bir askerimizi ağır yaralandı, kalan beş kişi sağlam, kurtulduk, hem mayından hem de pusudan. Sonrası çatışma, çatışma, çatışma, yedi-sekiz saat süren çatışma. Hainleri pişman ettik kahpeliklerine, kaçabilen hainler zor kurtardı canını, ama biz, biz altı kişi, biri ağır yaralı, ayaktaydık, sağ ve de salim. O yaralı askerimiz de sonradan iyileşti, iyi şimdi.

Bu olayı unutmadık biz. Biliyorduk ki bu çatışmadan sağ çıkmak bizler için, mucizeydi sağ salim geri dönmek, ama döndük. Alın yazımız dedik, buna inandık, öldürmeyen Allah öldürmüyordu.  Yer Şemdinli, yıl 1992, 30 Ağustos. Sonra geçti yıllar, emekli olduk, baktık ki askerimize ağır hakaret ediyorlar, korkaklıkla, hainlikle suçluyorlar, dayanamadık, yazdık. Yazar değiliz ama yazdık; Şemdinli’de Sınırı Aşmak. Okudunuz ve bir yazar yaptınız bizden, sağolun. Askerimize saldırılar dinmedi hiç, bizim de yazdıklarımız bitmedi hiç. Beş yıl sonunda gerçeği anlatan yedi kitap oldu, buna da alın yazısı dedik biz ve inandık.

Son yazdığımız Kurt Kapanı, hem akademik hem güncel, hem de ilkokuldan alın en yaşlımıza, eğitici ve öğretici bir ders kitabı nerdeyse. Öyle ya bu saatten sonra aşk romanları yazacak değildik ya. Belki de son demiştik, son kitabımız bu, nasıl olsa her şeyi anlattık, gerçekler kor ateş olmuş, görmemek için kör olmak lazımmış, dünya alem duydu bizi, diyerek son noktayı koyduk. Ama yaşananlar unutulmuyor, şehitler unutulmuyor, o 80 ve 90’lı yıllarda çektiklerimiz, hepimizin çektikleri unutulmuyor, şehidimizin acısını yüreğimizden düşüremedik, geçse de yıllar. Geçse de onca yıl, dinmedi şehit haberleri, dedim yazayım, bir de şehitlerimizi yazayım. Özel olsun dedim bu kitap, yalnız şehitler ve anıları, anılarımız. Ekim 2010 itibariyle başladım yazmaya, öyle yazmak değil, sanki anıları gerçeğe dönüştürürcesine gün boyu yazmaya başladım. Gece yatıyorum şehitler, sabah kalkıyorum , şehitler ve arada geçen zamanda yazıyorum, hep yazıyorum. Düşünüz halimizi…

Çarçella ya da Çarçele bir dağ. Konur ve Bembo vadisine hakim. Oradan çıkan teröristler Beyyurdu gediğini tutuyor, o gediği geçmek için akla karayı seçiyoruz. Çok çatışmaya girdik, çok gezdik, tanıyoruz Eşek Kapısı’nı, Gevaruk’u, Bembo’yu, dedik oradan başlayalım anlatmaya, yeni kitabımızı size hazırlarken. Bu arada ülkemizde olaylar durmuyor ve ön plana çıkan ya Şemdinli ya Yüksekova, ya Hakkari. Bu Çarçella da tam üçünün ortasında. Çarçella’yı yazarken, dedim bir araştırayım, güzel bir resmi internette var mı diye. Bir baktım ki, internet Çarçella dolu; Rotinda Çarçella. Şaşırdım, afalladım, ürperdim, nedir bu deyip daha da araştırdım. Bir baktım ki ne göreyim; bir isyan türküsü bu yer, Çarçella. O, yıllar önce gezdiğimiz, dolaştığımız, çatışmalara girdiğimiz yerler, bir isyan türküsüne konu olmuş, hayret.

Türkü isyan türküsü olunca, hemen isyanları yeniden araştırmaya başladım, ta Osmanlı’dan. Bir baktım, ilk isyan, Şey Ubeydullah ve Şemdinli’den, Bağlar köyünden, Seyyid Taha’nın oğlu. Seyyid Taha, Iraklı şeyh Halidi Bağdadi’nin halifesi. Nakşibendi tarikatını Anadolu’ya yayan kişiler. Biraz daha derine daldım, bir baktım; Kürt Teali Cemiyetini kurup, Kurtuluş savaşımızda Koçgiri isyanını başlatan Seyyid Abdulkadir, Ubeydullah’ın oğlu, o da Şemdinli’den, o da Nakşibendi halifesi. Derinlik büyük, hala dalmaya devam ediyoruz ve yazıyoruz sizler için.

Tam bu sırada PKK’nın partisi BDP başkaldırıdan bahsediyor, Hasip Kaplan diye biri, bize göre sözde vekil. Ardında iki dil, özerklik, bayrak, ardından Barzani, Kürt devleti, Birleşik Kürdistan lafları, ardından Abdulkadir Aksu’nun demeçleri,  Barzani’ye verdiği destek ve nihayetinde MHP Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli’nin sözleri; ayaklanma hazırlığı var…

Beynimizde bir şimşek ve yıldırım dün gece çaktı, ağır çaktı ve uyandırdı bizi. Bu ayaklanma hazırlığı, başkaldırı hazırlığı, bir de buna Çarçella türküsü eklenince, olayın ciddiyetini hem size hem de devletin sorumlu makamlarına duyurabilmek için, şimdi de bu isyan çığırtkanlığını size anlatayım istedim, zaten yazmıştım ay önce, yazı hazırdı, bir bu satırları ekledik öncesine ve hemen size gönderdim; bakın alçaklara ve alçaklıklara( Bu yazı, Ekim ayında tarafımdan yazılmaya başlanmıştır);
“Onca dağ varken ülkemizde neden Çarçella, Cudi değil, Gabar değil, Munzur değil?   Dışarıdan batlığınızda, bir şarkı ya da bir türkü gibi geliyor Çarçella ama değil. Mesele şarkıların, türkülerin, halayların çok ama çok ötesinde. Bu derinliği görebilmek için, yine Cem Ersver’e başvurmamız gerecek ve ona soracağız, neden, diye. Hayatta olsaydı eğer, inanınız bize şunları anlatacaktı;
Apo vampiri Şemdinli Üçgeni’ne özel bir önem veriyordu ve PKK’nın “Her şey bir parça özgür vatan toprağı için” sloganındaki özgür vatanın Şemdinli olacağını söylüyordu. Şemdinli, Çukurca ve Uludere güneyindeki Irak toprakları ile bağlantıyı kuran ve gerilla faaliyetlerinin yoğunlaştığı bir alandı. Şemdinli’nin tercih edilmesinin nedenleri şunlardır; Şemdinli, Çukurca ve Uludere’den daha fazla sınır hattına sahiptir. Van ve Hakkâri’ye açılmaktadır. Sadece Irak değil, İran üzerinden de yönelmek mümkündür. Van ve Hakkâri üzerinden yönelmek, ablukaya almak ve tecrit etmek planlanmıştır. Coğrafyası gerilla savaşına çok müsaittir#. Manevra alanı çok geniştir. Geri cephe imkânları her bölgeden daha fazladır. Düşürüldükten sonra savunma yönünden, Apo’nun ceviz kadar beynine göre kolaylıklar mevcuttur. PKK faaliyetleri açısından; Hakkâri, Çukurca, Uludere, Şırnak, Gürpınar, Özalp, Çatak, Şemdinli’den daha ileri düzeydedir. Buralarda yapılacak yoğun bir çalışma ve gerilla faaliyeti ile Şemdinli tecrit edilmiş olacaktır…”
 İlk cevabı, bu sözleri ile Ersever veriyor; eğer ki bir parça özgür vatan olacaksa, burası Şemdinli olmalıdır. Çarçella nerede? Şemdinli’de. Demek ki, Çarçella bir direniş noktası gibi görülüyor, bu açık. Ama sadece bu değil, dahası var. Dahasını da Ersever’e soracağız, çünkü boşa yaşamadı o, bir ömür verdiği teröre karşı mücadelede, onun tecrübeleri bizlere ışık tutacaktır;
“1991 yılı faaliyetleri Apo’ya bazı yeni girişimler için müthiş cesaret verdi. Kafasında iki konu vardı; birincisi Botan-Behdinan Savaş Hükümeti, ikincisi de Kürdistan Ulusal Meclisi seçimi ve oluşturulmasıydı…
1992 başlarında Türkiye-Irak sınırının Türkiye tarafındaki sınır karakollarına saldırıp ortadan kaldırılması, planın ilk adımıydı#. Böylece 330 kilometrelik sınır boyunca dizilen sınır karakolları kaldırılacak ve Türkiye tarafında bir kurtarılmış bölge yaratılacaktı. Diğer yandan Irak tarafı zaten PKK’nın denetimindeydi ve sahadaki onlarca kampta binlerce militan, sabahtan akşama kadar silahlı eğitim görüyordu. Bu gücün elinde onlarca çeşitli çapta havan topu, uçaksavar, binlerce roketatar ve on binlerce piyade tüfeği mevcuttu. Apo, bu silahlı gücü, sınır karakolları kaldırıldıktan sonra, sınırın her iki tarafına konuşlandırmayı ve bu sahada Botan-Behdinan Savaş Hükümeti kurmayı amaçlıyordu…”
Düşünceleri, düşünceler öldürüyor insanı, duydukça, okudukça yeniden yeniden, alıp götürüyor insanı karanlıklara, daha karanlık düşüncelere Burada anlatılan Şemdinli’ye 1992 Temmuz’unda atanmıştık. İmralı’da yatan hainin böylesi planından bizim haberimiz yoktu, başkalarının belki olabilir ama bizim yoktu. Temmuz 92 itibariyle PKK’nın, Ersver’in Botan ve Behdinan olarak tanımladığı bölgede yani  Şemdinli ve sınır boylarındaki durumu şuydu; Şemdinli’nin hemen güneyindeki Hakurk ana kamp. Bu kampın hemen doğusunda Zagros çadır kampı ve İran sınır boyunca Jerma ve Kelereş kampları. Hakurk batısı ve Şemdinli’nin Irak sınırı boylarında sırasıyla Basyan, Avaşin ve Zap kampları. Alınız, bu kamp yerlerini Şemdinli haritası üzerinde işaretleyiniz. Göreceğiniz tablo tüylerinizi diken diken edecektir, çünkü bu tablo içindeki Şemdinli, PKK tarafından üç cephede kuşatılmış duruma düşmüştür. Bu kamplardaki toplam  terörist sayısı beş bin civarındadır. Şemdinli jandarma taburunun mevcudunun iki binlerde olduğunu düşündüğünüzde, durumun ciddiyeti ve Ersever’in bize ne anlatmaya çalıştığı apaçık ortaya çıkacaktır. Silahlı bu beş kişi, on, on beş kişilik guruplara ayrılarak Şemdinli’nin Irak ve İran hudutlarını sarmıştır. Hedef seçilen bölgede, bu küçük guruplar bir ayara kolayca gelmekte, 250- 300 kişilik bir güç oluşturup istediği karakola saldırabilmekteydi.
Bir karakol mevcudunun da 100 civarında olduğunu düşündüğünde, yazdığımız bir kitabın adını neden “İhaneti Gördüm” diye koyduğumuz da anlaşılmış olacaktır. Ersever’in anlattığı gibi, bizim de size açıklamaya çalıştığımız gibi, bu silahlı eşkıyalar geldi ve saldırdı, bütün karakollara saldırdı. Sonuçta çok şehit verdik ama bunu da pahalıya ödettik o hainlere, bu konuda hepimizin içi rahat olsun, dediklerimiz doğrudur. Pahalıya ödettik ama burada, yıllardır ama yıllardır kendi kendimize sorduğumuz ama bir türlü yetkili makamlardan cevabını alamadığımız soru şudur;
  • PKK’nın bu planı bilinmiyor muydu?
  • PKK’nın Şemdinli’yi kuşatmaya aldığı bilinmiyor muydu?
  • PKK’nın Barzani bölgesinde konuşlanıp Şemdinli’yi çepeçevre saracak şekilde kamplar kurmuş olduğu bilinmiyor muydu?
  • Bu kamplardaki teröristlerin ortaya çıkıp Şemdinli’deki bütün karakollara saldırıda bulunacağı bilinmiyor muydu?
  • PKK’nın o dönemde, güvelik güçlerinin elinde bulunan silahlardan çok daha üstün silah ve cephaneye sahip olduğu bilinmiyor muydu?


Yaşadığım sürece bu soruların cevabını bulmak için çalışacağım. Onca kitap yazdık, onca açıklamalarda bulunduk, bugüne kadar daha bir yetkili ortaya çıkıp da, bizim ileri sürdüğümüz konularda bir açıklama yapmadı, yapamadı. Susmak, bizim yaşadıklarımızın yaşanmamış olduğunu kanıtlamaz, biz yaşadık bunları ve unutmadık ve de unutturmayacağız.

Şimdi düşünüyorum da, tüm gerçeklerden habersiz bir binbaşıyı, iki bine yakın vatan evladıyla Şemdinli’ye göndermek demek; ölüm demekmiş! Demek ki bizi ölüme göndermişler ama neden? Eğer ki yetkililer, “biz bunları bilmiyorduk” diyorlarsa, biz de o zaman “o makamlarda ne işiniz vardı sizin” diyeceğiz. Nasıl geldiniz o makamlara diye soracağız. “Biliyorduk ama müdahale edemedik, bölgede ABD vardı” derlerse, “TBMM’den ABD’li Çekiç Güç’ün gelmesi için tezkere çıkaran siz değil miydiniz” diye soracağız. “Üstelik bu tezkereyi haklın iradesi adına, bizim adımıza çıkardınız, halkımızın iradesi bu mu, evlatlarını bile bile ölüme göndermek mi”, diye soracağız.


Bu kadarını bilmiyorduk, derlerse, bize yeterli ve kesin istihbarat gelmedi, derlerse, biz de o zaman, “bu Milli İstihbarat Teşkilatı ne iş yapıyor”, diye soracağız. Yoksa bunlar “milli “ değil mi diye soracağız, bundan kurtuluşları yok! Yok çünkü 74 vatan evladı, bunların gafleti, dalaleti ve belki de ihaneti yüzünden şehit düştü Şemdinli’de, nasıl unutacağız bunu ve nasıl yaşayacağız bununla… Ama bugün, dünü tartışma zamanı değil, yarına bakma zamanı, çünkü sözümüz konusu olan vatan…

İşte bu Çarçella, neden Çarçella olmuş, şarkılar yazılmış, bir cevabı da bu; Botan-Behdinan Savaşa Hükümeti kurma meselesi. Neden Botan ve Behdinan diye soracak olursanız, bunun cevabı kolay; Botan; Şırnak, Hakkari ve Van arasında kalan bölgedir. Behdinan ise Barzani bölgesinde kalan Şırnak,Şemdinli hattının güneyindeki bölgedir. Bu iki bölge birbirini tamamlar. PKK’nın 92 tertiplenmesine bakacak olursanız, kamplarının yerine bakacak olursanız, Behdinan denilen bölgenin tamamını kapsamaktadır yani Behdinan eldedir. ABD’li Çekiç Güç de oradadır ve PKK’yı himaye altına almıştır. ,

Behdinan bölgesindeki en önemli PKK kampı Hakurk’tur ama Türkiye topraklarında değildir. Türkiye toprağı olup Hakurk’tan PKK güçlerini barındıracak, toplayacak, savunulacak, eyleme çıkılacak en uygun yer Çarçella’dır. Şemdinli’nin en hakim noktasıdır. Etrafında yerleşim birimi yoktur, gizlenmesi kolaydır. Çarçella’dan Çukurca, Yüksekova ve Hakkari’ye açılmak, oradaki terörist faaliyetleri yönetmek ve yönlendirmek çok kolaydır.

İşte Çarçella, bu yüzden Çarçella’dır ama neden şimdi adına türkü yakılmış da, o tarihlerde bu türkü yazılmamıştır. Çünkü PKK’nın o tarihlerde şarkılarla türkülerle uğraşacak zamanı yoktur. ABD’nin Irak’a müdahalesi ve kısmen işgali PKK’ya tarihi bir fırsat vermiştir. Çünkü ABD’nin küresel Kürdistan projesini gerçekleştirmesini düşündüğü güç, PKK’dır. Irak’ta Saddam’ın etkinliği kırılmış, Barzani peşmergeleri ve PKK güç kazanmış, geriye Türkiye’de bir halk ayaklanmasına iş kalmıştır. Eğer ki PKK, ABD’nin desteğiyle bu ayaklanmayı başarabilmiş olsaydı, inanınız 2003 Irak savaşı olmayacaktı. Çünkü ABD, hemen Saddam’ı devirecek, Barzani ve Talabani’yi Irak’ta, PKK’yı da Doğu Anadolu’da iş başına getirecekti, ama bu plan tutmadı Halkımızın sağduyusu bir isyana izin vermedi, PKK ne kadar zorladıysa da halkımız, bir ayaklanmaya kalkışmadı. İşte bu nedenle PKK’nın işi başından aşkın olduğu için Çarçella için bir türkü yazmaya fırsat bulamadı, belki de o tarihlerde gerek de yoktu. Ama ya şimdi?
Ama ya şimdi sorunu da, gelin Cem Ersever’e soralım, bakın ne cevap veriyor;
“PKK’nın halka yönelik, o tarihte yaptığı propaganda şuydu; yakında PKK, Kürdistan Ulusal Meclisi’ni seçecektir. Bu meclis de kurtarılmış bölgede(Botan, Behdinan) kendi içinde bir savaş hükümeti oluşturacaktır. Fakat bu meclis üyeleri, halk adına mücadelesiyle örnek olmuş delegeler tarafından seçilecektir#. Meclis adaylığına, delege seçilenler başvurabilecektir. Delegeleri ise, halk adına ama halka beraber PKK seçecektir. PKK bu konuda adil davranacak ve Kürdistan’a en fazla hizmet edenleri delege yapacaktır. Önümüzdeki günlerde, delege olabilmeniz, dolayısıyla meclis üyeliğine adaylığınızı koyabilmeniz ve meclis üyesi seçildiğiniz takdirde hükümete girip bakan olabilmeniz( kanaatimizce bu bakanlıklar; sığınaklar bakanı, jaji-sirik istifleme bakanı, Şutık bakanı, katliamlar bakanı, sosyalist ahlak yetiştirme bakanı, uyuşturucu bakanı, kaçakçılık bakanı vs. şeklindedir.) için, size tarihi bir fırsat doğmuştur, şeklinde propaganda yapıyorlardı…”

Ersever şöyle devam ediyor; “Apo, bu planla ilgili ajitasyon yaparken, ‘Emperyalistlerin çizdiği sınırı savaşla parçalayacağız ve yine emperyalistlerin birbirinden ayırdığı Kürt halkını savaş alanında birleştireceğiz’ diyordu”. Alın şimdi, Apo’nun bu sözlerini 2010’a taşıyın ve Barzani’ye kulak verin, tüm gazetelerde çıkan haber şöyle;

“Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani ve yeni kabineyi kurmakla görevli olan Başbakan Nuri El Maliki’nin de katıldığı kongre nedeniyle Erbil’de olağanüstü güvenlik önlemleri alındı. 1500 delege ile aralarında diplomat, siyasetçi ve basın mensuplarının da bulunduğu yaklaşık 2 bin 500 kişi Erbil’e giderken, kentin çeşitli yerlerinde oluşturulan kontrol noktalarında ayrıntılı aramalar yapıldı. Kongrede peşmerge reisi Mesud Barzani bir konuşma yaptı. Barzani, “Sorunlu bölgeler özellikle de Kerkük tüm halkların yaşam kenti olacak. Kerkük Kürdistanındır, bunu tartışmaya dahi açmıyoruz. Sorunlu bölgelerin bizim tarafa geçmesi, orada yaşayanlar için olumlu olur” diye konuştu. Birleşik Kürdistan oluşturmak istediklerini söyleyen Barzani bu konuda şunları kaydetti: “Kürtler tek parça ve bölünemezler. Kürtler parça parça olamazlar artık. Kürtler tek vücuttur ve dil ekseninde bölünemezler. Çok farklı lehçeler olsa bile, Kürtçe tek dildir.“
Burada bir konuşma yapan AKP Genel Başkan Yardımcısı Aksu da,  “Irak Kürt bölgesi ile önceliklerimiz örtüşmektedir. Ekonomilerimiz birbirini tamamlamaktadır. Erbil Başkonsolosluğumuz, bu yılın mart ayında açılmıştır. Başkan Barzani’nin liderliğindeki Irak Kürt bölgesel yönetiminin ülkemizle olan ilişkilerini derinleştirme, çeşitlendirme ve geliştirmeye katkısını önemsiyoruz. Diğer taraftan bölgemizde artık radikal ideolojiler ve terör yöntemlerinin miadı dolmuştur. Türkiye Iraklı Kürt kardeşleriyle dayanışma içinde olmaya devam edecektir” dedi…”
Biz tekrar dönelim geriye ve şu Apo’nun planına bir bakalım, sonrasında ne olmuş.. 92’de yapılmış olan bu plan yürümedi. Savaş hükümeti kurulamadı ayni Apo, bir halk ayaklanmasını başaramadı. ABD ve işbirlikçileri baktı ki bu Apo’da iş yok, onca desteğe rağmen bir ayaklanma bile yapamıyor, aldılar onu bize teslim edip bir “İmralı fenomeni” yarattılar, işi sağlama almak için. Ardından Erdoğan siyaseti geldi, başladı ”Kürt sorunu bizim sorunumuzdur, biz çözeceğiz” demeye.

Derken demokrasi ve insan hakları söylemleri araya girdi ve Apo’ya zamanında öğretilenler, bir bir yapılmaya başlandı.  Artık Apo gitmiş yerine İmralı gelmişti ve yattığı yerden örgütü idare ediyordu, daha doğrusu etmesine olanak veriliyordu. Habur olayı ile teröristler halk kahramanı gibi karşılatıldı ve teröristler, halkın temsilcisi durumuna getirildi. KCK adıyla, Apo’nun 92’de yapamadığını, İmralı 2010’da yaptı, planlanan halk meclislerini kurdu. Seçimlerini de açıktan açıktan yaptı. Geriye hükümet olmak kaldı. İşte Çarçella’nın da önemi burada yatmaktadır. Eğer ki Erdoğan siyaseti, 2011’de de iktidara gelirse, anayasa değiştirilecek ve “ülkenin birliği, bütünlüğü” gibi sözler rafa kaldırılacak. Anayasa’dan derhal “Türk” kimliği, adı, sanı, Türk ile ilgili ne varsa çıkarılıp toplum kimliksizleştirilecek ve Türk tarihi hafızalardan silinecek.

Doğu’da İmralı yönetime getirilecek ama ne fayda, Anadolu’nun insan ve kaynak yönetimi yabancıların yani Bizanslıların eline geçecek. Halk adım adım Hıristiyanlaştırılacak ve diyecekleri bize “bakın, Türkiye AB’ye giriyor ya da girdi”. Bu ihanet senaryosunun kansız şekli, Erdoğan deyimiyle “hazmetire hazmettire” uygulanacak şekli. Diyelim ki Türk milleti, nasıl bir ihanete çekildiği gördü, uyandı ve karşı koydu, iktidarı değiştirdi. Bu durumda Çarçella devreye girecek, İmralı, 92’de yapamadığı halk isyanını, bu kez “ demokrasi, insan hakları, kültürel kimlik” gibi söylemlerle gündem taşıyıp halk isyanına yönelecektir. 92’deki bir parça özgür vatan sloganı, yine Şemdinli iin atılmaya başlanacak ve olası bir isyan Yüksekova, Şemdinli ve Hakkari bölgesinden başlatılmaya çalışılacaktır.

Böylesi bir halk hareketinde direniş noktası ise Çarçella olacaktır. O yüzden türküler yakılıyor, ağırlar dökülüyor, Rotinda Çarçella adı dillerden dile dolaşıyor, yüzlerce internet siteleri kuruluyor. Tüm bunların anlamı, bilmeyenler için söyleyelim; devlete karşı bir isyan hazırlığıdır. Direniş noktası ise Çarçella’dır. Orada tutunamayacakları açıktır, Türk ordusu karşısında bir avuç dağlı Çarçella da olsa saklandığı, tek tek bulunur ve yok edilir ama iş işten geçmiş olur. Çarçella’da başlatılacak direniş dalga dalga Anadolu’ya yayılacaktır. Halkımız istese de istemese de, akıntıya sürüklenip gidecektir.

Çarçella’ya çıkanların hepsi ölecek, ölsün, kaydı mı var sanki ama aynı zamanda halk hareketi de başlatılmış olacaktır. Boşuna Habur’dan getirdiler teröristleri, boşuna mı gezdirmediler terörist elbisesiyle halk arasında, boşuna mı davul zurnayla karşılamadılar, hepsi planlı ve programlı. İşler umdukları gibi gitmezse eğer, bir başka bahara deyip çekilecekleri yer de şimdiden bellidir; Hakurk, Barzani bölgesindeki Hakurk, Şemdinli güneyindeki, Zagros dağlarının eteğindeki Hakurk. Belki büyük laflar söylediklerimiz, belki boyumuzdan da büyük, yazdıklarımız doğru da olmayabilir, elbet büyüklerimiz bizden iyi bilir ve düşünür ama bu anlattıklarımız göz ardı edilmemelidir çünkü devlet yönetimi ciddi iştir, boşlamaya gelmez…

Bize göre ihanet senaryosu budur. Tek başımıza bir şey olmadığımızı biz biliyoruz ama bu Çarçella peşinden koşanlara da bir çift sözümüz var; Burası Anadolu, biz Türklerin, ben Türk’ün diyenlerin, Ne mutu ki Türk’ün diyenlerin son Anadolu’sudur. Bundan başka bizim için Anadolu yoktur. Birinci Dünya Harbi’nde zaten iki Anadolu kaybettik, şimdi ise elimizde kalan son Anadolu’dur bu. Böylesi bir Anadolu’da, bu Anadolu’nun böylesi sahipleri karşısında ortaya çıkıp “Çarçella” diye türkü çağırmak, ateşle oynamaktır.


Ama Anadolu’da bu ateş, Çarçella diye dans edenlerin dağlarda yaktığı çoban ateşine benzemez. Bu ateş, eline alıp oynayanı yakar, kül eder, yok eder. Tarihten örnek istiyorsanız, bakın Tepedelenli Ali’ye, bakın Kürt Sait Bey’e, ne oldu, tepelendi gittiler. Yok, o kadar geriye gitmeyin, daha yakın örnek verin, diyorsanız, bakın Çanakkale’ye, bakın Dumlupınar’a, bakın Sakarya’ya, bakın büyük taarruza. Burası Anadolu, son yurdumuz, hepimiz aklımızı başımıza alalım ve ateşle oynamayalım, sonrasındaki pişmanlık hiçbirimizin işine yaramayacaktır… “

Şimdi diyeceksiniz laf zamanı geçti. Doğrudur. Meydanlar örgütlü toplum için vardır, sendikalar, sivil toplum örgütleri, dernekler, üniversiteler, odalar, borsalar, barolar... Anladığımız o ki, bizim ülkemizde meydan çok ama bu saydıklarımdan meydanda olan yok, meydana çıkan yok. Olsun, horoz biziz. Duvarda asılı horoz resminin altına “bu horozdur” DİYE YAZMANIN DA BİR ANLAMI YOK…Baktık ki sorumlu makamlar meydan da yok, biz her zaman hazırız, iş bize düştüğünde, ilk önce biz varız…


Erdal Sarızeybek

AFERİN VALLA TAYYİP SANA!


SEVGİLİ okuyucularım, bu yazıyı yazarken çok mutluyum! İnanın hiç böylesine mutlu olmamıştım. Bu nedenle, Tayyip’i kutlamayı da bir görev biliyorum.
Tayyip pazar günü Meclis’te son bütçe konuşmasını okudu. Çok önemli bir konuda suskunluğunu bozdu ve “Ortak dilimiz Türkçe” dedi. Sonra ekledi: “Ben
Kürtçülüğe karşıyım ama Türkçülüğe de karşıyım.” Ben de dedim ki “Bak aslanım Tayyip, bu ülkede Türkçülük yapan yok da, Kürtçülük yapan çok. Sen bunun bile farkında değil misin!”

Peki ben niçin mutlu olmuştum?
Tayyip konuşmasında “Biz tek milletiz” demeye başlamıştı. Biliyorsunuz, onun ağzından “Türk milleti… Ben Türküm” gibi sözleri duymaya alışık değiliz. Tam kürsüden “Biz tek milletiz” derken, MHP milletvekilleri bağırmaya başladılar:

“Hangi millet, hangi millet? Adını söyle!”
Tayyip bunun üzerine baklayı ağzından çıkarmak zorunda kaldı: “Türk milleti.”

İnanın, bunu duyunca yerimden zıplamış ve “Helal sana bu yollar Tayyip” diye bağırmış ve yanımdaki herkesi öpmeye başlamışım! Ben hatırlamıyorum, yanımdakiler söyledi.
“Türk milleti” diye bir kavram olduğunu onun ağzından duydum ya, dünyanın en mutlu insanıyım artık!
Siz de lütfen öyle olun, bu kadarla yetinin… Çünkü o sözü onun ağzından bir daha duyma olanağınız pek yok!

İPTAL REZALETİ
MUSTAFA Kemal Paşa 1919 yılı Aralık ayında Ankara’ya ilk kez geldiğinde seymenler tarafından törenlerle karşılanmış, sonra bildiğimiz gelişmeler yaşanmıştı.
Meclis Ankara’da açılmış, Ankara başkent olmuştu. Paşa’nın o günlerin köy benzeri kıraç kasabası olan Ankara’ya gelişi, Cumhuriyet tarihi açısından çok önemli bir olaydır.
Bu gün, Ankara’da düne kadar hep kutlanırdı. Seymenler yürüyüş yapar, zeybek oynar, sonra Harp Okulu öğrencileri silahlanyla birlikte muhteşem bir koşu düzenlerdi. Uygun adım koşu Ankara’nın önemli caddelerinde yapılır, “Her şey vatan için, ne mutlu Türküm diyene” gibi sloganlarla binlerce insanın arasından alkışlarla geçilirdi.
Ankara Valiliği bu yıl seymen gösterisiyle birlikte Harp Okulu koşusunun yapılmasına da izin vermedi ve ikisi de yapılamadı. Gerekçe ilginçti:
“Ankara halkının günlük yaşamında herhangi bir mağduriyet yaratılmaması ve genel hayatı olumsuz etkilememesi!”
Bu gerekçe komiktir, komik. İşin aslı, bunların Atatürk ve asker korkusudur.

Asker sindirilmeli, sesi kısılmalı, sadece 30 Ağustos ve 29 Ekim günleri geçit törenine katılmalıdır. Mümkünse o bayramlarda bile asker olmamalıdır!
Genelkurmay koşunun iptali konusunda dün bir bildiri yayınladı ve “Güzergah olmadığı gerekçesiyle” koşuya Valilik tarafından izin verilmediğini doğruladı. Koskoca Ankara’da güzergah kalmamış haa!
Sayın komutanlar, siz bu kadar ürkek olursanız, tırsarsanız, karşı taraf sizi ezmek için elinden geleni yapar ve yapmaktadır kardeşim. Hiç ağlaşmayın.
Eğer siz o töreni yapmak istiyorsanız, çıkarırsınız Harp Okulu öğrencilerini ve koşuyu başlatmak üzere olduğunuzu ilgili makamlara bildirirsiniz. Sıkıyorsa güzergah yaratmasınlar!

Bu işler böyle cici çocuk olmakla. Genelkurmay sitesinde bildiri yayınlamakla olmaz.
• • •
CHP Kırklareli Milletvekili Turgut Dibek bu konuda dün İçişleri Bakanı’nın yanıtlaması istemiyle TBMM Başkanlığı’na bir soru önergesi verdi:
“Seymen Alayı yürüyüşü bugüne kadar Ankara halkının günlük yaşamında ne gibi mağduriyet yaratmıştır? Genel hayatı nasıl olumsuz etkilemiştir? Bu konuda bugüne kadar Ankara halkından bir şikayet gelmiş midir? Ankara Valiliği’ne bu konuda Bakanlığınızca bir talimat verilmiş midir?”
DSP Genel Başkan Yardımcısı, eski Milletvekili Uluç Gürkan da İçişleri Bakanı’na sorular sordu:
“Atatürk’ün Ankara’ya gelişi Türkiye’nin kurtuluşunun ve laik Cumhuriyet düzeninin kuruluş mücadelesinin en önemli olaylarında biridir. Ankara Valiliği, Atatürk’ün Ankara’ya geliş gününün kutlanmasını önlemiştir. Bunu onaylıyor musunuz? Onaylamıyorsanız, bu ‘Gayri milli’ engelleme eylemini soruşturmayı düşünüyor musunuz?”

CHP İzmir Milletvekili Canan Arıtman yazılı açıklama yaptı:
“Her yıl geleneksel olarak yapılan Atatürk Garnizon Koşusunun bu yıl gerekli izinler verilmemesi nedeniyle tarihte ilk kez yapılamaması, kabul edilemez bir durumdur. Bu izni vermeyenler, başta Ankara Valisi ve hatta İçişleri Bakanı, derhal görevden alınmalıdır.”
Yukanda bunlann “Asker korkusuna” değinmiştim.
ikincisi de Atatürk’ü unutturmak, belleklerden kazımaktır.
Bunlar dün başkent Ankara’da tanık olduğumuz acı, çirkin, yüz kızartan olaylardır. Ankara Valisi ve İçişleri Bakanı konuşmalı, bu rezaletin hesabını birlikte vermelidir.

• • *
Türkiye Cumhuriyeti’nin başkentinde dün bu acı gelişmeler olur ve törenler Valilik tarafından iptal edilirken, bir gün önceki pazar günü Cebeci’de Ankara Üniversitesi önünde bir gösteri vardı.
Tamamı sıkmabaş türbanlılardan oluşan birileri yollarda slogan atıyor, ‘Üniversitede özgürlük istiyoruz’ diye bağırıyordu.
Ellerinde ‘Başörtüsüne özgürlük’ pankartları vardı.
Ama çok sayıda başka pankartlar da taşıyorlardı:
“Kürtçe okula, ordu kışlaya.”
“Başörtüsü okula, ordu kışlaya.”
“Türkler Türkçe, Kürtler Kürtçe konuşur.”
Türbanlı, sıkmabaşlı kesim, ellerinde Kürtçe ve Türkçe pankartlarla, sloganlarla yürüyüşe geçtiler. Yanlannda polisler yürüyordu.

Ankara’da, Cumhuriyet’in başkentinde pazar günü bunlar için güzergah vardı. Valilik bu gösteriye izin vermiş, Kürtçü sıkmabaşlara güzergah tahsis etmişti.
Bir gün sonra, pazartesi günü ise Atatürk’ün Ankara’ya geldiği gün yapılan seymen yürüyüşü ile Harp Okulu koşusuna aynı valilik tarafından izin verilmedi.
Gerekçe: Halk mağdur olabilir, güzergah verilemez!
Ne güzel gerekçe!
EMİN ÇÖLAŞAN

Atatürk Gelmemiş Gibi Yapmak…


“Atatürk’ün Ankara’ya gelişi…”
Bu küçük cümlenin Atatürk karşıtı yobazların ruhlarında ne denli travma yarattığını bilemezsiniz…
Çünkü her şey o “geliş” ile başlıyor…
Tarikatların, medreselerin, şıhların, mollaların, dergâhların hâkimiyeti… Din adı altında bir ulusun iliklerine kadar emilerek sömürülmesi… Yobazların ilkel kara düzeni…
Tümü o “geliş” ile gidiyor…
Onun için “gelişi” hiçbir zaman hoş karşılamadılar…
Kızdılar “geliş”e…
*
Ellerinden gelse her sene o gün, tam tersi için törenler-kutlamalar-şenlikler yapacaklar:
“Atatürk’ün Ankara’dan gidişi…”
*
Bu yüzden “Trafik tıkanıyor” bahanesiyle (ki İzmir’in bütçesi kadar alt-üst geçitlere para harcanan Ankara trafiğinin halini bir görseniz) dünkü “geliş” kutlamalarındaki koşuya güzergâh vermediler.
Ve geleneksel koşu iptal edildi.
Oysa ben o güzergâhın her gün iki kez yolcusuyum. AKP Genel Merkezi de o güzergâhtadır… Zırt pırt trafik durdurulur, yollar kesilir, ara çıkışlar engellenir, ambulanslar, hastalar, okul çocukları bekletilir…
Camdan başını uzatanlar sorar:
“Niye tıkandık?..”
“Geliş…”
“Kim?..”
“Tayyip Erdoğan, partiye geliyor…”
*
Atatürk’ün “geliş”ini sevmiyorlar…
Çünkü “gelişin” ruhu dahi gözükse, biliyorlar ki bu kendileri için “gidiş” anlamına gelir…
“Geliş” onlar açısından kötü haber…
Zaten 8 yıldan beri sinsi sinsi yaptıkları şey Atatürk’ün “gidişi”ni sağlamak değilse ne?..
Tam bunu başardıklarını sandıkları anda, demek ki o rüyalarına giren haberi alıyorlardır:
“Atatürk’ün temsili gelişi…”
O zaman kızıyorlardır “geliş”e…
Tüyleri diken diken oluyordur…
“Atatürk gelmemiş gibi” olsun istiyorlardır…
*
İşte; şimdi de “Atatürk’ün temsili gelişine” güzergâh vermediler…
Olsun…
“Geliş”ten bu kadar korkmaları dahi “gidiş”in teminatıdır…

27 Aralık 2010 Pazartesi

Devlet Adamı İsmet İnönü...

 DEVLET ADAMI İSMET İNÖNÜ“Bir memlekette namuslular en az namussuzlar kadar cesur olmadıkça, o memlekete kurtuluş yoktur.” (5.7.1931)
İnönü’nün aramızdan ayrılışının 37. yıldönümü... İnönü, Anadolu bağımsızlık savaşının ilk Genelkurmay Başkanı, Batı Cephesi Komutanı, Mudanya Ateşkes Antlaşması’nı imzalayan, Lozan Barış Antlaşması’nı gerçekleştiren baş delege.
Atatürk’ün önderliğinde çağdaşlaşma ve aydınlanma devrimlerinin gerçekleşmesini sağlayan, siyasal iktidarın 15 yıl kesintisiz başbakanı. Kuşkusuz Atatürk’ün en yakın silah, siyaset ve devrim arkadaşı...
Atatürk’e dil uzatamayanlar, İnönü’yü hedef alırlar. Bütün hataları İnönü’ye yüklerler.
Hatta Atatürk’le dargın ayrıldığını, Atatürk’ün onu dışladığını bile söylerler...
Ama tarihin gerçekleri böyle değildir... İşte gerçeklerden kırıntılar...
Çanakkale Savaşları’nda başarılı bir komutan olarak sivrilen Mustafa Kemal Diyarbakır’daki Kafkas Ordusu’na gönderildi.
1916 yılı aralık ayı ortalarında 2. Ordu Komutanı Ahmet İzzet Paşa izinli olarak İstanbul’a gidince, Diyarbakır’ın Palu ilçesi civarında bulunan ordu komutanlığı görevi, vekâleten 16. Kolordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa’ya verildi.
Atatürk’ün İnönü ile işbaşında yakın tanışması, ilk ilişkileri, bir çalışma ve emir komut düzeni içinde birbirlerini tanımaları bu döneme rastlar. Çünkü 2. Ordu’nun Kurmay Başkanı Albay İsmet Bey’dir.
2. Ordu Komutan Vekili, henüz general olmuş Mustafa Kemal, karakış gelmeden ileri hatlarda hafif birlikler bırakarak ordunun geri çekilmesine ve yeni bir cephe kurulmasının gerekli olduğuna karar verdi.
Atatürk’le İnönü’nün ilk görev karşılaşması işte bu çok sıkıntılı ortamda olmuştur.
Bu görev karşılaşması sonrası onu nasıl değerlendirdiğini Atatürk, Falih Rıfkı Atay’a anlatmıştır. İşte Atatürk bakın ne diyor:
“Kendisine hemen ordunun bir geri çekilme emri hazırlamasını söyledim. Gitti, gelmez. Yaverim Cevat’ı bak ne yapıyor diye yolladım. Döndü, masasının başında düşündüğünü söyledi. Şehirler ve topraklar bırakacaktık. Orduyu kurtarmak için başka çare yoktu. Ama öyle bir karar vermek de güçtü. Git söyle, yazamıyorsa ben dikte edeyim, dedim. Bir müddet sonra emrini yazmış, getirdi. Askerlik edebiyatına örnek diye alınabilecek kadar iyi düşünülmüş ve yazılmıştı.” (1)
Askerlik edebiyatına örnek
Dikkat edilirse Atatürk, İnönü’nün yazdığı çekilme emri için “Askerlik edebiyatına örnek diye anılabilecek kadar iyi düşünülmüş ve yazılmıştı” diyor. İşte, görev sırasında bu ilk tanışmadan sonra Atatürk, İnönü’yü hiç bırakmadı. İnönü de sonuna kadar Atatürk’e sadık kaldı, parlak bir zekâ ve hesap adamı bir kurmay ve ikinci adam olarak görev yaptı.
Üst komutan olarak Mustafa Kemal’in, kendi komutası altında çalışan İsmet Bey’e, verdiği (20 Mayıs 1917) tarihli sicilden alınan aşağıdaki cümleler anlamlıdır:
“Ciddi, faal, düşüncesi gayet açık ve yüksek fikirli... İyi bir görüş yeteneğine ve olayları süratle algılamaya sahip... Askerliğe ilişkin değerlendirmesi güzel ve kapsamlı. Doğru ve duraksamadan karar verebilmekte. Cesur ve kişisel kararı ile hareket etme yeteneğine sahip. Orduda ve memlekette üstleneceği önemli vatan görevlerinde ve hizmetlerinde kendisinden büyük hizmetler beklenir.” (2)
Bu sicil, Mustafa Kemal’in, İsmet Bey’i beğenip takdir ettiğinin ve ona ileride önemli görevler vermekten çekinmeyeceğinin ilk işaretidir.
Bu dönemde, Mustafa Kemal, Osmanlı ordularının Alman generallerin emrinde iyi yönetilmediğini bir raporla sadrazama bildirmeye karar verdi. Raporu hazırlamakla Albay İsmet Bey’i görevlendirdi.
Devrim tarihimizde ünlü olan bu kapsamlı raporun hazırlanmasında gösterdiği başarı ve yetenek nedeniyle de İnönü, komutan Mustafa Kemal’in yeniden takdirini kazandı.
Osmanlı devletinin Suriye-Filistin cephesindeki son savaşlarında (Ağustos-Eylül-Ekim 1918) 7. Ordu Komutanı olan Mustafa Kemal’in kendisine bağlı iki kolordusunun komutanları, General Ali Fuat Cebesoy ve Albay İsmet İnönü’dür.
Bu zorlu ve çetin savaşta Mustafa Kemal çok güç koşullar altında İngiliz saldırısına karşı ordusunu en az kayıpla korumasını bilmişti. Kuşkusuz Mustafa Kemal, Kolordu Komutanı Albay İsmet Bey’i, çelik iradelerin oluştuğu bu savaşlarda çok daha iyi tanımıştı.
Mustafa Kemal Samsun’a çıkmadan önce, İstanbul’da kaldığı 6 ay içinde eski cephe arkadaşı ve kendisinin kolordu komutanı İnönü ile sürekli iletişim içinde bulundu.
Anadolu’ya geçmeden önce son gün (15 Mayıs 1919), bizzat İnönü’nün evine gitti. Planlarını anlattı. İnönü’ye karşı olanlar burada da bir yalan uydururlar. Sözde Atatürk kendisine Anadolu’ya birlikte gitmeyi önermiş, İnönü “Çocuğum yeni doğdu, gidemem” demiş... Tamamen yalan.
Öncelikle İnönü o sırada Milli Savunma Bakanlığı’nda görevliydi. Atatürk bilgi almak için onun görevini sürdürmesini istiyordu. Atatürk, evden ayrılırken İnönü’ye, zamanı geldiğinde kendisini Anadolu’ya çağıracağını söylemişti.
İnönü karşıcıları, onun Anadolu’ya geç geçtiğini de söylerler. Bu da yanlıştır.
Gönüllü geçiş
Mustafa Kemal Sivas Kongresi’nden sonra Ankara’ya geldi. 12 Ocak 1920’de İstanbul’da Meclis’in yeniden toplanması gerçekleşecekti. Seçilen milletvekilleri İstanbul’a gidiyordu. Tam bu sırada herkes İstanbul’a giderken, Albay İsmet Bey ansızın ve gizli olarak İstanbul’dan Ankara’ya geldi. Tarih 8 Ocak 1920’dir.
Mustafa Kemal, İnönü’yü karşısında görünce şaşırdı, ama çok memnun oldu. İnönü’nün bu herkesten önce Ankara’ya gelişi pek bilinmez ama belgelerle kanıtlanmıştır. (3)
İnönü bir ay Ankara’da kaldı.
Daha sonra Mareşal Fevzi Çakmak Harbiye Nâzırı olunca, bizzat Çakmak tarafından İstanbul’a çağrıldı. Atatürk de bu aşamada İnönü’nün İstanbul’da olmasını daha uygun buluyordu.
16 Mart 1920’de İngilizlerin Meclis’i işgal etmelerinden sonra, İnönü tereddüt etmeden gizlice Anadolu’ya geçti ve Atatürk’ün yanına koştu. (9 Nisan 1920)
Ondan sonraki aşamaları biliyoruz... Yinelemeye gerek yok...
Atatürk Dolmabahçe’de hasta yatarken daima İnönü’yü soruyordu. Bizzat düzenlediği vasiyetinde İnönü’nün oğulları Ömer ve Erdal’ın eğitimleri için para tahsis etti. Dargın olsalar, onun çocuklarının eğitimi için para vasiyet eder mi?
Demokrasi
İnönü, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, dünyanın gelişme çizgisinin demokratik düzende olduğunu görerek adım adım demokrasiyi gerçekleştirme yoluna girmiştir.
1950 seçimleri öncesi Meclis’te kabul edilen ve gizli oy-açık sayım ilkesini getiren, hukuka dayalı seçim yasası ve bu yasaya dayanarak 14 Mayıs 1950’de yapılan dürüst ve özgür seçimler, Türk demokrasisinin temel taşlarıdır.
İnönü, 1950 seçimlerinden sonra iktidarı kendi eli ve isteğiyle, seçimleri kazanan DP’ye barış içinde devretti.
“Türkiye engelsiz ve sıkıntısız şekilde, tek parti sisteminden çoğulcu demokratik sisteme geçiyordu.” İnönü de ülkeye demokrasi getiren bir lider olarak tarihte yerini alıyordu.
İlhan Selçuk, onun için 26 Aralık 2003’te şöyle yazmış:
“İsmet Paşa’yı anlamak, uygarlığın aydınlanma sürecinde Türkiye’nin ‘kurtuluş’ ve ‘kuruluş’ tarihini değerlendirmekle olanak kazanır.
Yoksa yüzeysel siyasal çatışmaların içinde boğulup kalmak işten değildir. İnönü, ölümünün 30. yıldönümünde ‘mazi’ sayılmaz, günceldir...”
İnönü’nün yukarıya aldığımız sözleri, özellikle günümüz koşullarında güncelliğini koruyor. Bir kez daha yineleyelim:
“Bir memlekette namuslular en az namussuzlar kadar cesur olmadıkça, o memlekete kurtuluş yoktur.”
1. F. Rıfkı Atay, Çankaya, S. 93
2. Ş. Turan, İnönü-Yaşamı-Dönemi- Kişiliği; 2000, S. 13-14
3. A. Coşkun, Samsun Öncesi 6 Ay, Cumhuriyet Yayını, S. 311
Alev COŞKUN (cumhuriyet)