28 Şubat 2011 Pazartesi

Ayaklanmaların Nedenleri ve Sonuçları -Erol Manisalı


 Ayaklanmaların Nedenleri ve Sonuçları
2011 yılının başında ortaya çıkan ve kızgın lavlar gibi önündeki diktatörleri ezip geçmeye başlayan halk hareketlerinin sebepleri nelerdir?
- Bir yandan iyice çürümüş ve faşist baskı yöntemleri ile sürdürülen bozuk düzene karşı “iç dinamikler” söz konusu;
- Öte yandan bu iç dinamiklerin bir kısmını kullanarak “kendi bölgesel” hedeflerine ulaşmak isteyen dış dinamikler, yani küresel güçler söz konusu.
Bu iç ve dış faktörler işbirliğine gidince zaten kokuşmuş olan baskı düzeni parçalanmaya başlıyor.
Taktik ve stratejik hedefler, “halkların özlemleri kullanılarak gerçekleştiriliyorlar”.
- Kimi zaman emperyalist hesaplar,
Bunlar sanki, aynı hedefe yönelik ortak taleplermiş gibi “aynı kulvarda koşturuluyorlar”. Bir zaman sonra atletizmdeki tavşan (sahte koşucu) benzeri, yolun yarısında koşuyu terk ediyor.
- Bazen demokrasi özlemleri ve halkın uygarca yaşama isteği,
- Ve de dini altyapının siyasal İslamı öne çıkaran talepleri.
İç dinamikler
1) Arap ülkelerinde nüfusun büyük çoğunluğu sadece fakir değil, kölelik düzeni içinde yaşıyor,
- Sosyal devletin adının bile anılmadığı, olağanüstü bozuk bir bölüşüm yapısı,
- Toplumsal örgütlenmeler yasak olduğu için gücünü kullanamayan insan yığınları, köle konumundaki kalabalıklar; kadının aşağılandığı çarpık bir düzen.
2) Ya elit ve aydının isyanı? Mısır’da, Tunus’ta, Libya’da, Cezayir’de, Ürdün’de, S. Arabistan’da aydın, Avrupa’yı görüyor ve biliyor. Doktor, mühendis, öğretmen, avukat, gazeteci Avrupalı aydın gibi yaşamak istiyor.
İçinde yaşadığı toplumdaki ilkelliği, geriliği, faşist ve antidemokratik yapıyı görüyor. Ve buna karşı başkaldırıyor.
- Demokrasi ve insan hakları boyutu ile
- Çağdaş yaşam ölçütleri boyutu ile değişmek istiyor.
3) Dini (İslami) kesimin de başkaldırısı var. Onların nedenleri biraz farklı;
- Askeri diktatörlere,
- Karşı mezhepten baskılara,
- Yönetime yerleşen aile monarşisine başkaldırıp “dini bir toplumsal yapı kurmak istiyorlar”. Önceki iki grubun aksine, “Avrupa’ya benzemek yerine İslami bir yaşam tarzı ve düzeni talep ediyorlar”.
Arap ülkelerinde uygar ve demokratik toplumsal örgütlenmeler yasaklandığı için, onun yerini dini örgütlenmeler almış. Bu ülkelerde “siyasal İslam”, en örgütlü grubu (tarafı) meydana getiriyor. “Müslüman Kardeşler”, bunun en belirgin örneğidir.
Dini referans alan İslami cemaat, tarikat ve aşiret benzeri örgütlenmeler, Arap ülkelerinde çok yaygın olarak geçerliliklerini sürdürüyor.
Bu çelişkili durum, çelişkili bazı sonuçlar da yaratıyor; Mısır’da Müslüman Kardeşler Mübarek’e karşı çıktı; buna karşılık Libya’da Kaddafi yaptığı televizyon konuşmasında, “Beni dinciler ve ABD indirmek istiyor” dedi.
ABD ve AB’nin tercihi
Ortadoğu’nun uzun zamandan beri hâkimi Avrupa büyükleri ve ABD doğal olarak, kendi çıkarlarını karşılayacak “bölgesel iç dinamikler arasında tercih yapıyor”.
İslami çevrelerle, askerlerle, monarşilerle, iş çevreleri ve elit ile yakın temasları var. “İstediklerini hangisi daha iyi karşılarsa”, ona destek veriyorlar. “Esas olan bizim kendi çıkaramızdır” diye bakıyorlar.
Demokrasiyi desteklemek petrol ya da doğalgaz çıkarlarına ters düşüyorsa, “asker, kral ya da dinci bir grubun antidemokratik olarak iktidara oturması onlar için hiç önemli değildir.”
Ayaklanmalar sonucu Arap ülkelerinin sınırlarının değiştirilerek küçültülmeleri, son dönemin önemli önceliğini oluşturuyor. Şimdilik Irak ve Sudan’da bölünmeler gerçekleşme yolunda. Yemen, onları izleyecek gibi görünüyor.
Balkanlar’da 1990 sonrası yaşanan bölünmeler 2011 başından itibaren Arap dünyasına taşınmış görünüyor. Arap ülkelerindeki fırtına, Türki ve Farsi bölgelere de yayılmak isteniyor.
Bu durum gerçekleşmeye başlarsa bölgemiz, uzun sürecek bir istikrarsızlık dönemine sokulmuş olacaktır.
Mevcut verilere göre bu olasılık, yüzde elinin üzerinde bulunuyor.

Erol Manisalı

FETVAYA DAYALI YARGI KARARI VERENLERİN SONU! -EMİN ÇÖLEŞAN

 FETVAYA DAYALI YARGI KARARI VERENLERİN SONU!

SEVGİLİ okuyuculanm, bugün size ilginç bir olayı somut belgeleri ile aktaracağım. Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin bir mahkemesini ve onun hakim)erini düşünün ki, belli bir konuda kararlannı Diyanet İşleri Başkanlığı fetvasına göre vermişlerdir. Fetvayı gerekçeli kararlannda kullanmışlardır.
Peki sonra bu hakimler ne olmuştur? Haklarında ne gibi işlem yapılmıştır?
Bu kadar merak etmeyin, önce olayı iyice bir irdeleyelim, ne olduğunu daha sonra hep birlikte görelim!
Şimdi size bundan 13 yıl önce Hürriyet Gazetesi’nde yazdığım 4 Ağustos 1998 tarihli yazımı bir kez daha iletiyorum.
O yazı aynen şöyle idi:
*••
“Gözümüz aydın! Türkiye’de her şeyi duymuştuk ama fetvaya dayalı bir yargı kararını hiç duymamıştık. Şimdi o da oldu.
Edirne İdare Mahkemesinin, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından geçmiş yıllarda verilmiş olan fetvaları, kararlannda gerekçe olarak kullandığı belgelendi.
Hadiseyi kısaca özetliyorum:
Trakya Üniversitesi Rektörlüğü, Üniversiteye bağlı fakülte ve yüksekokullarda sınıfa türbanla girmekte ısrar eden bazı kız öğrencileri önce uyanyor. Uyarıya aldınş etmeyen öğrencilere daha sonra kınama cezası veriyor. Bu da dikkate alınmıyor. Sonrasında bu öğrencilere okuldan bir hafta ile bir ay arasında uzaklaştırma cezaları veriliyor.
Bazı kız öğrenciler bunun üzerine, bu işlemin yasal olmadığı iddiasıyla Edirne İdare Mahkemesi’nde dava açıp yürütmenin durdurulması karan verilmesini istiyorlar.
Edirne İdare Mahkemesi konuyu inceliyor ve kararını veriyor.
Benim elimde iki ayrı karar var.
Tarih 7 Temmuz 1998. Esas 1998/378 ve Esas 1998/414.
Mahkeme, iki davada da türbanlı öğrencileri haklı buluyor ve kendince gerekçe yazıyor. Şimdi size gerekçeli karardan kısa bir alıntı veriyorum. Okuyun da, Türkiye Cumhuriyeti’nde neler olduğunu iyice görün:
“Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’nun 30 Aralık 1980 gün ve 77 sayılı kararından (fetvasından) açıkça anlaşılacağı üzere, İslam inancına göre uyulması zorunlu olan başörtüsü kullanımının başka hiçbir amaçla özdeşleştirilmeksizin doğrudan doğruya kişinin inancının bir gereği ve sonucu olduğu gerçeği dikkate alınmaksızın değişik gerekçelerle yasaklanması, inanç özgürlüğünün özünü zedelediği gibi, söz konusu inancın ve uygulamanın hor görülmesi ve çağdışı olarak nitelendirilmesi, dini inanç ve kanaatlerinden ötürü kişinin kınanması anlamını taşır.”
Kararın Türkçesi bozuk, ama herhalde anlamışsınızdır.
Karar devam ediyor ve “Mahkeme” kendi anlayışına göre laiklik dersi veriyor:
“Üniversitede öğrenim gören bir kız öğrencinin, dinsel inancı nedeniyle boynunu ve saçlarını bir örtü ya da türbanla kapatması, çağdaş bir toplumda demokratik toplum düzeninin gereklerine uygun bir şekilde hoşgörü ile karşılanmalıdır. Kaldı ki, inancı gereği başörtüsü kullanan bir öğrencinin bu inancının ve inancı gereği yaptığı uygulamanın devlet tarafından korunması, laik devletin en başta gelen ödevlerinden biridir.”
Elimdeki iki yürütmenin durdurulması karan da, oybirliği ile alınmış. İdare Mahkemeleri üç kişiden oluşur. Bu iki karann altında beş ayrı imza var.
İlkinde Ali Kazan, Abdurrahman Başer, Gülten Kaya Hatipoğlu.
İkincisinde Mustafa Dinç, Mesut Güngör, Ali
Kazan.
Evet, Türkiye Cumhuriyeti’nin TÜRK MİLLETİ
ADINA karar veren mahkemesi, karannda fetvayı gerekçe olarak kullanıyor!
Fetvaya dayalı yargı kararı veriyor.
Böylesi bugüne kadar hiç olmamıştı, görülmemişti, duyulmamıştı.
Türkiye Cumhuriyeti bir din devleti midir? İran, Afganistan veya Suudi Arabistan mı olmuştur ki, din esasına dayalı yargı karan üretilmektedir?
Adalet Bakanlığı nerededir?
Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) nerededir?
Bu kararların altında imzası olan tüm hâkimler hakkında derhal soruşturma açılmalıdır.
Anayasa Madde 24:
“… Kimse, devletin sosyal, ekonomik, siyasal veya hukuksal temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasal veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun dinsel veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz.”
Anayasa Madde 138:
“Yargıçlar… Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak… hüküm verirler.”
Acaba Anayasa’nın bu maddeleri Edirne İdare Mahkemesi’nde görev yapan “hukukçuları”bağlamıyor mu?
Trakya Üniversitesi Rektörlüğü. bu kararların kaldınlması için bir üst mahkeme olan İstanbul Bölge İdare Mahkemesi ne itirazda bulundu. Şimdi İstanbul’un karan bekleniyor.
Ayrıca, Edirne mahkemesi daha sonra aynı konuda verdiği kararlarda, türban nedeniyle dava açan kız öğrencilerin “yürütmenin durdurulması” istemlerini ikiye karşı bir oyla reddetmeye başladı.
Ali Kazan isimli hakim o kararlarda yine muhalefet oyu veriyor ve yukandaki fetvalı gerekçeyi, muhalefet şerhi olarak karara koyuyor.
Ali Kazan, acaba o göreve Şevket Kazan tarafından mı getirilmişti?
Sevgili okuyuculanm. Türkiye’nin belli kesimler tarafından nerelere götürülmek istendiğini görüyorsunuz.
Devletin ilgili makamlan bu konuda duyarsız kalırsa, ses çıkarmazsa, gerekli işlemleri derhal yapmazsa, yakında daha nice böyle “yargı kararları” ile karşı karşıya kalırız.
Bir bakanz ki bir mahkeme, karar gerekçesinde Türkiye Cumhuriyeti yasalannı bir yana bırakmış ve “şeriat hükümlerini” gerekçe göstererek davayı kabul veya reddetmiş!
Bu işler böyle yavaş yavaş ve ufaktan başlatılır. İşe önce hafiften ve “çaktırmadan” girişilir! Mahkeme karanna fetvalar yazılır. Bakarlar ki tepki yok, arkası sinsice getirilir.
Yukarıda anlattığım olay, Trakya Üniversitesi’nin bazı öğretim üyeleri tarafından Adalet Bakanlığı, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ve devletin diğer ilgili kurumlarına bir süre önce duyurulmuştu.
Acaba sonuç ne oldu? Oltan Bey (Adalet Bakanı Oltan Sungurlu) ne yaptı?
Hukuka fetvayı sokmayı başaran Edirne İdare Mahkemesi’ni kutluyorum, başarılarının devamını diliyorum!”
•••
Evet, bundan 13 yıl önceki 4 Ağustos 1998 tarihli yazım aynen böyle idi. Sonrasını yukarıdaki yazımdan bir ay sonra, 4 Eylül 1998 günü yazmışım. Özetliyorum:
“…Türk Milleti adına hüküm veren bir mahkemenin kararı, fetvalara dayanıyordu. Bu kararların altında Edirne İdare Mahkemesi’nin Ali Kazan, Abdurrahman Başer, Gülten Kaya Hatipoğlu, Mustafa Dinç ve Mesut Güngör isimli üyelerinin imzaları vardı.
Trakya Üniversitesi, Edirne İdare Mahkemesi’nin fetvaya dayalı kararına bir üst mahkeme olan İstanbul Bölge İdare Mahkemesinde itiraz etti…
Ve bu karar hukuka aykırı bulunarak kaldırıldı…”
•’•*
Sevgili okuyucularım, şimdi bu yazıyı niçin yazdığımı merak etmiş olabilirsiniz. Sabrınızı daha fazla taşırmadan artık açıklamalıyım.
Yukandaki iki yazımda, söz konusu mahkemenin fetvaya dayalı kararında imzası olan hakimlerin ismi geçiyordu ya!…
Bunlardan üçü, önceki gün HSYK tarafından Danıştay üyeliğine seçildi!
AKP’nin yargıdaki şubesi olan HSYK’dan terfi aldılar, Danıştay üyeliğine seçildiler!
Peki kim onlar? Yukarıda, hem de bundan 13 yıl önce yazdığım isimlerle karşılaştınn!
Mesut Güngör, Mustafa Dinç ve Ali Kazan.

Bu şahısların hiçbirini tanımam.
Acaba o fetvacılarla şimdi Danıştay üyesi seçilenler arasında bir isim benzerliği olabilir mi? Hiç sanmıyorum ama, öyle bir durum varsa bana hemen bildirsinler, bu isim benzerliğini özür dileyerek düzelteyim.
•••
Türkiye’de binlerce gerçek hukukçu boşuna yırtınmadı “Bu yapılan yargı reformu değil. AKP’nin yargıyı ele geçirmesidir” diye.
Bir gecede Yargıtay ve Danıştay’a 200′den fazla yeni üye seçtiler. Tamamına yakını iktidann elemanlarından oluşuyor. Geçmişte hoşlanna giden karar verenleri ödüllendirip seçtiler. Kendi adamlan olmayanlar bir veya iki kişi dışında- nasihat aldı.
İşte size yukarıda örneğini verdim, somut belgelerle açıkladım.
Diyanet fetvalarını gerekçeli mahkeme kararlarında kullananlar artık Danıştay üyesi oldu!
Türkiye Cumhuriyeti’nin, yargımızın, hukukun gözü aydın olsun!
Hayırlı uğurlu olsun!
(Konumuzla ilgisi yok ama bir not düşeyim. Yargıtay’a 160 yeni üye seçtiler, içlerinde sadece dört kadın var. Danıştay’a 51 yeni üye seçtiler, içlerinde sadece bir kadın var! Bu da AKP’nin kadınlarımıza bakış açısı. Oysa tüm yargının yüzde 20′si kadınlardan oluşuyor.)

Emin Çöleşan

Kültür Kurbanı Hasan Âli - Mümtaz Soysal

 Kültür Kurbanı Hasan Âli

İZMİR’İN Balçova Belediyesi ile Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Derneği’nin hafta sonunda düzenledikleri “Hasan Âli Yücel Sempozyumu”nda Cumhuriyet döneminin o unutulmaz kültür adamı anlatılırken 1940’ların Yücel-Öner davasının karanlığından da söz edilip bugünler için dersler çıkarılabilirdi. Vakit olmadı.
Vakit olsaydı, İkinci Dünya Harbi sonrasının ideolojik kapışmasına Yücel’in nasıl kurban edildiği anlatılırdı.
Harbi kazananlar arasında bir kapışmaydı bu. ABD ve İngiltere karşısında Sovyetler Birliği ve onun Doğu Bloku. Stalin döneminin Sovyetler Birliği’nden gelen “Boğazlar’da ortak savunma” isteği karşısında ABD yandaşlığına katılmak zorunda kalan Ankara, bu sığınış yüzünden Soğuk Savaş çekişmesinin Batı kanadında bulmuştu kendini. 1990’ların başında sona eren bu karışık dönem, Türkiye’nin de iç politikasını etkilemiş, ideolojik cepheleşme içte de oluşmuştu. Ekonomik ve sosyal politikalar yanında kültür ve eğitim de bu kapışmanın alanıydı. Köy Enstitüleri gibi ülkenin “feodalimsi” kırsal yapısını da değiştirmeye yönelik bir girişim bu sert çekişmenin dışında kalamazdı elbet. Ama, Hasan Âli Yücel’in bu hengâmeye kapılması kendi dışında başlayan bir tartışma dolayısıyla olmuştur.
Dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Sökmensüer 1947’nin Ocak ayında bir gün Meclis’te konuşurken sol eğilimli “Tan” gazetesinin o zaman yasadışı sayılan Türkiye Komünist Partisi’nce yönlendirildiğini, muhalefetteki Demokrat Parti kurucularının Tan gazetesiyle ilişki içinde olduğunu, hatta Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’ın da aynı gazeteyle yazıştığını söylemiş, buna tepki gösteren Mareşal ise, tam tersine kendi döneminin Milli Eğitim Bakanı’nı “komünist girişimleri desteklediği için” uyardığını açıklamıştı. Bunun üzerine o sıra Demokrat Parti İstanbul İl Başkanı olan avukat Profesör Kenan Öner “Yeni Sabah” gazetesine demeç vererek o bakanın Hasan Âli Yücel olduğunu söylemekte gecikmemiş, Yücel de Kenan Öner aleyhine hakaret davası açmıştı.
Öner-Yücel davası, Türk adalet tarihinin ve siyasal yaşamının en tartışmalı davalarından biridir. Mahkemenin Köy Enstitülerini de eleştiren Öner’i haklı bulup iddialarını doğru sayması, CHP iktidarını yaralayarak 1950 seçimlerini kaybettiren nedenlerden biri olmakla kalmamış, Hasan Âli Yücel’in saygınlığını zedeleyip çevresini suçlamak isteyenlerin eline etkili bir koz vermişti.
Türkiye Cumhuriyeti, Fransız İhtilali’nin ilkelerinden çoğunu gerçekleştiren bir devlet olarak Mustafa Kemal’in insanlığa sunduğu doğru bir örnek sayılır. Böylesine değerli bir Cumhuriyet, Hasan Âli Yücel’in son döneminde olduğu gibi şimdi de ölçüsüz suçlamalar ve anlamsız davalarla kendi kendini kemiren bir devlete dönüştürülme tehlikesiyle yine karşı karşıyadır. Bu tehlike, Soğuk Savaş dönemindeki durumdan farklı olarak ona buna “komünistlik lekesi çalma” biçiminde kendini göstermiyor artık. Yücel, dıştan çalkantılı ideolojiler dönemine kurban arayanların bulduğu bir eğitimci olmuştu. Şimdi etnik bölücülüğü ve mezhep ayrılığını kışkırtarak ya da kamusal varlıkları elden çıkararak Cumhuriyeti içten zayıflatmak isteyenlerin sinsice sürdürdükleri kurban arayışlarına sıra gelmişe benziyor.
Aranan kurban, belki de ulusun ve devletin ta kendisidir. O niyeti sezmek ve yenmek için, Yücel’in yaratmak istediği düşünce aydınlığı şimdi her zamankinden daha da çok gerekli.

Mümtaz Soysal

Kızamık Şaşkınlığı - Işık Kansu

Kızamık Şaşkınlığı
Hani neredeyse artık bir ortaçağ hastalığı olması gereken kızamık, günümüz İstanbulu’nda salgın.
Yok oradan geldi, yok şuradan geldi. Bunlar bahane. Kızamık var mı, yok mu, önemli olan bu…
Türk Tabipleri Birliği Halk Sağlığı Kolu da aynı konuya değiniyor:
“2010’da 7, 2011 başından itibaren sadece İstanbul’da tespit edilen 24 vakanın hepsi de ülke dışından mı gelmiştir? Bu noktada tespit edilen vakalar ‘yerli vaka’ olarak kabul edilmelidir. Kaldı ki İstanbul İl Sağlık Müdürlüğü hekimlere gönderdiği yazıda 2011 yılının başında 2005 yılından bu yana ilk kez İstanbul’da ‘yerli kızamık olgusunun’ görüldüğü belirtilmektedir. Bu durum kızamık virüsünün ülkemiz topraklarında halen var olduğunun en önemli kanıtıdır.”
Bu belirleme, Halk Sağlığı Kolu’na şu soruları sorduruyor:
- İstanbul İl Sağlık Müdürlüğü yazısında kızamıkla mücadelede aşılama kadar önemli olan sürveyans (hastalık bildirimi ve izlemesi) sistemine hassasiyetin ve duyarlılığın azaldığı belirtilmektedir. Hassasiyet ve duyarlılık neden azalmıştır? Sağlıkta Dönüşüm Programı gibi piyasacı ve özelleştirmeci bir program yürütmekte olan Sağlık Bakanlığı bu azalmanın sorumlusu değil midir?
- 2010’da Türkiye’de laboratuvarla ispatlanmış 9 kızamık olgusu görüldüğü izlenmektedir. Kızamık vakaları “geliyorum” demiştir, bu zaten beklenen bir durumdur. Aynı veri tabanı kriterlerine göre kızamık eliminasyonunda her 100 bin nüfus için 2 olası kızamık vakası beklenmektedir. Buna göre İstanbul’da yılda 260 olası/şüpheli kızamık vakası beklenmesi gerekir. Tespit edilmesi gereken bu “olası” vakaların ne kadarı tespit edilebilmiştir?
- Bildirim sistemindeki değişiklikler, birinci basamağın yeniden yapılandırılması sonrası kızamık dahil tüm bulaşıcı hastalıkların bildiriminde belirgin düşüş yaşanmasından “bilimsel kuşku” duyulmuş, herhangi bir çalışma yürütülmüş müdür?
- İstanbul’da boş kalan ve bir türlü doldurulamayan aile hekimliği pozisyonları ile neredeyse 500 bin kişinin aşılama hizmetleri nasıl yürütülecektir?
- Koruyucu hekimliğin vazgeçilmez öğesi olan birinci basamak sağlık hizmetleri aile hekimliği sistemi adı altında parçalayan, entegrasyonunu bozan, devlet binalarını hekimlere kiraya veren, hekimleri “işletmeci” gibi gören, devlet ve üniversite hastanelerini işletmeleştiren bu sistem, bulaşıcı hastalıklarla mücadelede nasıl hassas ve duyarlı olacaktır?
TTB Halk Sağlığı Kolu’nun bir saptaması daha:
“Sağlık Bakanlığı’nın kızamık eliminasyon programı birçok faktörün etkisiyle hedefinden şaşmıştır.”
Kanıksadık galiba: Türkiye’de her olgunun şaştığına şaşmıyoruz artık.
Uğruna Ne Yasalar…
“Yüksek yargı bugüne kadar uyumaktan başka bir şey yapmadı” diyen Türkiye’nin ilk iktisatçı Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, nasıl Anayasa Mahkemesi üyesi olmuş, anımsayalım. Uğur Mumcu, 11 Aralık 1990’da şunları yazmış:
“Anayasa Mahkemesi üyeliği için Sayıştay Genel Kurulu’nca yapılan seçimde sonuç alınamayınca yasa değiştirildi. Önce Sayıştay Genel Kurulu’nun her boş yer için iki aday belirleme yetkisi ‘her boş yer için üçer aday seç­me’ olarak değiştirildi. Ayrıca komisyon değişiklikten önce üye tam sayısının üçte iki çoğunluğu ile toplanıp seçim yaparken bu toplantı için ‘salt çoğunluk’ yeterli görüldü. Böylece Sa­yış­tay üyeliği seçim yetkisi iktidar partisi tekeline verilmiş oldu.
Bu yasa değişikliği yapıldıktan sonra dokuz üye komisyonca seçilmiş; bu üyelerin de katılımı ile yapılan genel kurul top­lan­tı­­sında yapılan oylama ile Haşim Kılıç Anayasa Mahkemesi üyeliğine aday gösterilmiş, Cumhurbaşkanı da (Turgut Özal) Kılıç’ın ‘evinde televizyon sey­redip seyretmediğini’ saptamak için ‘gizli bir soruşturma’ yap­tırdıktan sonra uğruna yasa değiştirilen bu Sayıştay üyesini Ana­yasa Mahkemesi üyeliğine seçmiştir.
‘Hayırlı uğurlu olsun’ diyemiyoruz. Çünkü böyle bir seçim ne hayırlıdır, ne de uğurlu.
Neden mi? Sayıştay üyeliği seçiminde yasal kurallara da uyulmamıştır.”
Uğruna yasa değiştirilmiş olan Haşim Kılıç hangi dönemde Anayasa Mahkemesi başkanı olmuştur? Başbakan olması için uğruna anayasa değişikliği yapılmış olan Recep Tayyip Erdoğan’ın dediğim dedik döneminde.
Yasa kılıfına uydurulunca, haliyle yargı da uyumuş oluyor…
Hangi Özgürlük?
Abdullah Gül’ün “çok olağanüstü değişim süreci” diye tanımladığı Afrika ve Ortadoğu’daki gelişmelerin önünü, arkasını, geleceğini daha iyi anlamak için İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney’in sözlerine kulak vermek gerekiyor.
Kendisini Arapların “Müslüman Kardeşi” olarak tanımlayan Hamaney, Mısır ordusunu eylemcileri desteklemeye çağırıyor ve diyor ki:
“Müslüman Mısır halkının uyanışı bir İslamcı özgürlük hareketidir.”
Dikkat edin, ayaklananların önünde hep Tahran’a yakın düşen örgütler ya da Şiiler var…

Işık Kansu

Libya’yı ‘gözü’ pahasına savunmuştu - Can DÜNDAR

Libya’yı ‘gözü’ pahasına savunmuştu

Mustafa Kemal Libya’ya ilk 20 Eylül 1908’de gitti. Aşiret şeyhleri halkı, hürriyete karşı ayaklanmaya çağırıyordu. Mustafa Kemal ‘Düşmana en güçlü yerinden saldır’ ilkesini ilk orada uyguladı. İkinci kez ise gazeteci kimliğiyle gidiyordu. Kasr-ı Harun’u ele geçirirken gözüne gelen kireçli taş parçası yüzünden az daha gözünden oluyordu

Her okulun panosunda Atatürk‘ün Trablus mahalli kıyafeti içinde çekilmiş bir fotoğrafı vardır. Ama Mustafa Kemal‘in Trablus günleri, hayatının az bilinen dönemlerindendir. Zaten o fotoğraf da Trablus’ta değil, Kurtuluş Savaşı sırasında bir Trablus heyetinin ziyaretinde çekilmiştir.
Atatürk‘ün Libya dönemi, onun askerlik, siyaset, hitabet, örgütleyicilik konusundaki ilk deneyimi sayılabilir. Gün ışığına çıkarılsa hem heyecan yaratır, hem de bugün yaşananlara ışık tutabilir. İyisi mi, Libya’nın gündemde olması vesilesiyle o döneme dair bildiklerimizi özetleyelim ve Libya’nın yüz yıl önce, hangi koşullarda, ne pahasına “tahliye” edildiğini hatırlayalım:

İsyanı nasıl bastırdı?
Mustafa Kemal Libya’ya 20 Eylül 1908’de gitti.
Libya’da II. Meşrutiyet’e karşı isyan çıkmıştı. Aşiret şeyhleri halkı, hürriyete karşı ayaklanmaya çağırıyordu. Meşrutiyeti Hilafet’e karşı görüyorlar, Osmanlı’ya meydan okuyorlardı.
Mustafa Kemal, Trablusgarp’a gönderileceğini İttihat Terakki Genel Merkezi’nin toplantı salonundaki kara tahtada yazılı bir nottan öğrendi. Bunun parti yöneticilerinin, kendisini Selanik’ten uzaklaştırmak için bir oyunu olduğunu düşündü. Yine de gitmeye karar verdi. Aldığı 1000 altın harcırahla denizden yola çıktı.
Trablusgarp’taki manzara bugünkünden farklı değildi. Aşiretler isyan etmişti. Türkler kolları bağlı halde vapurlara bindirilerek tahliye ediliyordu. Vapurun demirlediği sahilde bir rıhtım bile yoktu. Bir Arap kayıkçı Mustafa Kemal’i bomboş bir kumsala bıraktı. Karşılamaya da kimse gelmemişti. Bir süre elinde çantayla otel arayan Mustafa Kemal, bulamayınca sahile döndü. Bavulunu yastık yapıp kumsala uzandı.

Düşmana güçlü yerinden saldır!
Bir süre sonra, yaverliğine verilen Teğmen Murat‘la, o günlerde ölen Trablusgarp Valisi Recep Paşa‘nın köşküne yerleşti.
Trablusgarp Polis Müdürü Cemal Bey’den aldığı ilk bilgi korkutucuydu:
“Asi aşiretler kenti ele geçirdi. Sizi ya öldürecekler veya bir vapura koyup gösterilerle geri gönderecekler.”
Mustafa Kemal, hayatı boyunca rehber edineceği bir ilkeyi ilk kez orada uyguladı:

“Düşmana en güçlü yerinden saldır!”
Yanında sadece Arapça bilen yaveri Murat olduğu halde isyancıların üstlendiği medreseye gitti. Kalabalığı yararak camiye girdi ve “Sizi yönetenler neredeyse, beni oraya götürün“ dedi.
“Kimsiniz siz?”
Az sonra medresede kendisine gösterilen odaya daldı ve odadakilere “Siz kimsiniz, ne yapmak istiyorsunuz“ diye bağırdı.
O kadar kendinden emin görünüyordu ki, odadakiler 27 yaşındaki bu zabitin bir orduyla gelip kendilerini kuşattığını sandılar. Onlarla konuşunca asıl sorunlarının yeni idarede, eski imtiyazlarını kaybetmek olduğunu anladı.
“Ben sizin çıkarlarınızı korurum, ama izin verin burada toplanan halkla konuşayım“ dedi. Gece, avludaki havuzun başında, tercüman aracılığıyla isyancılarla konuştu:
“Ey din kardeşleri! Memleketinizin korunması için güç birliğine ihtiyacımız var. Ayrılırsak güçsüz kalırız” dedi.
İlk temasta dikkat çekmişti. Yabancı kaynaklarda, Mustafa Kemal hakkında yazılmış en eski konsolosluk raporları o döneme aittir ve Mustafa Kemal‘in Trablusgarp’a varmasından sadece 2 hafta sonra kaleme alınmıştır...

Libya’yı ‘gözü’ pahasına savunmuştu
DÖNEMİN WİKİLEAKS’İNDE YÜZBAŞI MUSTAFA KEMAL
‘Etkili bir konuşmacı, kararlı bir kişilik’

 Fransız Konsolosu A. Alrick’in, Fransız Dışişleri Bakanlığı’na 3 Ekim 1908’de  yolladığı rapor:
“Selanik İttihat Terakki Komitesi üyesi olan bir Türk subayı, birkaç günden beri bu civarda olup bitenler ve kişiler hakkında soruşturma yapmaktadır. Kendisinin, birçok yüksek memur ve eşrafı anayasaya ve ilkelerine sadakat yemini yapmaya davet ettiği, hürriyet ilkesi konusunda dindaşlarının menfi davranışıyla veya hiç değilse bazı tereddütleriyle karşılaştığı söylenmektedir.”
* * *
Britanya’nın Trablusgarp Konsolosu Alvarez‘in raporu:
“Beş gün kadar önce Tripoli’de geniş bir dinleyici topluluğu karşısında partisinin ilke ve amaçlarını anlattı. Düşüncelerini etkili ve akıcı üslupla dile getiren bir konuşmacı. Geçen gün bana uğramıştı. Çok sakin ve az konuşan bir ruh hali içindeydi. Bende, daha sonra doğrulanacağına inandığım, enerjik ve kararlı mizaç sahibi bir kişi izlenimi bıraktı.”

Libya’yı ‘gözü’ pahasına savunmuştu
HÜCUM, BOMBARDIMAN VE YARALANMA
Kasr-ı Harun Taarruzu

Fuat Bulca savaşın en kritik gününü Cemal Kutay’a şöyle anlatmıştır:
“Mustafa Kemal, bir taarruza karar verdi. (...) Her şeyi hazırladık. Hedefimiz Kasr-ı Harun idi. Burası, zannederim Kartacalıların zamanından kalan bir harabe idi, civara hâkimdi ve onu elinde bulunduran tarafın, karşı tarafın ateşlerine karşı bir müdafaa hattı kurması mümkün olacaktı. Cidden çok kıymetli bir kurmay olan Mustafa Kemal, burasını ele geçirmek için günlerce dikkatli bir plan hazırladı. (...) Yanındaki az sayıda arkadaşlarıyla süvari hücumuna kalkıştı. Kendisini zaptedemedim. Nitekim kısa bir zaman sonra, ben artçı kuvvetlerle kalmıştım; o, Kasr-ı Harun’un ilk basamakları önüne erişmişti. Burada boğaz boğaza bir boğuşmadır başladı. Harabenin duvarlarının arkasında geçen bu mücadelenin safhalarını göremiyordum.
“Biz harabeler içinde mücadeleye devam ederken Mustafa Kemal’in yanındaki az sayıda arkadaşı ile Kasr-ı Harun’un merkez binasına kadar ilerlediği ve buraya daldığı görüldü. İşte bu sırada gökyüzünde bir gürültü duydum. İki İtalyan hücum uçağı çok alçaktan uçuyor ve bizim arkamıza saldırarak bombalarını koyuveriyordu. (...)
“Mustafa Kemal’in yanına vardığımda onun yüzünü tanınmaz bir halde buldum. Bir elinde kılıcı vardı, diğer elinde mendili sağ gözünü kapatıyordu. Yaralandığını zannettim. Hayır, yaralı değildi. Fakat harabeler arasında yıkılan bir sütundan fırlayan kireçli bir taş parçası şiddetle gözüne çarpmıştı. Sönmüş kireç olmasına rağmen, bir kısmı göze nüfuz etmişti.”

Gözündeki Libya hatırası 
Ocak 1912’deki bu baskından sonra Mustafa Kemal, Derne’de Kızılay Hastanesi’ne yatırıldı. Gözü kanlıydı. Ateşi vardı. İlk müdahaleyi oradaki Sıhhiye Reisi İbrahim Tali yaptı. Selanik’e dönmesi tavsiyesini dinlemedi. Bir ay kadar hastanede yattı. Derne Komutanlığı’na atanınca iyileşmeden kalkıp savaşa katıldı, ancak hastalığı tekrarladı. 15 gün yataktan kalkamadı. Gözlerini açamayacak haldeydi. Yaralı gözü görmüyordu. “Zamanla açılır“ diyen doktorlara inanmıyordu.
24 Ekim 1912 günü Derne’den ayrıldı. Mısır ve Romanya üzerinden İstanbul’a döndü. Kasımda Viyana’ya gidip tanınmış bir göz hekimine muayene oldu.
Gözündeki hafif şehlalık Trablusgarp harbinden kalmadır.

Libya’yı ‘gözü’ pahasına savunmuştu

BİNGAZİ’DE ŞEYHE BAĞIRDI:
‘Hadi çık dışarı!’

Mustafa Kemal, Trablusgarp’ta 1 ay kaldı. Dönüş yolunda Bingazi’ye uğradı. 2.5 ay kadar kalacağı Bingazi’de bölgenin idaresini elinde tutan Şeyh Mansur‘la tanıştı.
Kaldığı küçük otelin salonunda otururlarken bir telaş olmuş, “Şeyh Mansur hazretleri“nin geldiği söylenmişti. Bingazi’de Osmanlı’nın bir sancak başkanı olduğu halde bütün güç bu Şeyh‘in elindeydi. Gücünün kırılması gerekliydi.
O yüzden Şeyh salona girdiğinde herkes ayağa kalkarken Mustafa Kemal, yerinden kımıldamadı bile... Oturması için yer göstermediği Şeyh‘e dönüp şöyle dedi:
“Şeyh Mansur! Sen hiç sıkılmaz mısın? Buradaki sancak teşkilatının senin iradene uyacağını sanarak birtakım cüretkârlıklarda bulunuyorsun. Bu küstahlığın derecesini fark etmiyor musun? Ben sana haddini bildireceğim. Haydi çık dışarı!”
Şeyh Mansur, boynunu bükerek çıktı. Polis ve jandarma hayrete düşmüştü.
Kuran üzerine yemin
Mustafa Kemal, yeniden buluştuklarında Şeyh Mansur‘a Meşrutiyet’i anlattı. Şeyh, eline bir Kuran-ı Kerim alıp Mustafa Kemal‘e uzattı:
“Meşrutiyet idaresinin Halife Efendimize kötülük yapmayacağına dair bu kitap üzerine yemin eder misiniz?”
Mustafa Kemal, Kuran’ı alıp öptü ve “Bu kitap ve namusum üzerine ant içerim ki Halife’ye bir kötülük yapılmayacak” dedi.
Ayaklanma bir süre için durdu; Osmanlı otoritesi sağlandı.
Ancak bu, uzun sürmeyecek, Eylül 1911’de İtalyanlar Trablusgarp’a saldırınca Mustafa Kemal’e yeniden yol görünecekti.
TRABLUSGARP HARBİ
Çölde bir avuç gönüllü

Trablusgarp savaşı başladığında Osmanlı’nın bölgeye gidecek hali yoktu. Bir avuç subay, kendilerinden 10 kat fazla kuvvete karşı savaşmak üzere karayoluyla ve gizlice bölgeye koşmaya karar verdiler.
Binbaşı Mustafa Kemal de çocukluk arkadaşları Nuri ve Fuat’la birlikte yola koyuldu.
Harbiye Nezareti, “Yakalanırsanız ‘Hükümetin bilgisi dışında seyahat ediyoruz’ diyeceksiniz” diye tembihlemişti.
“Şerif” takma adıyla, bir gazeteci kimliğiyle gidiyordu. Yolda hastalandı. 15 gün İskenderiye’de yattı. Kasım sonu önce trenle Mısır’a girdiler. Çölü aşmak için bir süre atla, 8 gün deve sırtında seyahat ettiler. Develerin yükü artınca yaya yürüdüler. Geceleri çadırda kalıyorlardı. Mustafa Kemal fasulye ayıklıyor, Fuat pişiriyordu. Susuz, ağaçsız Mısır çölünü, rüyalarında Rumeli’yi görerek aştılar.
Son tren istasyonunda Mısırlı bir subay kimlik kontrolü yaptı. Arap kılığına bürünmüşlerdi, ama mavi gözleri Mustafa Kemal’i ele veriyordu. Yakalanacaklarını anlayınca, kimliğini açıkladı; Mısırlının dini duygularına hitap etti:
“Gâvurlara karşı kutsal cihada katılmaya gidiyoruz” dedi.
Sınırı böyle geçtiler. Üniformalarını giydiler; silahlarını gizledikleri yerlerden çıkarıp savaşa katıldılar.
Bir avuç gönüllü, şimdi Kuzey Afrika’daki son vatan toprağını savunacaklardı.

CanDündar
KAYNAKÇA
-  “Atatürk Hakkında Hâtıralar ve Belgeler”, Afet İnan, T. İş Bankası, 
Ankara, 1984
-  “Trablusgarp’ta Bir Avuç Kahraman”, Cemal Kutay, Posta Kutusu Yayınları, İstanbul 1978.
-  “Atatürk, Atatürk’ü Anlatıyor”, İbrahim Karakaş, Gülnur Aksop, Milliyet.
-  “Atatürk”, Andrew Mango, Sabah, 1999
-  “Atatürk’ün Sağlığı, Hastalıkları ve Ölümü”, Dr. Eren Akçiçek, 
İzmir Güven Kitabevi, 2005.

27 Şubat 2011 Pazar

Kaçak Güreş! -Cüneyt Arcayürek

 Kaçak Güreş!

B
aşbakan RTE, Dersim konusunda kaçak güreşiyor.
CHP’nin Doğu ve Güneydoğu illerinde, bölgenin ve insanların sorunlarına doğrudan eğildiğini, sosyal ve ekonomik konuların yanı sıra Kürt sorununa doğrudan çözüm önerileri hazırladığını görünce fena halde rahatsız oldu.
Dersim olaylarıyla ilgili bir-iki belge açıklayacağını söyledi.
Asıl amacı gerçeklerin ortaya çıkması değil.
Asıl amacı dar ve kör particilik anlayışıyla, Dersim’de yaşanan dramatik olayların sorumluluğunu bir iki belgeyle yine CHP’ye yüklemek ve bölge halkı indinde karalamak!
CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, -şayet konunun kamuoyunda gerektiği biçimde anlaşılmasını istiyorsa- Başbakan’ın, devlet arşivindeki Dersim belgelerinin hepsini açıklamasını istedi.
RTE ise atv gibi iktidar partisine oynayan bir kanalda, Sabah gibi AKP’nin yoldaşı, yandaşı bir gazetenin yazarlarıyla yaptığı söyleşide Kılıçdaroğlu’na verdiği yanıtta, başka türküler seslendirdi.
“Bu konuda yanlış anlama varmış” diye başladı, devam etti:
“Bir defa” Kılıçdaroğlu Başbakanlık arşivini kastediyorsa, bu arşiv herkese açıkmış.
Yok eğer CHP Genel Başkanı, “Beyefendiden Dersim ile ilgili ‘bilgi’ almak istiyorsa, daha önce açıkladığı belgeler gibi bundan sonra da bazı belgeleri ‘vakti saati geldiğinde’ açıklayacakmış!”
***
Bir genel başkan, devlet arşivlerini açıklama yetkisini elinde bulunduran sorumlu hükümetten, gerçeklerin olduğu gibi ortaya çıkması için arşivlerdeki belgelerin bir ikisini değil, bütününü açıklamasını istiyor.
Üstelik sıfatı Başbakan, öteki genel başkan; tecahülü arifaneden gelerek diğer partinin önerisine yan çiziyor. Türkçesi kaçak güreşiyor.
Kimi gerçeklerin sömürdüğü ve sömürüldüğü gibi olmadığını ortaya çıkaracak devlet arşivlerini “açarım” diyemiyor.
Kılıçdaroğlu, kaçağın arşivleri açmayacağını değil, açamayacağını bildiği için, bir ikinci hamle yapıyor: Genelkurmay’ın arşivlerini de açıkla!
Hazretten ses yok. Lakin çağrısına ikinci elden bir yanıt.
AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik’ten… Ama ne yanıt?
“Gerek Genelkurmay arşivindeki belgelerin gerekse Başbakanlık arşivindeki belgelerin incelenmesi sonucunda” … asıl foyası ortaya çıkacak olan CHP imiş.
Ya’vu asıl sorun da bu zaten.
Sizin bilinen amacınız doğrultusunda belgeleri inceleyerek kamuoyunu yanıltmanız değil istenen.
AKP’nin olayların saptırılmasını, partisel amaçlarla kullanılmasını önlemek için arşivlerin bütünüyle açıklanmasıydı istenilen.
***
Bu adamların nalıncı keseri gibi her olayı kendilerine yonttuğunu -kimi saftirikler, yandaşlarla yalakalar dışında- hâlâ bilmeyen kaldı mı acaba?
Medyamızın da maşallahı var: Hükümeti öven manşet başlıkları esirgemeden kullanıyor…
Libya’daki kanlı, yağmalı, saldırgan olayları gecikmeli olarak fark eden hükümetin oradaki vatandaşlarımızı tahliye hareketini, medyamız “Cumhuriyet tarihinin ve yüzyılın en büyük tahliye olayı”, Türkiye’yi dünyada böylesini beceren tek ülke diye göstererek hükümeti onurlandırdı.
Onur Öymen, bir milletvekili. Ne ki böylesine palavra iddia ve övgülere limon sıkacak bilgi birikimiyle her zaman ses getiren bir diplomat, siyasetçi.
Tarih bilmeyenlere şöyle basit bir tarih dersi veriyor:
“…1975 yılında Güney Kıbrıs’ta kalan ve İngiliz üslerine sığınan 60 bin (yazı ile altmış bin) yurttaşımızı iki haftadan az sürede tahliye ettik. 10 gün içinde havadan taşıdığımız yurttaşlarımızın sayısı 9391 idi…”
Sen gel de kimilerine, bu türden ama zamanın hükümetleriyle medyasının büyütmediği gerçekleri, örneğin 2. Dünya Savaşı’nda ağır ateş altındaki İngiliz askerlerini Fransa’nın kuzeyinden kurtaran tarihsel tahliye olaylarını anlatabilirsen, anlat!
***
Hadi tahliyeleri abartmadan edemiyorsunuz.
Hiç değilse, Tunus’taki isyandan sonra Kuzey Afrika ülkelerine domino etkisi yaparak benzeri olayların Libya’yı da saracağını önceden kestiremeyen hükümet zafiyetini irdeleseniz ya!
Trablus Büyükelçiliği’nin 18 Şubat’ta, Libya’da olayların başlamasından 48 saat önce “orada benzeri olayların beklenmediğini, bu nedenle müsterih olunmasını” duyurduğunu, üstelik bu duyumun sonradan büyükelçilik internet sitesinden acele kaldırıldığını neden saklıyorsunuz?
…ve fakat: Başbakanlık’ın aynı duyumun çok sonradan başmüşavirlik internetinden de kaldırdığını neden yazıp neden üstüne gitmiyorsunuz?
Bu yanlış da değil, basiretsizlik kanıtlayan duyumlar… Hükümetin olayların başlamasından günler sonra denizden de tahliye hareketine girişmesi, yüzyılın ve Cumhuriyet tarihinin en büyük tahliyesi üzerine daha bugünden düşen gölgelerdir.
Arkası gelecek… TV ağzı ile söyleyelim: Az sonra!

Postal…-Bekir Coşkun

Postal…

Onun kulağına fısıldadım:
Belli ki hiçbir şey anlamadı…
“Bizi bırakıp bırakıp erken gidiyorsunuz…”
Bu kez kulağına “kemik” dedim, zıpladı, kuyruğunu salladı, sevindi, demek ki anladı…
*
O evimizin en küçüğü…
Cunda’da annesinin yanında yuvarlana yuvarlana yürürken, ayakları çok büyük olduğu için adını “Postal” koymuştuk. Sonbaharda kardeşleri paylaşıldığında onu kimse istememişti. Postal’ı arabamıza alıp Ankara’ya doğru yola çıktığımızda, adanın kışında kendi karnını zor doyuran annesi arabanın arkasından koşmuştu gücü bitene kadar.
Arabanın içinde ise Andree ile ikimiz ağlıyorduk…
Sonradan komşular, annenin en son tepeye kadar gidip oradan arabanın gittiği yöne bakakaldığını, kimi günler o tepeye çıkıp saatlerce yola baktığını anlatmışlardı.
*
Postal büyüdü…
Siyah-beyaz benekleri olan, upuzun kulaklı, çok yakışıklı bir köpek oldu…
Evimizin minik oğlu…
En son lambaları söndürmeyi öğrendi. Uykusu gelince, misafirler otururken gidip burnu ile lambaları söndürüyor. Zaten biraz sonra misafirler “Geç oldu” diyerek kalkıyorlar.
Uykusu kaçıp da lambaları ilk yaktığında ise bütün gece evde hırsız aramıştık…
O hırsızı bulamamamızdan sıkılıp lambayı yeniden söndürene dek…
*
Dün gece başını okşarken kulağına öyle dedim:
“Bizi erken erken bırakıp gidiyorsunuz… Pako, Gorbi, Rok böyle yaptılar… Yaşamlarınız çok kısa… Bir anda şu ev boşalıyor siz gidince… Ellerimizde sizden kalan tasma, ağlayarak oda oda sizi arıyoruz… Eşe dosta sizi anlatmaya çalışıyoruz, çoğu kimse bu özlemi anlayamıyor… Anılarınızı birbirimize anlatıyoruz, aslında kendi kendimize… Bazen komik olanlarına gülüyoruz, yine de burnumuzu çekerek… Belki de sizleri sevmek uğruna, o acıları çekmeyi peşinen kabulleniyoruz… Çünkü sizde olan, bizlerde olmayan çıkarsız bir sevgiyi tanımaya değer…”

26 Şubat 2011 Cumartesi

CHP SEÇİM MARŞLARI

Sözlerini Aşık İhsani’nin yazdığı, Onur Akın’ın bestelediği aynı zamanda da söylediği ‘Bir ıslık da sen çal’ şarkısını, marşını dinleyin

 

Sözlerini Ali Dilki’nin yazdığı, Onur Akın’ın bestelediği, Nilüfer Sarıtaş’ın da söylediği ‘Ak dediler kara çıktı’ şarkısını, marşını dinleyin



Büyükerşen yarın CHP'de

Büyükerşen’e CHP rozetini Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu takacak.

 Büyükerşen yarın CHP'de
DSP’den istifa eden Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen, yarın düzenlenecek törende CHP’ye geçecek. Büyükerşen’e CHP rozetini Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu takacak.

Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen, Tepebaşı Belediye Başkanı Ahmet Ataç ile DSP’den istifa eden belediye meclis üyeleri yarın toplu olarak CHP’ye geçiyor. Porsuk Spor Salonu’nda 27 Şubat 20011 tarihinde saat 13.30’da düzenlenecek olan törene CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da katılacak. Kılıçdaroğlu, Yılmaz Büyükerşen’e CHP rozetini takacak.

CHP İl teşkilatı da genel başkanları Kemal Kılıçdaroğlu’nun Eskişehir’e gelişi ve Yılmaz Büyükerşen’in partilerine katılımı nedeniyle kentteki bilboardlara "Birlikte daha güçlüyüz. Genel Başkanımız Kemal Kılıçdaroğlu’nun katılımıyla Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen ve yol arkadaşlarımız CHP rozetlerini takıyor" yazısının yer aldığı afişler astı.

Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen, CHP’ye geçişi ile ilgili çeşitli yerel gazetelere ilan verdi. Büyükerşen ilanda Eskişehirliler'e şöyle seslendi:

"Sevgili hemşerilerim. Cumhuriyet ideallerine çok genç yaşta gönül verdim. Cumhuriyet’e olan inancım geçen zamanla birlikte küllenmedi, daha da alevlendi. Çağdaş dünyanın çağdaş bir ferdi olma yolunda kişisel olarak kat ettiğim bütün mesafeyi, özellikle iki şeye borçluyum. Birincisi Cumhuriyet’e ve Atatürk devrimlerine, ikincisi de Eskişehir’de yetişmiş olmama. Ne Atatürk’e ve ne Cumhuriyet’e, ne de Eskişehir’e hizmet borcumu ödeyebileceğimi zannetmiyorum. Bununla birlikte ödemek için elimden geleni de esirgemediğime sizler şahitsiniz. Bilin ki, yaptığım her tercih, bu borcu ödemek konusundaki çabamın devamıdır. Bu süreç içinde hepimizin desteğini gördüm. Bu destek benim en kıymetli varlığım oldu. Bugüne kadar ne yaptıysak sizlerle beraber yaptık. Yol arkadaşlarım ve ben CHP rozeti takarken de beraber olacağımızdan eminim."

AKP'li Çelik'e Dersim yanıtı

AKP'li Çelik'e Dersim yanıtı

'Foyaları çıkacak' sözüne CHP Genel Sekreteri Bihlun Tamaylıgil yanıt verdi.
AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik’in, “Foyaları çıkacak” sözüne CHP Genel Sekreteri Bihlun Tamaylıgil, “Hüseyin Çelik, çirkin, kumpasçı ve şantajcı yüzünü bir kez daha ortaya koymaktadır. Malzemeleri ırk ve inanç sömürüsü olanlar, boylarını aşan yolsuzluk dosyalarına kol kanat gerenler Genel Başkanımıza laf söylerken ağızlarını kırk kez çalkalasınlar” dedi.

CHP Genel Sekreteri Bihlun Tamaylıgil yaptığı yazılı açıklamada, AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik’in, Dersim olaylarını kastederek, “Foyaları ortaya çıkacak olan CHP’dir" sözlerine yanıt verdi. CHP Genel Sekreteri, şöyle dedi:

“ ‘Dersim arşivlerinin, Genelkurmay ve Başbakanlık arşivindeki belgelerin incelenmesi sonucunda esas zora düşecek olan, esas foyaları ortaya çıkacak olan CHP'dir' diyen AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, çirkin, kumpasçı ve şantajcı yüzünü bir kez daha ortaya koymaktadır. Biz açın arşivleri diyoruz. Sana ne kimin ne kadar zarar göreceğinden, devlet elinizde, arşivler elinizde açıklayın gerçek ortaya çıksın, tarihe mal olsun.”

-“GENEL BAŞKANIMIZA LAF SÖYLERKEN AĞIZLARINI KIRK KEZ ÇALKALASINLAR”-

Hüseyin Çelik’in, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na yönelik “seviyesiz” açıklamalarda bulunduğunu ifade eden Tamaylıgil, “Yalan söylüyor” dedi.

AKP döneminde birilerinin yaptığı yolsuzluk dosyalarının bizzat AKP yöneticileri tarafından açtırılmadığını, açılanların kapağının ise kapattırıldığına dikkat çeken CHP Genel Sekreteri, şöyle dedi:

“Öyle anlaşılıyor ki, Genel Başkanımız Kılıçdaroğlu’nun dini, inancı, ırkı, cinsiyeti siyasete bulaştırmaması ve kullanmaması, onlar başımızın tacı diye değerlendirmesi AKP’yi paniklettikçe panikletiyor. Çünkü, malzemeleri ırk ve inanç sömürüsü olanlar, boylarını aşan yolsuzluk dosyalarına kol kanat gerenler Genel Başkanımıza laf söylerken ağızlarını kırk kez çalkalasınlar.”

-“BOĞAZLARINA KADAR YOLSUZLUK ÇAMURUNA BATTILAR”-

“Çamurun üzerine oturmayız diyen Çelik ve arkadaşları boğazlarına kadar battıkları yolsuzluk çamurundan kurtulamayacak ve bunun hesabını mutlaka yargı önünde vereceklerdir” diyen Tamaylıgil, şöyle dedi:

“AKP yöneticileri sakın yargı üzerinde oynadığı oyunlara da bel bağlamasınlar. Oynanan bu oyunlar da kendilerini kurtaramayacaktır. Çünkü Türkiye’de köklü bir yargı ve hukuk devleti geleneği gibi, yeter artık diyecek ve hesap soracak yargıçlar da vardır. Er geç yakın çevresinin dillere düşen varsıllaşması ve hukuk devletini ayaklar altına alan uygulamalarıyla Çelik dahil AKP yöneticileri yargı önünde hesap vereceklerdir.”

ANKA

Ölümünün 50. Yılında Hasan Âli Yücel...

Ölümünün 50. Yılında Hasan Âli Yücel...
26 Şubat 2011, Cumhuriyet tarihinin en uzun süre görev yapmış ve en çok iz bırakan, iş yapan Milli Eğitim bakanlarından Hasan Âli Yücel’in ölümünün 50. yıldönümü. Bu nedenle büyük aydınlanmacı için ülkenin değişik yerlerinde çeşitli etkinlikler düzenleniyor. Bilindiği gibi Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO), doğumunun 100. yılı nedeniyle 1997 yılını “Hasan Âli Yücel Yılı” olarak duyurmuştu. O yıl da yurt içinde ve dışında birçok etkinlikler yapılmıştı.

Hasan Âli Yücel, çocukluk ve gençlik yıllarında çevresinde ve toplumda Balkan, Çanakkale, Birinci Dünya savaşlarının acılarına tanıklık eder. Sonra kurtuluşun ve Cumhuriyet devrimlerinin coşkusunu yaşar. Milli Eğitim Bakanlığı’nda öğretmenlikten bakanlığa kadar çeşitli sorumluluklar üstlenir. Yirmi altı yaşında Felsefe Elifbası kitabını yazar. Otuz yaşında Milli Eğitim Bakanlığı müfettişliğine, otuz altı yaşında, Ortaöğretim Genel Müdürlüğü’ne getirilir. Otuz sekiz yaşında İzmir milletvekili seçilir, kırk bir yaşında bakan olur. Yedi yıl, yedi ay, yedi gün süren Milli Eğitim Bakanlığı’nda çalışma arkadaşlarıyla birlikte çoğu kendi alanında ilk şûralar, sergiler, dünya klasiklerinin çevirisi, ilköğretimin yaygınlaşması, teknik eğitim, Köy Enstitüleri uygulaması ile yalnız bakanlıkta değil bütün ülkede eğitim, kültür, sanat ve yayım seferberliği başlatır.

Onun bakanlık dönemi Cumhuriyet devrimleriyle temeli atılan, Mustafa Necati, Saffet Arıkan ve benzeri devrimci insanların çabalarıyla yükselen aydınlanmanın doruğa ulaştığı, yaşandığı bir dönem olmuştur.

5 Ağustos 1946’da Milli Eğitim Bakanlığı’ndan ayrılırken yaptığı açıklamanın bir yerinde şunları söylemiştir: “Göreve geldiğim gün ile görevden ayrıldığım şu an arasında öğretici ve öğrencileri birkaç misli artan ve gelişen eğitim ailesine en derin minnet ve hürmet duygularıyla veda etmekten mutluluk duyuyorum.”

Hasan Âli Yücel, bakanlıktan ayrıldıktan sonra da durmaz. Yaşadığı haksızlıklara karşın yazıları, yeni yeni yapıtlarıyla aydınlanma savaşımını aralıksız sürdürür. 1946-50 yılları arasında Ulus’ta, 1952 Cumhuriyet’te yazar. 1956 yılında İş Bankası yayın işleri yöneticiliği yapar. 27 Mayıs 1960’tan sonra birçok aydında olduğu gibi kısa bir süre içinde umut yeşerir. 25 Şubat 1961 UNESCO Yönetim Kurulu toplantısına katılır. Rönesans ve Hümanizm konulu bir toplantı için hazırlık yapmaktayken 26 Şubat 1961’de aramızdan ayrılır.

Hasan Âli Yücel’in zamanında titizlikle uygulanan bir Öğretim Birliği vardı. Ders kitaplarının içeriği bilimseldi. Kadrosunda İsmail Hakkı Tonguç, Rüştü Uzel gibi işin uzmanı büyük eğitimciler vardı. Talim Terbiye Kurulu (TTK) eğitim politikalarının saptanmasını, ders kitaplarının incelenmesini bilimsel bir titizlikle yürütürdü.

Ülkede üretici, parasız, bilimsel bir eğitim uygulanırdı. Resim, heykel, müzik, tiyatro sanat dallarının, sporun her çeşidinin gelişmesi için devlet her türlü özveride bulunurdu. Türkçenin doğru, güzel konuşulup yazılmasına özen gösterilirdi.

Nitelikli eğitim vermek kamunun öncelikli, temel bir göreviydi. Hasan Âli Yücel’in bakanlıktan ayrılmasından sonra eğitim, kültür ve sanat politikalarından verilen ödünler, Cumhuriyetin önemli kazanımlarını tersine çevirdi. Özellikle sekiz buçuk yıldır AKP döneminde uygulanan politikalarla eğitimin niteliği düşürüldü. Bırakın okullarda, toplumda sanat kültür etkinliklerinin desteklenmesini, tam tersine kösteklenmeye başlandı. Okullarda uygulanan eğitim ve sanatçı Mehmet Aksoy’un Kars’taki İnsanlık Anıtı heykelinin başına gelenler bunun en güzel kanıtı değil mi?


Mustafa Gazalcı

Myanmar sizinle gurur duyuyor- Yılmaz Özdil


 Myanmar sizinle gurur duyuyor

Deniyor ki:
“Otorite” boşluğu meydana geldiği için, Libya’ya giriş-çıkış’ta sorun var.
Olaylar patladığından beri…
709 Filistinli
569 Myanmarlı
415 Somalili
225 Eritreli
128 Afganlı
57 Suriyeli
54 Iraklı
46 İranlı
40 Pakistanlı
32 Cezayirli
31 Faslı
20 Ruandalı
12 Çinli
8’er Kongolu, Tunuslu
7’şer Vietnamlı, Mısırlı
6’şar Ganalı, Bangladeşli
5 Sri Lankalı
4 Dominikli
3’er Ugandalı, Gambiyalı
2’şer Ekvadorlu, Nijeryalı
1’er Fildişi Sahilli, Hintli, Filipinli, Sudanlı, Nepalli yasadışı yollardan Türkiye’ye “giriş” yaptıktan sonra, Avrupa’ya “çıkış” yapmak için “feribot” beklerken 14 ayrı şehirde enselendi.
Ha bi de Sierra Leoneli var.
Hani, hükümeti eleştirenlere “bunların önüne harita koysak, adı geçen ülkelerin yerini bile gösteremezler” diyor ya Başbakanımız… Öyle hakikaten.
*
Ordan çıkaramadığımız…
En az 20 bin küsur.
Buraya giren…
En az 2 bin küsur.
Bunlar yakalananlar çünkü…
Gerisi meçhul.
Oraya pasaportla gönderdiklerimizin sayısını bilmediğimiz gibi, buraya
pasaportsuz girenlerin sayısını da bilmiyoruz.
Sanırım o yüzden “otorite boşluğu meydana geldiği için, Libya’ya
giriş-çıkış’ta sorun var” deniyor…
Otorite olsa, sorun yok.
MÜSTERİH NOT:
Dünkü yazımda, Trablus Büyükelçiliğimizin, Libya’nın patlamasına 48 saat kala “Müsterih olun” diye duyuru yayınlandığını… Bu skandal duyurunun Libya patlar patlamaz, Trablus Büyükelçiliğimizin resmi internet sitesinden apar topar silindiğini… Ancak, Başbakanlık’a ait olan “müşavirlikler.gov.tr” adresinden silmeyi unuttuklarını, duyurunun kabak gibi orada durduğunu yazmıştım. E ben bunu yazınca, Başbakanlık’a ait siteden de saat 10 gibi sildiler. Ancak… Bu sefer de, Trablus Büyükelçiliğimizin resmi internet sitesindeki Ticaret Müşavirliği bölümündekini silmeyi unuttular iyi mi O

Yılmaz Özdil

DÜNYA HAYRAN KALMIŞ! -EMİN ÇÖLEŞAN

 DÜNYA HAYRAN KALMIŞ!

F
ALAKA medyada manşetler birbirini izliyor.
aimetin büyük başansı (!) muhteşem bir biçimde
itiliyor. Aynen şöyle:
Libya tahliyesinde dünya Türkiye’ye hayran
iı!..”

Türkiye’ye tahliye alkışı!..”
Yüzyılın en büyük tahliye operasyonu devam
yor!.. Türkiye’ye övgü yağıyor!..”
“Operasyona tam not!..”
“Dünya Türkiye’yi alkışlıyor!..”
“ingilizler yüzyılın tahliyesini kıskandı!..Türkiye kurtardı, biz izledik!..”
“Dünya basını: Türkler kadar olamadık!..”

Bunlan okuyucunca akla bir soru geliyor! Kendi kendimize soruyoruz, acaba diyoruz Libya’daki Türkler kurtanldı da, öteki ülkelerin insanlan öldü veya öldürüldü mü?
Hayır efendim, her ülke kendi yurttaşlarını Libya’dan tahliye ediyor. Uçaklar ve gemilerle yapılan bu kurtarma işlemi sonucunda her ülkeden on binlerce insan Libya sınırları dışına çıkarıldı.
O halde bizdeki bu tantana niçin yapılıyor?..
Çünkü hükümet, bu insani görevi bile siyasi ranta çevirmeyi amaçlıyor.
“Yüzyılın tahliyesi” imiş.
Yaa kardeşim bırakın yüzyılı, sadece şu son 10 yıl içerisinde bile nice ülkelerden nice tahliye operasyonlan yapıldı.
Uzaklara gitmeye de gerek yok. İşte son ayaklanmalardan sonra Mısır, Tunus, Bahreyn gibi ülkelerden kurtanlan çeşitli ülkelerin vatandaşlan ortada.
Bunu yapmak her ülkenin görevidir. Hangi ülkede ayaklanma, büyük kargaşa varsa, oralarda yaşayan siviller çeşitli yollarla tahliye edilir. Şimdi bizim yaptığımız da işte budur.
Ancak ülkemizde öylesine yağa, yalaka, utanmaz bir medya oluştu ki, AKP hükümetine yaradığı sürece her olay bire bin katılarak ve övgülerle veriliyor.
Bu inanılmaz övgüleri okuyan da zanneder ki, biz Libya’yı fethettik!

• • •
Hikayenin esas acıklı bölümü bundan sonra başlayacak. Libya’da 300 dolaylannda irili ufaklı Türk şirketi ile 25 bin dolaylarında vatandaşımız vardı. Firmalann şantiyeleri, iş araç ve gereçleri, bürolan, hatta Kaddafi adındaki hırsızın bankalarında paralan vardı.
Alacak verecek hesaplan vardı.
Vatandaşlanmızın evleri, eşyalan vardı.
Onlar ne olacak bundan sonra?
Şimdi çıksın bizim hükümet, ortalık yatışınca bunların peşine düşsün bakalım. Pek çoğu yağmalanan o araç gereç, ev eşyaları, malzemeler ve paralar ne olacak? Onları kim kurtaracak?
Sen Libya’da zor durumda kalan insanlanmızı elbette tahliye edeceksin. Gemiler yollayacaksın, ne pahasına olursa olsun bu işi başaracaksın.
Ama gelin görün ki, üç tarafı denizlerle çevrili Türkiye’nin Libya’ya göndereceği gemisi yoktu. Marmara denizinde iç hatlarda çalışan feribotlar gönderildi!..Çünkü devletin elindeki tüm gemiler bunların döneminde haraç mezat yöntemiyle ve “Özelleştirme” adı altında eşe dosta yok pahasına, bir yabancı futbolcu fiyatına salıvermişti!
Dünya bize hayran kalmış! İnsanda biraz utanma olur. iktidar yağcıhğı yapmak için böyle manşetler yapmaya gazeteci utanır.
Libya’ya en az 20 ülkenin uçakları indi, rıhtımlara gemileri yanaştı ve kendi uyruklarını alıp götürdü. Her ülke tahliye işlemini sürdürüyor. Bakın İtalya, Fransa gibi ülkelere, on binlerce vatandaşlarını Libya’dan aldılar.
Ama hiçbiri, bizim gibi iç deniz feribotlarım göndermedi. Sonra Ege denizinde küçük bir fırtına çıktı, bizim iç deniz feribotları ikinci sefere çıkamadı!




Emin Çöleşan

İçler Acısı -Mümtaz Soysal

 İçler Acısı

A
KDENİZ’İN güneyinde iki aydır olanlar yürek parçalayıcıdır.

Olaylara diktatörün devrilmesi, çürümüş rejimin yıkılması, demokrasi ufkunun açılması diye bakmakla yetinmeyip ülkelerin ve halkların hüzün verici yazgısı açısından bakabilen bir yüreğiniz varsa, tabii.

Kaldı ki, Mustafa Kemal’in kurtardığı bir vatanın ve Atatürk’ün kurduğu bir cumhuriyetin insanları olarak böyle bir yüreğimiz olmalıdır da. Tunus’ta, Mısır’da ve şimdi Libya’da da olanlara eski sömürgecilerin, yeni küresel “asr-ı saadet”in ikiyüzlü bezirgânlarının ve Batı dünyasındaki katı kalpli düşünürlerin gözüyle bakamayız.
Olayları yaşayanlar “din kardeşlerimiz”, kargaşa sahnesi olan ülkeler “eski topraklarımız” olduğu için değil elbette. Çok şükür, onlarınkinden başka bir tarih çizgisi çizebilmiş ve dolayısıyla oralardaki eksiklikleri ve yanlışları görebilecek duruma gelmiş insanlar olarak herhalde.
Her şeyden önce, savaş üstüne savaş, yenilgi üstüne yenilgi sonrasında silkinip dünyaya parmak ısırtan bir zaferle kurulmuş bir cumhuriyete ağır bedeller ödeyerek gelmiş olmanın aslında nasıl bir “tarih nimeti” olduğunu düşünmeden durabilir miyiz? Sömürgecinin birkaç küçük rahatsızlık ardından başka hesaplarla ve kansız, sessiz sedasız çekilip gittiği topraklarda ağır bedel ödememiş insanlarca kurulan devletler fazla dayanıklı ve uzun ömürlü olmuyor.
Bu, o insanların kabahati değil elbet. Olsa olsa, oraları devralmış ya da kolay darbelerle yönetime gelmiş yöneticileri suçlayabilirsiniz; toplumu dayanıklı ve tutarlı kılacak adımları atmadıkları, kaynakları iyi değerlendirip gerekli çağdaşlaşmayı sağlayamadıkları için.
Ama bu noktada da, unutmayalım ki, ister düpedüz sömürgecilik dönemlerinde, ister eski sömürgeci kültürel etkinin devam ettiği yarı bağımsız ulus-devlet aşamasında o etkinin sahipleri oralara asla bir Kemalist kalkınma modeli tavsiye etmemişler ya da Burgiba Tunus’unda olduğu gibi öyle bir modelin özüne inmeyi öğretmekten kaçınmışlardır. Tam tersine, o eski toprakların çoğunda Mustafa Kemal’i zındıklığın, deccallığın ve yüzeysel Batı taklitçiliğinin temsilcisi olarak tanıtma yolu izlenmiş, halkta uyanabilecek hayranlık duygularının başkaldırıcı bir dinamizme dönüşmesi önlenmiştir.
Yine de, rejim değişikliğinin halk yığınlarından ve özellikle de gençlerden gelen bir dinamizmle gerçekleşmiş olması, hiç değilse bundan sonrası için gerçek cumhuriyetçiliğe elverişli bir zemin hazırlamış olmalıdır. Türk dış politikasının o yönde etkili olabilmesi, ancak Türkiye’nin kendi yönetiminde de gerçek cumhuriyetçi ilkelere bağlı kalmasıyla düşünülebilecek bir olasılıktır.

Mümtaz Soysal

Artık Çok Geçti -Işık Kansu

 Artık Çok Geçti

A
raştırmacı-yazar Mustafa Yıldırım ile İran İslam devrimi üzerine söyleşiyorduk. Şah’ın yıkılmasına az kala, İran’daki genel beklentinin “çok partili, düşünce özgürlüğünün sınırlanmadığı” bir düzen olduğunu vurguladı. Yani, şimdi bizim dinlediğimiz “ileri demokrasi” masalı gibi bir şey.
Mustafa Yıldırım, “İran’da önce gösteriler başladı” diyerek sürdürdü sözlerini:
“Ordu ‘Çatışma büyümesin’ diyerek tarafsızlığını ilan etti. Geçici hükümet kuruldu. Sağda solda dine aykırı denilerek insanlar dövülüyor; vitrinler kırılıyor, içki satan yerlere saldırılıyordu. Koalisyonun demokratları-liberalleri münferittir, diye idare ettiler. Birdenbire dini-ruhani liderin fetvaları ortaya çıktı: Referanduma gidilecekti. ‘Eski diktayı mı yoksa demokratik cumhuriyeti mi istersiniz’ diye sormak yerine ‘Dikta mı, yoksa İslam Cumhuriyeti mi?’ diye sordular. Halk ezici çoğunlukla diktaya karşı geldi, ama seçenek de tekti. Ruhani liderli iktidar, birbiri üstüne karalar alıyordu. Derhal yeni bir silahlı kuvvet oluşturdular; polislerle birleştiler. Subaylar ortalık yerde tartaklanıp tutuklanmaya başladı. İktidarın yayın organları, işgale karşı savaşan subayları her gün aşağılıyorlardı. Koalisyonun demokrat-liberal ortakları, hatta bazı yüksek dini liderler yeni diktaya karşı çıkmaya başladılar. Darbe yapılacak gerekçesiyle yüzlerce subay hapse tıkıldı. Öğrenciler özgürlük istiyorlardı; onları döverek, öldürerek sindirdiler. Üniversite yönetimine el konuldu; eğitim ilkeleri baştan aşağı değiştirildi. Yeni silahlı koruma-polis gücü askeri üsleri basarak subayları tutukladı. Demokrasi-özgürlük istekleri yükselince üniversiteler ve muhalefet eden yayın organlarının tümü kapatıldı. Yeni silahlı gücün ve birçok kurumun yönetimi doğrudan dini-ruhani lidere bağlandı. Eski dönemin adalet kurumlarına, mahkeme yapılanmasına dokunmadılar; ama hâkimleri, savcıları işten atarak yerlerine kendi adamlarını yerleştirdiler. Yüksek mahkemenin yönetimine, başsavcılığa kendi adamlarını oturttular.
Gerekli gördüklerinde hemencecik yeni baskı yasaları çıkardılar. Yazarlar, şairler, gazeteciler hapse tıkıldılar, özgürlük isteyenleri üç kişiden oluşan mahkemelerin emriyle, bazen de yalnızca başsavcının emriyle öldürüldüler. Kim özgürlük isterse din düşmanı olmakla suçlanıp içeri tıkıldı, yaşları 14-15 olan sayısız genç hapishanelerde işkenceye çekildi, habersiz kurşuna dizildi. Ne ulusal ordu, ne de binlerce yılın kültürü kaldı! İşin başında demokrasi-özgürlük isteyerek işe ortak olanlar da anladılar ki eski diktatörlük bile bu kara-baskıcılar döneminden evladır! Ne var ki artık çok geçti. Seçimle gelenler, seçimle gitmeyeceklerdi, çünkü yolsuzlukların, cinayetlerin hesabını vermek istemiyorlardı.”
Mustafa Yıldırım sözlerini bitirince, “Bu anlattıklarınız” dedik, “Bugün yaşadıklarımıza ne kadar çok benziyor…”
Yüzümüze baktı, acı acı güldü.
Özerklik Kararı
CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu, arkadaşımız Kıvanç El’e, Van’da yaptıkları toplantıda, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nı “Türkiye’nin koyduğu çekince maddeleri”ni de kaldırarak benimseme kararı verdiklerini açıklamış bulunuyor.
Bu karar, üniter devleti kurmuş ve bugüne değin savunmuş olan CHP’nin “özerk bölgelere”, dolayısıyla bir tür “federasyona” giden yolu onaylaması anlamına geliyor. Yani, CHP yalnız kendisini değil, Türkiye’deki idari ve siyasi yapıdaki değişikliği bağlayacak önemli bir karar vermiş bulunuyor…
Peki, bu karar CHP’nin yetkili organları olan Parti Meclisi ve Merkez Yürütme Kurulu’nda görüşülmüş mü?
Soruşturduk. Hayır, görüşülmemiş…
CHP’de, bu tür bir kararın birkaç kişinin onayıyla kabul ediliyor olması çok dikkat çekici…
Kılıçdaroğlu Okusun Diye
CHP heyeti yurtdışına gidecektir. CHP liderinin danışmanlarından birisi, partiye yardımda gönüllü bir işadamını arar ve CHP heyetinin masraflarını karşılayıp karşılayamayacağını sorar. İşadamı olumlu yanıt verince, CHP’nin danışmanı masrafların ne kadar tutacağını ve o masraflar karşılığı ödenecek paranın hangi banka hesabına yatırılacağını işadamına bildirir.
Ancak görüşmeden sonra işadamının içine kurt düşer. CHP’deki yetkilileri arayarak durumun ayrıntısını öğrenmek ister. Gerçek başkadır: CHP heyetinin gidilecek ülkedeki harcamalarına ilişkin programı zaten hazırdır ve kendisinin yapacağı katkıya gerek yoktur.
O işadamının deyim yerindeyse dolandırılmasını önleyen kurda gelince… Kendisini arayan CHP’li danışman, CHP heyetinin masrafları için öngördüğü parayı kardeşinin hesabına yatırılmasını istemiştir.
Çoğunluk Memnun
Telefonu sattılar, TEKEL’i sattılar. Seydişehir Alüminyum’u, Kütahya Şeker’i, SEKA’yı da…
Kamu adına gelir getiren ne varsa elde avuçta kalmadı.
Öncelikle kendileri ve yandaşları için sayısı bile unutulan af yasaları çıkardılar. Vergi kaçıran kaçırana…
Sonra? Yüklen benzine, yüklen benzine.
4 lirayı aşan benzin fiyatının yarısından çoğu vergi (kurşunsuz benzinin pompa fiyatının yüzde 63’ü, motorin fiyatının yüzde 54’ü), kesinti, şu, bu…
Çoğunluk, benzin fiyatının yüksekliğinden yakınıyormuş.
Aynı çoğunluk, biliyorsunuz ağızlarda “milli irade” sakızıdır.
Kendisini çiğneten, çiğneyenden memnun demek ki.

Işık Kansu

Kurtuluşun Reçetesi -Cüneyt Arcayürek

 Kurtuluşun Reçetesi

K
imi yorumcular genel seçim öncesi siyasal kutuplaşmadan söz ediyorlar.
Ana kaynaktan söz etmeden.
Oysa Türkiye’nin yaşadığı kutuplaşma AKP iktidarının ürünü.
RTE’nin 8 yıldır izlediği iç politikanın temeli; gerilim yaratıyor, muhalifleri ile sürekli çatışarak kutuplaşmaya olanak sağlıyor.
Dış politikada aynı yöntemi izlemeyi denedi ama Allah’tan RTE’nin bu çabasına uyan çıkmadı.
RTE’ye seçim var veya yok fark etmez. Adam kavga çıkarmaz, muhaliflerini üzerine çekmez ise rahat edemiyor. Koltuk adeta batıyor.
Bir gün kavga, gerilim yaratacak bir olay olmazsa, o gece düşünüyor. Sabah erken öyle bir çıkış yapıyor ki, doğası gereği sakin insanları -örneğin Kemal Kılıçdaroğlu’nu bile- bu kadarına tahammül edemeyerek gereken yanıtı vermeye zorluyor.
***
Üstelik durup durduk yerde birden ortaya çıkardığı herhangi bir olayı bütün cepheleriyle gündeme getirse hadi bir derece.
Üzerinde tartışılsın. Gerçek bulunsun!
Yok, hayır! Bu da RTE’yi kesmez. Doğasına aykırı.
Gelinen noktada durumu özetleyelim.
CHP’nin bugüne dek kimi konulardaki soğuk tutumunu fevkalade istismar edebiliyordu RTE.
CHP, yurdu gezmez. Doğu ve Güneydoğu illerine gitmez. Halkın yaşam koşulları ile ilgilenmez diye propaganda yapıyor ve kazanıyordu.
Lakin; CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, ülkede ayak basmadığı il, ilçe bırakmıyor. Doğu’ya gidiyor, Güneydoğu’ya gidiyor.
Bugüne dek gelemedik, dertlerinizi dinleyemedik, suçluyuz diye oralarda yaşayan Kürtten, Türkten, Arap kökenliden bir çeşit özür dileyen konuşmalar yapıyor.
Partinin öncelikli sorunu işsizlik, fakirlik fukaralık ile savaşımdır, diyor.
Aile sigortası diye -halkın iktidarında uygulayacağı- bir projeyi son Kurultay’dan beri her fırsatta yoksula, fakire, işsize anlatıyor.
Stadyumlarda takımlarına en büyük sensin diye bağıran taraftar amigolar gibi; en büyük benim diye aynaya bakıp kendiyle dilediği gibi övünsün RTE!..
CHP, artık RTE yutturmacalarına dur demek zamanının geldiğini içeren bir süreçten geçiyor.
***
Aynı silahlarla karşılık veriyor. RTE’nin yıllardır kullandığı silahların tutukluk yapmasını sağlıyor.
AKP’nin silahları ile AKP’yi vuran, iktidar olanağını yakalarsa yapabileceklerinin projelerini de açıklayan…
…Sağduyulu, mantıklı ve gerçek demokrasi özlemi ile yaşayanlar, ulusal iradeye dayanarak ileri demokrasi palavrası ile avunan tek adamdan da irili ufaklı kadrosuyla AKP’den de ülkenin bir an önce kurtulmasını isteyenler için CHP bugün:
Kurtuluşun reçetesi!
***
CHP’nin eleştirilecek yanları bir yana, rejimin sırat köprüsünden geçtiği bugün gerçek şu:
En çok eleştiriyi hak edecek olası CHP iktidarı bile, hemen her alanda demokratik rejimi karanlıklara sürükleyen RTE yönetimindeki AKP gibi olmaz, olamaz!
***
Kutuplaşmayı, gerginliği RTE’nin yarattığını kanıtlayacak yüz değil bin örnek gösterilebilir.
Tazesi gündemde.
RTE, CHP’nin Güneydoğu’ya açılmasından o denli rahatsız ki, durup durduk yerde bölgedeki eski yaraları, tarihsel kimi olayları kaşıyarak yine güncelleştirme çabasında.
Bugünkü CHP’yi, dünkü CHP ile suçlayarak… Dünü bugüne taşıyarak ana muhalefetin bölgesel açılımını köreltmeye çalışıyor.
Dersim olaylarına ait kimi belgeleri açıklayacağını söyledi.
RTE’nin bir ölçüde tehdit, hatta şantaj kokan bu açıklamasına; Kılıçdaroğlu’nun, üstelik Dersim kökenli CHP Genel Başkanı’nın yanıtı şu oldu. “Açıkla!”
“Ama” dedi Kılıçdaroğlu:
“Devlet arşivindeki Dersim’le ilgili bütün belgeleri de açıkla ki kamuoyu yaşananları öğrensin!”
Haklı. Zira RTE, gerçeğin ortaya çıkmasının peşinde değil.
CHP’yi hem seçim arifesinde genelde, hem de bölge insanı nezdinde karalamak için…
…İşine gelen, sömüreceği bir iki belgeyi cımbızla arşivden veya tarafsızlığı tartışmalı; kişisel kimi anılardan da çıkarıp kamuoyuna açıklayabilir.
Devlet adamlığının bittiği noktadayız çünkü…

Cüneyt Arcayürek

Diktatör… -Bekir Coşkun

Diktatör…

D
iktatörden kurtulmak kolay değildir…
Bir kez geldi mi asla gitmek istemez…
Bu anlaşılır bir tepkidir; çünkü gidecek yeri yoktur diktatörün…
Nereye giderse gitsin, kentlerde, sokaklarda. Evlerde, herhangi bir köşe başında, yakasına yapışacak birilerinin olduğunu bilir…
Kaçamaz da…
En ıssız bir köşeye çekildiği zaman dahi, bir çığlık duyar…
Babasız bıraktığı bir çocuğun, bir kadının, yok ettiği bir yaşamın, ya da demir kafeslerin arkasından gelen ve asla susmayan bir çığlık, onu izler…
*
Diktatör gitmek istemez…
Çünkü ona yardım edecek, onu koruyacak, varsa hakkını iade edecek tek şey olan hukuku zaten kendisi yok etmiştir…
Yok ettiği adil yargılamayı önce kendi yüreğinde bulamaz…
Yargı düşman gibi gözükür diktatörün gözüne…
Ve tek şeyi güce yapışır…
Bırakmaz…
Bırakamaz…
*
Peynir gibi birçok çeşidi vardır diktatörün…
Demokrasi yolu ile gelen diktatörün ilk işi geldiği yolu, yani demokrasiyi ortadan kaldırmaktır…
Ki gidişi olmasın…
Önce yargıyı, üniversiteleri, medyayı, sendikaları, sivil toplum örgütlerini, muhalif aydınları yok etmeye bakar…
Kendi polis ve istihbarat gücünü oluşturur…
Yapabilirse kendi ordusunu da…
Ve…
Cehenneme çevirir ortalığı…
Evler basılır, insanlar götürülür, telefonlar dinlenir, özel hayat diye bir şey yoktur, toplum konuşmaktan korkar…
*
Ve durmadan “benim milletim”, “millet istiyor”, “millet için” deyip durur diktatör…
*
Özünde bütün diktatörler aynıdır…
Gözlerinde kin, bakışlarında intikam, dillerinde lanet, sözlerinde nefret vardır…
Bağırarak konuşurlar…
Kendi çevreleri ise; asla tepki vermeden, yalakalık dışında ağızlarını açmadan, alkışlamak dışında ellerini kaldırmadan, birer köle gibi dinlerler diktatörü…
Kolay kolay gitmez diktatör…
Eeeee…
Daha ne diyeyim ben size…

Bekir Coşkun

25 Şubat 2011 Cuma

“Vatan’ın Tamamı,Millet’in İstiklali Tehlikededir.”

 “Vatan’ın Tamamı,Millet’in İstiklali Tehlikededir.”

Biz 19-Mayıs-1919 u ” Mustafa Kemal 15-Mayıs ta İstanbul’dan Bandırma adlı bir vapurla hareket ederek, 19-Mayıs da Samsun’a ulaştı ve Bağımsızlık Savaşı’nı başlattı.” şeklinde tanımlarsak,milli direniş hareketinin başlangıcını hiç anlayamadığımızı ilan etmiş oluruz.
Hatta 19 Mayıs’ı sadece Gençlik ve Spor Bayramı olarak kabullenir, ardından heyecanla Cahit Külebi’nin ”Bir gemi yanaştı Samsun’a sabaha karşı-Selam durdu takası, mavnası,tayfası…” dizeleriyle başlayan şiiri de okuruz, bir de Atatürk heykeline çelenk sunduk mu, görevini yapanların gönül rahatlığı ile evimize döneriz..
Öyle mi? Hayır, 19 Mayıs bu kadar basit değildir. Belki bana henüz Mayıs ayına çok var , şimdi 19 Mayıs’tan bahsetmenin zamanı mı diye sorabilirsiniz. Haklısınız, ancak son günlerde her gün birkaç kez okumayı adet haline getirdiğim ve her satırını içime sindirmek defalarca dua eder gibi tekrarladığım Mustafa Kemal’in ” Gençliğe Hitabesi” beni bu satırları yazmak için adeta zorladı.
Bağımsızlık Savaşı’nın ilk işaret fişeği olan bu hareketi anlayabilmek için özünde Mustafa Kemal’i tanımak ve anlamak gerekmektedir. ” O Sarışın Kurt” kimdir? Mustafa Kemal her şeyden önce bir bağımsızlık savaşçısıdır. O emperyalizme direnişin adıdır. Bu anlayışın ışığı altında olayı irdelersek, 19 Mayıs’ın anlamının ve amacının ne olduğunu daha iyi anlarız.

1. Paylaşım (Dünya) Savaşı bitmiş,imzalanan Mondros Mütarekesi ile Osmanlı ordusu dağıtılmış, ”Müstevliler” ülkeyi adım adım işgal etmeye başlamışlardır.

1. Paylaşım Savaşı’na katılmayan ABD’nin ajanları, Anadolu’yu dolaşarak etnik milliyetçiliği kışkırtarak,Osmanlı’nın topraklarını bölme adına yeni bir savaş başlatmışlardır.
Samsun’da Rumlar yeni bir Pontus İmp. kurmak gibi sapkın bir hayalin peşinde koşuyorlar,
İngilizlerin az bir kuvvetle de olsa Samsun’a çıkarma yapmalarından güç alan Rum Metropoliti Germanos, yerli ahaliye her türlü zulmü uygulamıştır.
Üsteğmen Hamdi yanında bir avuç vatanseverle bu duruşa ” Dur” demek için direnişe geçmiş, bu direnişi isyan olarak kabul eden İngilizler 21- Nisan da yerli halkın (!) Rumlara eziyet ettiklerini ileri sürerek, bu gidişe ”Dur” denmediği takdirde Samsun’u işgal edeceklerini bildiren bir notayı Osmanlı Hükümeti’ne vermişlerdir.
9.Ordu Müfettişliği’ne yeni atanan Mustafa Kemal’i Saray’a çağıran Vahdettin, genç Paşa’yı Samsun’daki olayları ve isyanı bastırmak üzere görevlendirmiştir.
Türklerin isyanını bastırmak üzere Samsun’a gönderilen Mustafa Kemal Paşa, Canik Sancağı’nın küçük bir beldesi olan bu şehirde, bir başka isyanın,daha doğrusu emperyalizme direnişin ana fikri olan Türk Bağımsızlık İhtilalinin temelini atmıştır.
”1919 Mayıs’nın 19 günü Samsuna çıktım.”
Milli direnişin başlangıç noktası olan Samsun’u Mustafa Kemal Nutuk’ta bu cümleyle anlatmaya başlamıştır. Samsun’dan Kuvva-i Milliye hareketinin başladığına dair bir işaret fişeği atılmıştır.
Samsun’u takip eden en önemli olay Amasya Bildirgesi’dir.Çünkü Amasya Bildirgesi emperyalizmin devlerine diz çöktüren Bağımsızlık Savaşı’nın ilk yazılı belgesidir.
Amasya Bildirgesi’nde ”Vatanın tamamı,milletin istiklali tehlikedir.”, ”Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracak.” denilmiş. bağımsızlık için çıkılan bu geri dönüşü olmayan yolda, ” YA İSTİKLAL, YA ÖLÜM! ” anlayışı bu yolculuğun ”Olmazsa olmazı” olarak tüm dünyaya ilan edilmiştir. Önce kurtuluş, daha sonra kuruluş gerçekleşmiş , en son olarak da 23 Nisan 1920 temeli atılan, 29-Ekim-1923 de adı konulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti bağımsızlığını kazanmıştır.
1920-1938 yılları arasında Cumhuriyet’imiz dış borcu olmayan,uluslar arası antlaşmalarla eli,kolu bağlanamayan,milli sanayisi,ekonomisi,tarımı,eğitimi ve en önemlisi onurlu,asla ödün vermeyen bir dış politikası olan,Türkler tarafından, Türkler için yönetilen tam bağımsız bir devlet olmuştur.
1919-2011..Aradan tam 92 sene geçmiş 19-Mayıs-1919 dan bu yana.. Mustafa Kemal bize ” Vatanın milleti ile bölünmez bütünlüğü tehlikede midir?” diye sorsa…
Hayır,Gazi Paşam, 1945 den bu yana hiç bir emperyal tuzağın içine düşmedik,örneğin 1949 Talim Terbiye Kurulu’nda 4 Amerikalı görevlendirilmedi,Kore’ye evlatlarımızı gönderip öldürtmedik,üstelik sömürgeci güçlerin güç birliği olan Nato’ya da girmedik.” diyebilir miyiz?
Örneğin Gümrük Birliği’ni imzalayıp, almadan veren tek ülke olduğumuzu söyleyebilir miyiz? Bugün ülkede doğan her bebeğin, dış borç yükü altında ezildiğini itiraf ettiğimiz zaman , bize SIFIR DIŞ BORÇ bırakan, büyük önderin önünde yüzümüz kızarmaz mı?
Cumhuriyet’in ilan edildiği 29-Ekim’de AB Anayasası’nı imzalayarak, milletin ”Kayıtsız şartsız egemenliği”ni, Avrupalıların emperyalist anlayışına terk ettik desem..
Veya evlatlarının ekmek kapısı tüm kuruluşları yabancılara sattık ,madenlerimiz, limanlarımız Yunanlı’nın, Honkonglu’nun,Hollandalı’nın, kısacası ülkemizi silahla işgal edemeyenler paralarıyla her şeyimize , hatta topraklarımıza bile sahip oluyorlar desem.
1919 da Sivas Kongresi’nden önce senin gerekli dersi verdiğin Yüzbaşı Leon’un başaramadığını, günümüzün emperyal güçleri ABD ve AB’nin başardığını, hatta içimizdeki işbirlikçilerin Kürt kökenli vatandaşlarımızı ayrışmaya zorladıklarını, Çankaya’dan yükselen sesin ” Kürt Açılımı”dan bahsettiğini söyleyebilsem…
23 Kalkınma Ajansı ile Türkiye’nin şimdilik 8 bölgeye ayrıldığını,AB’nin dayatmasıyla çıkarılan her yasanın ülkeyi hızla, bölünmeye götürdüğünü,ABD Başkanı Obama’nın TBMM de yaptığı konuşmada milletin vekillerine emir niteliğinde tavsiyelerde bulunduğunu iletebilsem Gazi Paşam, sen bana ” Milletin istiklali tehlikededir” ve ”Ulusun bağımsızlığını milletin kesin kararı ve direnişi kurtaracaktır.” derdin.
Senin nasihatlarını dinleseydik, ilkelerini savunabilseydik ve en önemlisi tam bağımsızlık anlayışını özümseyebilseydik, bu gün vatanımız ve bağımsızlığımız tehlikede olmazdı.
Biz elimize aldığımız o keskin baltalarla kendi kafamızı koparmazdık. En önemlisi Türk, Türkle, Atatürkçü geçinenler Kemalistlerle düşünsel alanda savaşmazdı. Süleymani’yede askerin başına çuval geçirilmez Hilmi Özkök Hoca’da bu hakareti içine sindiremezdi.
Bağımsızlık Savaşı Türk milletinin büyük utkusu ile sonuçlanmış, devrin emperyalist devleri “Ya İstiklal – Ya Ölüm” anlayışı ile zafer ve bağımsızlık yolculuğuna çıkan Türk ordusunun önünde diz çökmüştür.
Barış sürecine gelinmiş, Lozan Barış Görüşmeleri başlamak üzeredir. TBMM’ne yurdun dört bir tarafından kutlama telgrafları gelmektedir. Mustafa Kemal ziyaretine gelen Refik Şevket Bey’e telgrafları göstererek, şunları söylemiştir.
‘… Biz can havliyle dirildik, uyandık, olağan üstü bir iş başardık. Şimdi bu uyanışı sürekli kılmak için çalışmalıyız.”
Refik Şevket Bey “Umarım artık uyumayız ‘‘ diye yanıtlamıştır Mustafa Kemal’i.

”Emperyalizm bizi affeder mi? Yüz yıllık emeğin ürünü Sevr’i ve Üçlü Anlaşma’yı’ tarihe gömdük. Hevesi kursağında kaldı. Affetmez !… Bizi gene uyutmak, istediklerini yaptırmak isteyeceklerdir. Onun için gözlerimizi dört açmalı ve çok çalışmalıyız. Tarihimizi iyi bilmeli, bağımsızlık bilincini güçlendirmeliyiz.”
(Turgut Özakman- Türk Mucizesi Cumhuriyet-1)
Gazi Paşa’nın, Refik Şevket Bey’e söylediği bu sözler son derece güçlü bir öngörünün işareti olmakla kalmayıp, aynı zamanda içinde bulunduğumuz süreçte yaşanan olayların da ana sebebini açıklamaktadır.
Ne yazık ki tarihimizi bilmiyor, Batı’dan pompalanan sisteme de “Milli Eğitim” adını veriyoruz. Bağımsızlık bilincine gelince, AB’nin kuyruğuna takıldığımız, ABD’ye teslim olduğumuz süreçte iktidar sahipleri tarafından ötelenmiştir.
Bu bilinci tekrar kazanmanın tek yolu ise 19 Mayıs 1919′da başlayan süreçte ve Amasya Bildirgesi’nde açıkça ortaya konulan ve tüm dünyaya ilan edilen tam bağımsızlık anlayışının güçlü bir şekilde yeniden inşası ve milletin bu anlayışı özümsemesidir..
Mustafa Kemal’in öngörüsünün doğruluğu ise ortadadır. Emperyalizm Türkleri hiç affetmeyecektir. Yüzyılın hayali Sevr Türk milleti tarafından çöpe atılmıştır. Bunun intikamı elbette alınmalıdır.
Rum Patrik Germanos 1919 yılında Türklere her türlü zulmü uygularken Üsteğmen Hamdi yiğitçe direnmiş ve bu küstah adama gereken dersi vermiştir.

Nöbet şimdi Hasdal’daki genç teğmenlerde.. Onlar da onurlu direnişleri ve vakur duruşları ile emperyal güçlere ve onların maaşlı memurlarına aynı dersi bir kez daha ezberletmiştir. .



Emperyalizm belki Türkleri hiç af etmeyecektir. Doğrudur.
Ancak Türk milleti azim ve kararı ile emperyalistler, işbirlikçilerine asla geçit vermeyecektir.

Figen Özen
İLK KURŞUN

Niksar’daki o öğretmen Atatürk’e neden düşman?- Rıza Zelyut

 Niksar’daki o öğretmen Atatürk’e neden düşman?-

N
iksar; Anadolu’da kurulan ilk Türk devletinin başkenti…
Binlerce yıllık kültürü var.
Cumhuriyet döneminin de aydınlık şehirlerinden birisi…
Doğası ile de harika bir yer.

Ama şimdi oranın insanlarını bile çürütmeye çabalıyorlar. Anadolu’yu işgale başlayan gericilik o güzelim kente de el atmış.
Burada Büyük Tokat Dershanesi isimli bir dershaneye giden bir öğrenci anlattı. Türkçe öğretmeni derste şöyle soruyor:
‘ Çocuklar; Kastamonu’da Kanlı Nehir isimli bir nehir vardır. Oraya niçin Kanlı Nehir adı verildi bileniniz var mı?’
Lise öğrencileri bunlar… Ama içlerinden hiçbirisi soruya cevap veremiyor. Türkçe öğretmeni olan bu şahıs; ‘O zaman ben açıklayayım!’ diyerek başlıyor anlatmaya: ‘Çocuklar; biliyorsunuz Atatürk şapka devrimini Kastamonu’da başlattı. O zaman halk bu Yahudi şapkasını giymek istemedi. Atatürk de emir verdi; şapkaya karşı çıkan Müslümanları öldürttü. O kadar çok adam öldürttü ki onların kanından o nehir günlerce kıpkırmızı aktı. Halk da bu sebeple o nehre Kanlı Nehir adını verdi.’
ALLAHTAN KORK EY ADAM
Bu sözler 20 kişilik sınıfa bomba gibi düşüyor. Lakin o gençler ses çıkaramıyorlar. Dışarı çıktıklarında kendi aralarında bunu tartışıyorlar. Birisi, ‘Yalan! Atatürk böyle şey yapmaz!’ diyor. Öbürü; ‘Ben de inanmıyorum ama…’ diye tereddüte düşüyor. Bir diğeri de ‘Belki de yapmıştır da bize öğretmemişlerdir…’ diye konuşuyor.
Ve o müfteri öğretmen böylece amacına ulaşıyor.
- – -
Düşünün ki bu ülkenin öğretmeni en acımasız iftiralarla bu devleti kuran büyük insan Kemal Atatürk’ü karalıyor.
Bunu da İslam adına yapıyor.
Bu şaşkın öğretmen; 1920′lerde payitaht olan İstanbul’da Müslümanların ne kadar horlandıklarını; evlerinden çıkamaz hale getirildiklerini kim anlatacak ki..
Anlatsanız da inanmaz… Çünkü özel odalarda bunun gibi aklı az, duyguları karışık gençleri alıp beyinlerini çürüterek Atatürk düşmanı haline getiriyorlar; sonra bunları okullara, dershanelere yerleştirerek Atatürk ve cumhuriyet aleyhine propaganda makinesi gibi kullanıyorlar…
Şapka devrimi için kimsenin boynu kesilmedi. Sadece İskilipli Atıf Hoca, aynen Niksar’daki o öğretmen gibi; devlete karşı halkı kışkırttığı için, İstiklal Mahkemesi’ne verildi ve idama mahkum edildi. Bilelim ki bu İskilipli Hoca, 16 Mayıs 1919′da İzmir’i işgal eden Yunan ordusunu, padişaha yardıma geldi diye alkışlayan adamdı. Bu İskilipli Atıf’ın üyesi olduğu Teali-i İslam Cemiyeti de İngilizlerle işbirliği halinde idi. Müslüman görünen ama hep Haçlılarla işbirliği içinde olan bir hain tipiyle karşı karşıyayız yani…
MİLLİ EĞİTİM BAKANI SUSACAK MI?
Niksar’daki bu Atatürk düşmanı, tek başına değil; böyle tipler; bütün Türkiye’ye hızla yayılıyor. Biliyorum ki bugün devlet adamları; hükümetten korkuları nedeniyle böyle müfterileri takip ettiremiyorlar.Bunlarla uğraşmak; Niksar Kaymakamı’nı ve hatta Tokat Valisi’ni de aşar. İş, Milli Eğitim Bakanı’na kalıyor. Acaba Bakan Nimet Çubukçu; böyle sapık fikirlilerden bunun hesabını sorabilecek mi?
Ve; bu gidişin, Türkiye’yi içeriden çökertecek zihinsel bir kanser türü olduğunu görebiliyor mu?
Sayın Bakan’ın bir açıklaması olursa bunu da sevinçle yayımlarım…
KANAL 99′DA İZLEYİN
Allah’tan korkup halktan utanarak ve vicdanımızı da cüzdanımıza satmayarak yazıyoruz, konuşuyoruz. Bizim sesimiz hakkın sesi olsun diye de titizleniyoruz.
Türkiye ve dünya ile ilgili gelişmeleri de Kanal 99′da yorumluyoruz.
Her cuma olduğu gibi bugün de saat 20.30′da sizlerle olacağız.
Bırakın yağcıları, yalakaları; dün mektebe gidip de bugün üstad olmaya kalkışan densizleri…
Bir de bizi dinleyin…
Ve diğer günlerde de Kanal 99′un bu kuşağının farkını görün…

(Kanal 99: Türksat 3 A uydusu; Frekans: 12562; Sembol 25 000; Polarizasyon: Dikey (Vertical); FEC: 5/6)

Rıza Zelyut

SAĞLIK SEKTÖRÜNDE DURUM -EMİN ÇÖLEŞAN

 SAĞLIK SEKTÖRÜNDE DURUM

S
EVGİLİ okuyucularım, dün Ankara’da rastlantı sonucu iki ayn yerde iki özel hastane sahibi ile karşılaştım. İkisiyle de ayaküstü sohbet etme olanağı buldum. Söz konusu hastaneler ülkemizin ismi bilinen, önde gelen sağlık kurumlan.
İlkine sordum:
- Nasıl sizin işler? Sektörde durum nasıl?
- Çok kötü. İşler hem devlette kötü, hem de bizde. Hasta vatandaş bunun farkına varmıyor. Biz, gelen bir hasta için devletten sadece 23 lira para alabiliyoruz. Eğer işin sonunda ameliyat varsa o başka. Bu 23 liraya muayene, tahliller, röntgen, ultrason, her şey dahil. Bu paraya bu işin yapılması asla mümkün değil.
- O zaman ne oluyor?
- O zaman işler eksik yapılıyor. Hiçbir hastane 23 liraya bu işi yapamaz. Hasta, işte bunun farkına varamıyor. Fazlası için para vermek istemiyor, eksik tedavi gördüğünü de anlayamıyor. Sadece biz değil, devlet hastanelerinde de aynı durum var. Bugün gidip bakın bütün üniversite hastanelerine, hiçbirinde malzeme yok. Hiçbiri doğru dürüst tedavi yapamıyor çünkü devlet bizim gibi onların da parasını vermiyor.
- Bunun hiç istisnası yok mu?
- Var! Eski ve yeni milletvekilleri ile onların yakınları dört dörtlük tedavi görüyor… Çünkü devlet onlar için hiçbir kısıtlama getirmedi. Hastanemize eski veya yeni milletvekilleri ve onların yakınları gelsin diye dua ediyoruz. Onların her türlü muayene, tahlil ve tedavi masraflarını rahatça yazıyoruz ve parası Meclis Bütçesi’nden derhal ödeniyor.
- Böyle ayrıcalıklı olan başka bir kesim var mı?
- Bir de Anayasa Mahkemesi var. Yasayı öyle çıkardılar!
Bu özel hastane sahibini önceden tanıyordum.
• • •
İkinci özel hastane sahibi İstanbul’da yaşıyormuş. Beni yolda görünce kendini tanıttı ve ayaküstü biraz sohbet ettik. O da aynı konulardan yakınıyordu. Çok büyük ve önde gelen hastaneleri vardı ve devletten para alamıyordu. Bir şey daha söyledi:
- Biliyor musunuz, ben bugün hastaneme herhangi bir doktor, hatta hemşire bile alamıyorum. Buna bile karışıyorlar. Bizim yaşadığımız sıkıntıyı hastalar çekiyor. Vatandaş zannediyor ki, 23 lirayı verince tedavisi yapıldı. Oysa biz eksik tedavi yapmak zorunda kalıyoruz. Kamu hastanelerinde de aynı durum var. Üstelik devletten paramızı alamıyoruz. Bakın ben seçimde AKP’ye oy vermiş biriyim. Buna rağmen oyumu artık geri çekeceğim… Çünkü sağlık sektöründe haksız rekabet yarattılar. Kendilerine yakın işadamlarına hastaneler kurduruyorlar ve onlara her açıdan büyük olanaklar sağlıyorlar. Hasta tedavisine bile ne yazık ki partizanlığı soktular.
TAYYİP geçtiğimiz pazar günü İstanbul’da bir alışveriş merkezi açtı. Bu konuda İstanbul’da genç bir okuyucumdan gelen mesajı, onun ismini vermeden sizlere iletiyorum.
Bakanlığına kibarca bildiriyoruz ama umurlarında bile olmuyor. Açıktan tepki gösterirsek bizi yok ederler. Özel sağlık kurumlarında doktor, hemşire, temizlikçi gibi binlerce insan çalışıyor. Bizi mahvederler. Ben hastane sahibiyim, borçlarım var. Ben biterim. Çalışanlarım işsiz kalır. Açıktan tepki göstermek kolay iş değildir. Kendileriyle ters düşenin gözünün yaşına bakmıyorlar.
• • •
Birbirinden habersiz iki özel hastane sahibi de üç aşağı beş yukan aynı şeyleri söylüyordu. Ama ikisinin de sanki sözleşmiş gibi ağzından çıkan şu sözler çarpıcıydı:
- Bu konuda hükümeti eleştirmek yetmez. Asıl eleştirilmesi gereken, muhalefet partileridir. Biz bunlara çok zaman haber ilettik. Bu işlerden biraz olsun anlayan milletvekillerinin bizlerle ilişki kurmasını, anlatacaklarımızın isimlerimizi vermeden gündeme getirilmesini istedik. Muhalefet partilerinden bugüne kadar hiçbir yanıt alamadık, sektördeki bu rezaletlerin üzerine gittiklerini duymadık.
- Peki ben bu konuları yazsam ve muhalefet partilerine çağrıda bulunsam!..
- Çok iyi olur ama sizi de dinleyeceklerini sanmayız. Kamu dahil bütün hastaneler zor durumda. Birkaç torpilli hastane hariç! Olan, yetersiz tedavi gören hastalara oluyor ama hastalar bunu bilmiyor. Siz yine de yazın, muhalefet bu işin üzerine gitsin. Muhalefet partileri için sağlık sektöründen daha iyi malzeme olur mu?
Sevgili okuyuculanm, ben bu işleri çok iyi bilen bir gazeteci değilim. Zaten biz gazeteciler, her konuyu bilmekle yükümlü olan insanüstü yaratıklar da değiliz. İyi bilmediğimiz konular doğal olarak vardır.
Dolayısıyla, iki özel hastane sahibiyle rastlantı sonucu birbiri ardına yaptığım ayaküstü konuşmalan sizlere özet olarak ilettim. Onlarla saatlerce konuşma olanağım olsaydı, başka ürkütücü aynntılara da girebilirdim. Onlann sözlerine özellikle şu açıdan katılıyorum:
Muhalefet partileri, sağlık sektörü üzerinde durmalıdır. Önümüz seçim, bu konuda bir planlan var mıdır? Ne yapmayı düşünüyorlar? Bu sektördeki yolsuzluğu, haksızlığı, sömürüyü nasıl önleyebilirler?
AKP almış eline sağlık olayını, kendi oyuncağı gibi oynuyor. Hastaların ağzına da ‘Bak, şimdi istediğin hastaneye gülebiliyorsun!’ diye bir parmak bal çalmış! Şimdi bu oyunu oynuyor.
•••
Dün önüme bir e-posta duyurusu geldi: “Sağlık sisteminin her geçen gün daha da kötüye gitmesine neden olan işleyişe dikkat çekmek ve işleyişi protesto etmek için 25 Şubat 2011 Cuma günü Hacettepe ve Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi asistan hekimleri olarak iş bırakma eylemi yapıyoruz. Eylem sabah 830 da başlayacak ve mesai saatleri boyunca sürecektir.
Hükümetin biz hekimlere ve daha da önemlisi hastalara dayattığı bu yeni Performans Sistemi ile hastalara tanı koyma ve tedavi verme süreci ciddi anlamda sekteye uğrayacak, hastalar adeta “Kelle hesabı” muayene edilecek.

Karmaşık ve zorlu hastalıkların tam ve tedavilerine ayrılması gereken süreden kesintiler yapılacak. Eğitim saatlerimizden çalınarak hasta muayene edilmesi, bu suretle hastanenin döner sermayesine katkıda bulunmamız dayatılacak…”
Bu hekimleri hafife almayın. Tıpta Uzmanlık Sınavı’nı en yüksek puanla kazanıp Türkiye’nin en seçkin hastanelerinde asistan hekim olmayı başaran, geleceğin profesörleri, bilim adamlan onlar.
Peki, mesleğin henüz en başında olan bu pırıl pınl ve gencecik doktorlar, acaba niçin bir gün bile olsa iş bırakma eylemi yapıyorlar? Dertleri, sorunlan nedir ki bu duruma gelmişler?
Muhalefet partilerinin bunlan iyi bilmesi, ülke gündemine taşıması, hiç değilse hastaların ve hasta yakınlarının dikkatini çekmesi gerekmez mi?
Sağlık herkes için… Sağlık, insanların en duyarlı olduğu konu…
Ve böylesine önemli bir konu Türkiye’de asla tartışılmıyor çünkü konuyu gündeme getirecek bir muhalefet ortada yok!
Burada özellikle muhalefet partilerinin liderlerinden istirham ediyorum:
Lütfen saçma sapan, incir çekirdeğini doldurmayan konularda Tayyipgiller ekibiyle söz dalaşına girmeyin. Millet sizden böyle anlamsız polemikler değil, gerçek sorunların üzerine gitmenizi bekliyor.


Sen attan düştün, ben eşekten düştüm!.. Van Gölü denizdir, yok göldür!..

Bu gibi polemiklerle Tayyip’in tuzağına düşüyorsunuz.
O ne söylerse söylesin, bırakın bu gereksiz ağız dalaşlarını.
Siz hırsızlıkların, yolsuzlukların, peşkeşlerin, eş dost zengin etmelerin, TMSF’nin, Telekom vurgunlarının…
Ve sağlık sektöründe dönen dümenlerin, oynanan oyunların üzerine gidin. Eğer zahmet olmazsa!..


Emin Çöleşan