11 Mart 2011 Cuma

Komplonun CHP’deki ayağında kim var? -Rıza Zelyut

 Komplonun CHP’deki ayağında kim var?
Oda TV operasyonu ile, hiç ilgisi olmayan CHP devreye sokuldu.
Ana muhalefet partisi; sanki gizli bir örgütmüş gibi gösterilmeye çalışıldı.
Gündem değiştirildi.
Ergenekon soruşturmasında polisin ‘sehven‘ dediği yanlışların üstü örtüldü.
Bilinçli olarak yaratılan bu kargaşadan faydalanan hükümet; akaryakıta zam üstüne zam yaptı.
Benzin terörü aldı başını gitti.
İşsizlik, yaygınlaşan yoksulluk konuşulmaz oldu.
Amma velakin, CHP’yi yıpratacak yayınlar ortalığı kapladı.
- – -
Bunun böyle olacağını ta cuma günü Kanal 99′da söylemiştim.
Pazartesi ve salı günleri de komployu yazdım.
İklim Bayraktar adlı o sarışın kadının gazeteci kimliğinde CHP’ye kurulan komploda kullanıldığını iddia ettim.
Güneş Gazetesi’nin İklim Bayraktar üzerindeki örtüyü kaldıran yayınından sonra olay daha çok tartışılmaya başlandı.
KEMAL BEY HAFİFE ALIYOR AMA
Benim  iddiam şudur: Bu Oda TV operasyonu da seçim öncesinde CHP’yi yıpratmak için planlandı.
Yani hedefteki nokta Oda TV değil CHP’dir
Soner Yalçın üzerinden yürütülen operasyonda CHP’nin tartışmaya açılacağı belli idi.
Zaten; operasyonla ilgili bilgilerin basına sızdırılması da bunu gösteriyor.
Savcılığın elindeki bilginin nasıl olup da yandaş basına aktarıldığını CHP takibe almayarak hata yapıyor.
İkincisi de gayet açık:
Basında yazılıp çizilen artık Oda TV değil; CHP’dir…
Operasyonun amacı da bu idi…
Amaç belli olmuyor mu: Ana muhalefeti battal ederek iktidar partisini seçeneksiz bırakmak…
- – -
Elbette bir de aynanın arka yüzü var.
Orada da CHP’deki ayak duruyor.
Ana muhalefet partisine kurulan bu tuzağın CHP’de de bir ayağı olmalı...
Yoksa CHP’yi bir kısım Ergenekoncularla bağlantılıymış gibi göstermeye yönelik bu komplo bu kadar geliştirilemezdi.
Gelişmeler  CHP’den bir yardımcı elin olduğunu gösteriyor.
Bu ayağı bulmak görevi de Sayın Kılıçdaroğlu’na kalıyor.
Onu tespit etmek de çok kolay.
Operasyonda kullanılan Sonar Yalçın ve o gazeteci kadın İklim Bayraktar ile bağlantısı olan nokta; bence CHP’deki ayaktır.
Bu operasyonda bir yandan Deniz Baykal’ın bir yandan da Kemal Kılıçdaroğlu’nun itibarsızlaştırılmak istendiği gün gibi açıktır.
Sonuçta da CHP itibarsızlaştırılmış olacak idi…
Bundan çıkarı olan dışarıdaki güç bellidir.
İçerideki mi?
Onu tahmin etmek ve gereğini yapmak da CHP’nin liderine kalıyor.
Eğer Sayın Kılıçdaroğlu bu işi hafife alırsa… Eğer, bu şaibeli noktayı bulup gereğini yapmazsa sadece CHP değil, demokrasimiz de yitiren olacaktır.
Umarım ki CHP Lideri Kılıçdaroğlu buna izin vermeyecektir.
ÖLÜM TEHDİDİ İLE SUSTURMAK
Yazılarımda hep şunu vurguladım:
Kürt ayrıdır, Kürtçü ayrıdır.
Türkiye’de Kürt kökenli milyonlarca vatandaşımız var.
Ortak bir vatan, devlet ve bayrak altında yaşamak onlar için sorun değildir.
Bir de Kürtçü vardır.
Bunlar;  akıllarınca Doğu’da ayrı bir devlet (Kürdistan) kurmak sevdasındadırlar.
PKK bu amaçla harekete geçirilmiş bir örgüttür.
İşte bu Kürtçü PKK, PKK terörüne karşı çıkan Kürt aydınları ölümle tehdide başlamış.
Mehmet Metiner, Muhsin Kızılkaya, Orhan Miroğlu gibi yazarlar ile türkü sanatçısı Şivan Perver hain ilan edilerek ölüm listesine alınmış.
Bu durum; PKK’nın güç durumda olduğunu gösteriyor.
Demekki örgütün ayağının altındaki toprak kayıyor. O yüzden ölüm tehditleri yağdırmaya başlıyor.
Bu arkadaşlardan herhangi birisinin burnunun kanaması bile PKK’ya büyük darbe olacaktır.
Adını andığım yazarların düşüncelerini ben de çoğu zaman kendime göre beğenmiyorum ama onları yok etmeye kalkmayı da aklımın ucundan bile geçiremem.
Evet ben de artık şu andan itibaren bir Şivan Perver, Mehmet Metiner, Orhan Miroğlu, Muhsin Kızılkaya’yım…

CHP’ye karşı kullanılan ajan gazeteci - Rıza Zelyut

 CHP’ye karşı kullanılan ajan gazeteci

Dün yazdım: Seçimler yaklaşırken, iktidar; adliyeyi ve polisi kullanarak CHP’ye karşı komplo peşinde.
Bunun en açık kanıtı da Oda TV’ye karşı yürütülen operasyonda ortaya çıkan bilgiler.
Dünkü iktidar gazeteleri Oda TV ile Kemal Kılıçdaroğlu arasında bağ kurmaya çalışıyorlardı.
Yine bunlar; Deniz Baykal’ı istifa ettiren Varan-1 isimli kasetin de buradan servis edildiğini söylemeye çalışıyorlardı. Elbette ki o kasetin hükümet yandaşı Vakit’in internet sitesinde yayımlandığını gizleyerek… İşin içine PKK bile katılarak, Kılıçdaroğlu-PKK-Ergenekon üzerinden CHP’ye karşı kirli propaganda yürütülüyordu.

İKLİM BAYRAKTAR OLAYI

Anlaşıldığı kadarıyla CHP’ye karşı kurulan tuzakta Oda TV’de çalışan İklim Bayraktar Kaleli isimli o sarışın kadın kullanılmış.
Bu kadın; cazibesini de kullanarak ve gazeteci kimliği arkasına saklanarak CHP’nin içine sızmaya kalkışmış.
Dünkü haberleri hatırlayalım:
Oda TV muhabiri İklim Hanım; önce Deniz Baykal’la röportaj için görüşmüş…

İddiasına göre, Deniz Baykal, İklim Hanım’a sulanmış.
İklim Bayraktar bundan sonra Gürsel Tekin’i aramış; ‘Deniz Baykal, beni taciz etti!’ diye yakınmış…
İş bununla da kalmamış…
İklim Hanım; CHP lideri Kılıçdaroğlu’nu da arayıp ondan randevu almış; görüşmüş.
Görüşmesinde; ‘Baykal, bana tacizde bulundu. Yeniden görüşüp bu taciz işini kayda alayım. Bana bir dinleme aleti verin!’ demiş.
Bu tür gizli kapaklı işlerden nefret eden CHP Lideri Kılıçdaroğlu; ‘Biz böyle bir şey yapamayız; ne yapacaksanız kendiniz yapın!’ diye onu başından savmış.
İş bu kadarla da kalmıyor.

Baykal için gizli kayıt cihazı isteyen İklim Hanım; meğer o cihazla Kılıçdaroğlu ile yaptığı bu konuşmasını da kayda almış.
Yapılan bu işin adı gazetecilik değil ajanlıktır…

Elbette ki İklim Bayraktar telefonlarının dinlenildiğini de biliyor ya; bu konuyu sağla solla konuşmaya devam etmiş.
Örneğin; eski YARSAV başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu’nu da arayıp durumu anlatmış. Deniz Baykal’la görüşüp onu tuzağa düşüreceğini, bunu da Kılıçdaroğlu’na götüreceğini, ama Kılıçdaroğlu’nun bunu istemediğini söylemiş. Böylece de bu konuşmaların belge haline getirilmelerini sağlamış.
Olayı Gürsel Tekin, Soner Yalçın’a bildirmiş.
O da İklim Hanım ile konuşup ‘Nedir bu iş?’ diye sormuş.

SERBEST BIRAKILDI
Bu İklim Bayraktar Kaleli’nin önceki vukuatını da bilirsiniz. Basına yansıdığına göre; CHP Milletvekili Muharrem İnce, güya içkili içkili bunun evine gelmiş; kendisine Kemal Kılıçdaroğlu ile ilgili gizli bir belge vermek istemiş; falan…
Kısaca özetlediğim bu haberler bir gerçeği gösteriyor:
İklim Bayraktar Kaleli; Oda TV’ye gazeteci gibi girmiş.
Amma kendi deyişi ile ‘büyük balık yakalayıp ilgilisine teslim etmek’ için çalışmış.
Bu süreçte de CHP Lideri Kılıçdaroğlu’nu tuzağa düşürmek için uğraşmış.
Bunu beceremeyince de kızmış gibi görünerek sağla solla konuşmuş; komployu bu haliyle olsa bile harekete geçirmiş.
Duruma Ergenekon Savcısı Zekeriya Öz de dahil olmuş.
Oda TV’deki bu ajan gazeteci, soruşturmadan sonra serbest bırakılmış.

- – -
Gazeteci diye ortalıkta dolaşan bir insana böyle suçlamalarda bulunmak istemizdim. Lakin; Türkiye’deki demokrasiyi hadım edenlerin; böyle operasyonlarla kamuoyunu kandırdıklarını görüyorum. O yüzden de İklim Bayraktar Kaleli olayının tartışılmasını istiyorum.
Sayın Kaleli eğer açıklama yaparsa bu sütun kendisine açıktır.

Bilelim ki demokrasiye karşı asıl darbe, muhalefete tuzak kurmaktır.
Bir aydın olarak bu tuzakla neye mal olursa olsun savaşmaya devam edeceğim.

Ergenekon’u Kılıçdaroğlu’na bulaştıracaklar - Rıza Zelyut

 Ergenekon’u Kılıçdaroğlu’na bulaştıracaklar

Oda TV’nin basılmasını ve sonrasındaki gelişmelerin amacını cuma günü Kanal 99′daki programımıda açıkladım. Bir kez de burada yazıyorum:
Hedefte Kılıçdaroğlu var.
Seçim öncesinde CHP’yi zayıflatabilmek için onun liderine vurmaya çalışıyorlar.
Bunu da yandaş medyadaki yayınlar gösteriyor.
İktidarın hizmetindeki Yeni Şafak’ta cuma günü çıkan ‘Baykal’a Kasetli Şantaj Planı’ başlıklı habere bakan akıllı birisi bunu hemen anlar.
Aynı haber, bu iktadırın yarattığı zenginlerden birisinin gazetesi olan Star’da da yer alıyordu.
Güya ‘Kılıçdaroğlu’na destek zorunlu. CHP’ye zarar verilmemeli.’ yazılıymış Oda TV’nin bilgisayarında.
Ne varmış bunda, demeyin; bekleyin…
Yine Halk TV’yi almak için Deniz Baykal’a, ‘Varan 2′ yazarak şantaj yapacaklarmış.
Böylece Deniz Baykal’ın istifasına sebep olan Varan-1 isimli kasetin de Oda TV işi olduğu söylenmek isteniyor.
Baykal’a şantaj yapanların da Kılıçdaroğlu’nun yanında oldukları gibi bir hava yaratılıyor.
Ayrıca Oda TV’ciler; ‘PKK’yı sıkıntıya sokmayalım!’ diyorlarmış.
Görüyorsunuz ki PKK’cılar, Ergenekoncular, CHP aynı yerde imişler gibi gösterilmekte.

- – -
Bu kurulan tuzağı yeniden anlatalım:
Becerebilirlerse… Milleti kandırabilirlerse…
Oda TV ve Soner Yalçın ile CHP Lideri’ni ilişkilendirecekler.
Böylece de hem Ergenekon hem de Deniz Baykal üzerinden Kılıçdaroğlu’nu kıstıracaklar.
PKK’yı da buraya bağlayacaklar.
Böylece halkın gözünde CHP küçük düşmüş olacak.

Alacağı oy azalacak.
AKP, tek başına iktidara gelecek…
İşte Oda TV operasyonu bu yüzden devreye sokuldu.
Nedim Şener gibi gazeteciler de bu işin sosu…
Nedim Şener AKP derin devletini afişe ettiği için cezalandırılacak.
Umuyorum ki Sayın Kılıçdaroğlu ve kurmayları da oynanan bu oyunun farkındadırlar.

BAYKAL KONUŞMALI

Oda TV’yi bu kadar büyütmeleri de planlı…
Millet onu sanki Amerikan İstihbarat Örgütü gibi bir şey sanacak.
Asker bigtti, sıra böyle ufak tefek işlere geldi.
Bu arada Deniz Baykal’ı da yeniden devreye soktular.
Güya Ergenekoncu gösterilmek istenilen Oda TV’ciler ona Varan-2 diyerek şantaj yapıyormuş.
Bak şu yandaş yalakalara…
Hani sizler Sayın Baykal’ı ‘Ergenekon’un avukatı’ diye yerden yere vurmadınız mı?

Bu rezil saldırı karşısında Deniz Baykal susamaz.
Kılıçdaroğlu’nun ve CHP’nin kendisi kullanılarak karalanmaya çalışıldığını ben anladığıma göre o da anlamıştır.
Bu komploya karşı çıkmalı, konuşmalı…
AKP’NİN GÜNAHLARINI CEMAAT’E YIKMAYIN
Muhalefetteki yazarların ve aydınların temel bir yanılgısını da gösterme zamanı geldi:
Bütün bu derin devlet operasyonlarını alıp da Fethullah Gülen Cemaatinin işi gibi sunmak; gerçeğin üstünü örtmektir.
Cemaatin polis içinde etkili olduğu doğrudur. Lakin; bu iktidar istemeden onlar kıllarını bile kıpırdatamazlar.
İşi yaptıran AKP iktidarıdır.
Sonra da sanki hükümetin bu operasyonlarla ilişkisi yokmuş havası yaratmaya çalışan da bu iktidardır.
Bırakın Fethullah Gülen’i de en azından AKP gerçeğini görün.

TÜSİAD’IN RÜYASI

TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner bile ‘Yıllardır sayısız tutuklama ve gözaltı izliyoruz. Her seferinde yargıya güvenerek bekliyoruz; arkasından ne çıkacak diye. ‘Bakalım arkasından ne çıkacak?’ sorusunun son kullanma tarihi nedir?’ diye tepki göstermiş.
Amma Başbakan Erdoğan yakında TÜSİAD’çılara yine bir fırça atar.
‘Taraf olmayan bertaraf olur!’
TÜSİAD’çılar da bertaraf olmaktansa Başbakan’a iyi niyet elçisi yollarlar.
Varsın gazeteciler bertaraf edilsinler…
Varsın; caddelerde elindeki alkolmetresi ile şeriat polisi dolaşmaya başlasın.
Bankalar çalışıyor mu çalışıyor.
Borsa işliyor mu işliyor.
Hükümet; devlet kağıtları üzerinden zenginlere yüksek kar aktarıyor mu aktarıyor.
O zaman değme gitsin…
Yaşasın ileri demokrasi…

En tehlikeli TV - Rıza ZELYUT

 En tehlikeli TV

İntikam almak için yazıyorum: NTVSiz misiniz; 2004′te kanalınızda ‘Tahtayı Yiyen Mühendis’ hikayesini anlattığım için beni bir daha çağırmayanlar…
O gün Mehmet Barlas üstadımız nasıl da kızmıştı bana…
Siz beni yasaklı ilan ederseniz ben de sizi en tehlikeli ilan ediyorum.
İnanmıyor musunuz?
O zaman Kahramanmaraş Savcısı Uğur Koç’un hazırladığı fezlekeye bakın.
Buradaki iddiaya göre NTV’den Mirgün Cabas ile Mustafa Hoş; Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopterinin düşürülmesinde rol almışlar.
Nasıl mı?
Telefon ederek…

NTV’den o sıralarda Muhsin Yazıcıoğlu aranmış… Hem de defalarca… Siz bu işi haber için diye açıklayabilirsiniz.
Lakin sabotaj imiş.
Şimdilik üyeleri tespit edilememiş ama bu işi bir terör örgütü yapmışmış.
(Mutlaka Ergenekon’dur!)

Yaaa NTV’ciler gördünüz değil mi iddianamenin ne olduğunu?
Anladınız değil mi hukuk alanındaki müthiş gelişmeyi.
Size önerim, kanal olarak bir ‘Bilimkurgu Roman Yarışması’ açın.
Bu fezleke ile Ergenekon iddianameleri yarışır.
Birinciliği kim alır bilemem.
Devletimiz büyüktür
Nedim Şener tuttu, fincancı katırlarını ürküttü.
Daha toy ya; derin devletimizin ne kadar güçlü olduğunu anlayamadı.
Sandı ki o eski acemi, suyu çıkmış ve mahmuzu kırılmış derin devlet var.
Kendisine de dokunamaz…
Halbuki bizim derin; küllerinden yeniden doğar.
Hem de daha güçlü olarak.
Sen tutar; Hrant Dink’in öldürülmesinde iktidarın da parmağı olabileceği türden kuşkular yaratırsın ha…
Sana neydi be kuzum?
Bak; bundan sonra ben de yazmayacağım.
Bana ne; o işlerle Hrant’ın dostları uğraşsınlar.
Zaten o dostlar neyin ne olduğunu senden benden iyi biliyorlar.
Baksana o dostlardan Ufuk Uras ile Başbakan’ın arasından su sızmıyor.
Nedim sen de öyle yapsaydın şu an Boğaz’da balık yiyordun.
Ve önüne konulan katalogdan belki de yeni dubleks evini seçiyordun.
Hediye olarak…
Efendim; yeni derin devletimize saygılarımı sunarım…
Zulüm yapanı Allah sevmez
’1 Nolu cezaevinde gece 02.30′da idare tarafından bir odaya alındık… Dana sonra bu odaya gelen yöneticiler ile 50 kadar gardiyan Mustafa Balbay ile beni ayıracaklarını onu ve beni ayrı ayrı hücrelere koyacaklarını söylediler. Bunun; Ankara’dan gelen bir emir olduğunu; asla değişmeyeceğini, Mustafa Balbay ile Tuncay Özkan’ın ayrılacaklarını ve hücrelere konulacağını ifade ettiler. Bunu kabul etmeyince zor kullanmak üzere harekete geçtiler. (…)Fiziki şiddet kullanımı talimatı verdiler. (…) F ve B bloklardaki hücrelere konulduk. Can güvenliğimiz artık yoktur.’
Yukarıdaki satırlar Ergenekon tutuklusu gazeteci Tuncay Özkan’ın kamuoyuna hitaben yayımladığı mektubundan alındı.
Şimdi; Adalet Bakanı Sadullah Ergin’e sesleniyorum: Sayın Bakan; Tuncay Özkan’ın suçsuzluğu veya suçluluğunu tartışacak değilim. Sizin inancınızı sorgulayacak kadar haddimi de aşamam. Lakin; gerçek bir Müslüman; zulmün dinimizle uyuşmadığını kabul eder.
Sayın Bakan; içeri tıkılmış insanlara bu kadar baskıya ne gerek var?
Bunlar kimi öldürdüler?
Bunlar hangi karakolları bastılar?
Bunlar hangi otobüslerde insanları diri diri yaktılar?
İnsanlar farkında olmasa bile yukarıda Allah var…
Kirli yüzlü melekler
Başlığımız; büyük ozan Attila İlhan’ın meşhur şiirlerinden birisinin adıdır…
1954′te piyasaya çıkan bu şiirin bir bölümü şöyledir:
‘vay anam vay
sen ne dersin istanbul
sen garip bir şair olsan söyle ne halt edersin
kimin gücü yeterse kahretsin parasızlığı sefalet akıyor gürül gürül sokaklardan yol üstünde bir şehvet çarşısı tıklım tıklım
yol üstünde sevda pazarlığı aşk pazarlığı
kurtulamadık gitti bu denlü kepaze hayattan
hep böyle gecelerin koynunda yaşadık
geceler serseri biz serseri
karakoldaki aynada safran gibi kirli yüzümüz
gözlerimiz hasta gözleri ellerimiz hasta elleri
kırılmış kavala dönmüşüz’
O dönemin gençlerini böyle anlatıyor işte şair.
Bir de bu dönemin gençleri var.
Eskiden yoksulluktan kirlenirken yüzler…
Şimdi varlıktan kirleniyor.
Ara sıra televizyondaki dizilere göz atıyorum..
Tümü aynı tornadan çıkmış delikanlılar.
Hepsi kirli sakallı…
Tümü de jilet kaçkını.
Kibarlığın yerini bu maske almış…
Yüzündeki ışığı kılla kapatıyor, güzelliğini saklıyor. Hay böyle modanın jileti kırılsın.
Los Angles’taki davul
Türk Hava Yolları (THY) son hattını ABD’nin doğusuna kadar uzattı. Şimdi Los Angeles’te çaldı davullar. Orada türküler söylendi.
Ünlü basketbolcu Kobe Bryant da ilk seferi karşılayanlar arasında imiş. Takmamış protestocu Ermenileri… Türkiye’nin en önemli dünya markalarından birisi:
THY’yi tebrik ediyorum.
Ve diyorum ki: Demekki iyi yönetilirse; KİT’ler de işe yarıyormuş. Anladınız mı özelleştirme tutkunları…
Bağırsaklar temizleniyordu
Bu gazeteci milleti içinde kendisini çok akıllı sanan bir kesim vardır. Önlerine ne konulursa hemen üstüne atlarlarlar.
Ergenekon operasyonu başlatılmış; bu akıllı gazeteci konuşuyor:
-Türkiye bağırsaklarını temizliyor.
Ve geldik bugüne…
Bu lafı eden gazetecinin yakın çalışma arkadaşı da çıktı o bağırsaktan… Sahi bağırsaklar mı temizleniyor yoksa birilerine öyle bir film mi izletiliyor?
Yalçın Küçük ile Oynanmaz
Ergenekon savcılarımız şaşırtmaya devam ediyor.
En inanılmazı da Yalçın Küçük gibi birisinin aklıyla oynamaya kalkışmaları.
Yalçın Küçük daha önce Ergenekoncu diye göz altına alınmadı mı?
Evi didik didik aranmadı mı?
Bu yeniden aramalar/gözaltılar ne oluyor?
Haydi onun dışarıda kalmasına tahammül edemediniz; çok konuşuyor; bizleri üzüyor; dediniz.
İyi de onun gibi zeki bir insanın evinde sizin işinize gelecek belge tutabileceğini nasıl düşünürsünüz?
Başına binbir olay gelmiş; daha önce bu işlerden tutuklanmış; evi sürekli aranmış bir insanın evinde ne bulacaksınız?
Bulursanız, ayıp olur.
Operasyonunuzun da kurmaca olduğu anlaşılır.

28 Şubatçılar dışarıda gazeteciler içeride

Bakın şu kavanoz dipli dünyanın işine…
Bu hükümetsever gazetelerimiz 28 Şubat işine saldırıp duruyorlar.
Lakin; ’28 Şubatçıları yargılayın!’ diyemiyorlar.
O süper darbeci takımı dışarıda amma iktidara muhalefet eden gazeteciler içeride.
Darbecilikten…
Yapılan darbenin hesabını sormuyorlar.
Yapılmayanı da yapılmış gibi gösterip tutuklu sayısını durmadan artırıyorlar.
Ah şu kavanoz dipli dünya, ah!

BİR SENDİKA NASIL DEVŞİRİLDİ? - EMİN ÇÖLEŞAN

 BİR SENDİKA NASIL DEVŞİRİLDİ?
TUBPK-İŞ’e bağlı Türk Metal Sendikası,
Türkiye’nin en büyük, her açıdan en güçlü sendikası idi. Onbinlerce üyesi vardı ve AKP iktidarına karşı en sağlam duran sendikalardan biriydi. Parasal açıdan çok güçlüydü. Başında Mustafa Özbek vardı.
Ayrıca dolaylı yollardan bu sendikanın ve Özbek’in olan ART televizyonu vardı,- iktidara karşı sert yayın yapardı.
Bu düzen elbette böyle deyam edemezdi! Gel zaman git zaman Mustafa Özbek Ergenekon’dan tutuklandı, uzun süre sonra tahliye edildi. Türk Metal, müfettişler ve polisler tarafından didik didik edildi, arandı. Sendika korkutuldu, parasal kaynakları kesilen ART televizyonu çökertildi, sindirildi, maaş ödeyemez duruma düşürüldü, sesi soluğu büyük ölçüde kesildi.
Özbek’in tutuklanmasından sonra oluşan yeni yönetimle birlikte Türk Metal Sendikası da 180 derece yön değiştirip AKP’nin emrine ve hizmetine girmeyi başardı.
Önceki gün Türk Metal Sendikası’na ait Büyük Anadolu Oteli salonlarında bir tören düzenlenmişti. Dünya Kadınlar Günü kutlanıyordu.
İnanılır gibi değil ama toplantıda Tayyip vardı. Yanında kızı Sümeyye’yi de getirmişti. İçişleri Bakanı Beşir Atalay, Devlet Bakanları Cemil Çiçek ve Aliye Kavafla birlikte AKP tam kadro orada, bir zamanlar en büyük düşman olarak gördükleri Mustafa Özbek’in otelinde, onun sendikasının toplantısında boy gösteriyorlardı.
• • •
Özbek’in maddi ve manevi en güçlü dönerninde, ikinci adamı ve sağ kolu Pevrul Kavlak’tı. Özbek tutuklanınca Kavlak, sendikanın başına geçti…
Ve Türk Metal’in, Türkiye’nin en büyük sendikasının devşirilme işlemi işte böyle başladı.
İktidarla aralarındaki buzları erittiler. Nasıl olduğunu vallahi bilemem!
İşte o toplantıda, Dünya Kadınlar Günü toplantısında Pevrul Kavlak bir konuşma yaptı, Tayyip ve ekibinin gözlerinin içine bakarak AKP iktidarına övgüler düzdü. “Sayın Başbakanım” diye başladığı konuşmasında ona hitaben şöyle döktürüyordu:
“Bugün 7 Mart 2011. Türk Metal için bugün iki açıdan önem taşıyor. Bundan sekiz sene önce, 9 mart 2003 tarihinde yapılan ara seçimlere katılarak milletvekili seçilen Sayın Başbakanımız bizleri kırmamış ve yaptığımız davete icabet ederek ilk defa şeref misafirimiz olmuştur…
İstikrar konusunda ülkemizi darboğazdan kurtardınız, ekonomiye canlılık kazandırdınız. Ayrıca AB süreci başta olmak üzere dış politikada Türkiye’yi yok saymaya çalışanlara karşı kararlı tavır sergilediniz. Böylece Türk halkının teveccühünü kazandınız…
Bu ülkede felaket tellallığı yapanlar var. Onları ibretle gözlüyoruz…
Kurultayımıza katılarak bizleri onurlandırdınız. Zat-ı alinize teşekkür ediyorum.”
• *…..•
Salona Türk Metal Sendikası’nın kadin işçileri £ doldurulmuş, ellerine verilen basılı kağıtlarda hangi sloganların ne zaman atılacağı yazılmıştı. Gazeteci arkadaşım Fırat Kozok o kağıtlardan birini ele geçirdi:
“Sloganlar üçer defa atılacaktır. Her slogan bitiminde alkış tutulacaktır. Başbakan (kürsüye) çıkınca atılacak slogan:
Millet devlet, sana emanet.”
Hep birlikte sloganlar atıldı, kürsüden yağlama yıkamalar yapıldı, Tayyip ve ekibine koro halinde teşekkürler edildi!
Tayyip’in yüzü gülüyordu. Ergenekon davası işe yaramış, Türk Metal Sendikası’nı devşirme-ele geçirme operasyonu da başarıyla tamamlanmıştı!
Hiç kimse bundan sonra “Yaa arkadaş, insanların ve kuruluşların sesi niye çıkmıyor? Biz nasıl tavuk toplum olduk, bunun nedenleri nedir? Kurumlar nasıl korkutulup sindiriliyor ve sonra ele geçiriliyor” diye sormasın!
İşte size somut bir örneği yukarıda verdim.
180 derece döndürülen, AKP’nin kucağına düşürülen Türk Metal Sendikası!
Nereden nereye!.. En ağır Tayyip karşıtlığından “Millet devlet, Tayyip’e emanet” diye slogan attırmaya!
Ayıptır diyeceğim de, artık hiçbir şey diyemiyorum.

YARGI REFORMU DİYE YUTTURDULAR! -EMİN ÇÖLEŞAN

 YARGI REFORMU DİYE YUTTURDULAR!
SEVGİLİ okuyucularım, yasaları ve anayasayı değiştirdiler, bu amaçla referandum bile yaptılar. Büyük yutturmaca şu idi:
“Yargı reformu yapacağız!”
Referandumdan bu yana yaklaşık altı ay geçti. Yargının tümünü ele geçirmek dışında, yargıda yapılan bir tek reform (!) gördünüz veya duydunuz mu?
Evet, yargının tümü, artık AKP’nin elinde.
HSYK, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay.
Tümüne el koydular, kendi adamlarıyla doldurdular ve işi bitirdiler.
Sokaktaki insanlarımıza sorsak “Yargı reformu deyince ne anlıyor ve ne istiyorsunuz?” diye. Çok büyük bir çoğunluk diyecektir ki “Davalar çabuk bitsin.”
Davaların çabuk bitmesi için bu altı ay içerisinde alınan bir tek önlem, çıkarılan bir tek yasa var mı? Yok!
İşte Silivri’de görülmekte olan Ergenekon davası. Nice suçsuz ve masum insan orada yatıyor ve davanın çıkmaz ayın son çarşambasında bile bitip bitmeyeceğini bilmeden çile çekiyor. Suçlarının ne olduğunu bilmeyen aydın insanlarımızın yargılandığı bu davanın ne zaman biteceğini bilen kimse yok…
Ve dikkat ediniz, orada kararlar hep bire karşı iki oyla alınıyor.
Son gazeteci gözaltılar! sonrasında kamu vicdanı artık isyan etti. Yandaş medyanın yalaka yazar ve yorumcuları bile olanlara tepki gösteriyor, bazı hükümet üyeleri ise timsah gözyaşı döküyor!
Türk Ordusu’nun komutanlarının yargılanacağı Balyoz davasında da aynı şey olacak, duruşmalar uzadıkça uzayacak ve insanlar cezaevlerinde can verecek…
Adi suçlular derseniz, onlar da aynı durumda.
• • •
Ve başta Tayyip olmak üzere her biri, zamanı gelince konuşuyor:
“Yargı bizim elimizde değil ki!.. Bizim savcılara ve hakimlere karışma yetkimiz yok ki!..”
Ergenekon davası için yakın geçmişte “Ben bu davanın savacısıyım” diyen Tayyip’in sözleri kulaklardan silinmedi. Yargı madem bağımsızdır, sen nasıl oluyor da dışarıdan o davanın savcısı oluyorsun?
Ya Tayyip’in bundan önce çeşitli zamanlarda, hoşuna gitmeyen yargı kararları için söylediği sözler!.. Onları unutmayalım.
Anayasa Mahkemesi, Danıştay kararları için geçmişte neler söylemişti.
işine gelince “Yargı bağımsızdır, biz karışamayız!”
İşine gelmeyince “Böyle yargı kararı mı olur, bilmiyorsan ulemaya (din adamlarına) sor!”
YARGI REFORMU DİYE YUTTURDULAR!
şey olacak, duruşmalar uzadıkça uzayacak ve insanlar cezaevlerinde can verecek…
Adi suçlular derseniz, onlar da aynı durumda.
• • •
Ve başta Tayyip olmak üzere her biri, zamanı gelince konuşuyor:
“Yargı bizim elimizde değil ki!.. Bizim savcılara ve hakimlere karışma yetkimiz yok ki!..”
Ergenekon davası için yakın geçmişte “Ben bu davanın savaşıyım” diyen Tayyip’in sözleri kulaklardan silinmedi. Yargı madem bağımsızdır, sen nasıl oluyor da dışarıdan o davanın savcısı oluyorsun?
Ya Tayyip’in bundan önce çeşitli zamanlarda, hoşuna gitmeyen yargı kararları için söylediği sözler!.. Onları unutmayalım.
• • •

“Yargı reformu yapacağız”
numarasıyla referandum yaptılar, anayasayı değiştirdiler. Sevgili okuyuculanm, şimdi referandumun yapıldığı 12 Eylül 2010 tarihinin biraz öncesine dönelim. Tayyip. mitingler düzenliyor, kentlerde bütün ilan panolan Tayyip’in fotoğraf, söz ve vaatleri ile dolu.
AKP’nin ve Fethullah’ın medyası bağırıp çağırıyordu: “Evet çıkarsa, başta Kenan Evren olmak üzere 12 Eylül darbecileri yargılanacak.”
Allah rızası için söyleyin, referandum sonrasında bu konuda bir tek gelişme oldu mu? Ya da iktidardan bir kişi yargılama için şu önlemleri . alıyoruz, alacağız, yargılayacağız dedi mi?
Hayır!.. Çünkü yok öyle bir şey. Evet oyu verenler kandırıldı.
Referandum öncesinde yutturmaca boldu! Evet çıktığı takdirde kadınlara, gazilerimize, maddi ve manevi çok büyük olanaklar sağlanacaktı. Bütün ilan panoları bu vaatlerle doluydu.
Aradan altı ay geçti. Bunlardan biri olsun gerçekleşti mi?
Yine hayır!.. Evet oyu veren herkes kandırıldı.
Kusura bakmayın sevgili okuyucularım, eğer evet dediyseniz, sizi de kandırdılar.

YALAKALAR BİLE “YETER ARTIK” DEDİ - EMİN ÇÖLEŞAN

 YALAKALAR BİLE “YETER ARTIK” DEDİ
SEVGİLİ okuyucularım, bir ülke düşünün ki gazetecileri sürekli gözaltına alınıyor, hayali suç ve iddialarla tutuklanıyor. İktidardaki partinin yetkilileri, bu olanları savuşturmanın en kolay yolunu bulmuşlar:
“Arkadaşlar, olanlar bizim dışımızda. O kararları yargı veriyor. Biz bağımsız yargıya karışamayız ki!”
Güler misin, ağlar mısın! Bu sözleri beş yaşındaki çocuklar bile yutmaz… Çünkü iktidarın eli yargının tam göbeğinde. İşine gelenleri ödüllendiriyor, gelmeyenleri harcıyor.
Dün dikkat ettim, son gözaltılar sonrasında AKP’nin yalaka medyasında bile ilk kez “Oh olsun, beter olun” çığlıklan yükselmiyordu. Şu cümleler onlar tarafından yazılmıştı:

“Yeter artık, yoksa Ergenekon davası birilerinin kişisel amaçları için mi kullanılıyor… Bizim vicdanımızdaki Ergenekon davasının anlamı düşüyor… Ortada suç varsa en kısa zamanda ortaya koyun. Aksi takdirde töhmet altında kalacaksınız… Aksi takdirde polis devleti iddiaları güçlenir ve Ergenekon davası iflas eder…

Ergenekon bu mu? Son gözaltılar şaşkınlık yarattı. Niye gözaltına aldınız bu insanları? Elinizde kanıt var mı?
Siyasi iktidar-cemaat (Fethullah) -polis üçgeni mi?
Eğer inandırıcı bir açıklama yapılmazsa, AKP iktidarı siyasi hayatının en ağır ve karanlık günlerini yaşar. Bunun böyle yuvarlak laflarla geçiştirilmeyecek kadar ciddi bir durum olduğunu anlasalar iyi olur.”

Dikkat ediniz, bu cümleleri biz yazmadık, dün onlar yazmak zorunda kaldı… Çünkü işin cılkı çıktı, tadı kaçtı.
• • •
Dün İstanbul ve Ankara’da binlerce gazetecinin yürüyüşü vardı. Böyle bir şey uzun yıllardan bu yana ilk kez oluyor, gazeteciler bu anlamsız uygulamalara, önüne gelenin gözaltına alınıp tutuklanmasına topluca tepki koyuyorlardı.
Son damlalarla bardak taşmıştı.
Tahminim şudur: Gözaltına alman gazeteciler en kısa zamanda serbest kalabilir… Ve kalmalıdır.
İyi de, bundan öncekilere yapılan haksızlıklar ne olacak?
“İleri demokrasi (!)” ile yönetildiği iddia edilen bir polis devleti düşünün ki, istisnasız her gazeteci telefonunun dinlendiğine, bir gün kendisinin de gözaltına alınıp götürüleceğine inanmaktadır.

Sadece gazeteciler değil, Türkiye’de nice masum insan yıllardan beri tutuklu yatıyor. Davalar bitmek bilmiyor, Ergenekon gibi bazıları bilerek ve isteyerek, özellikle uzatılıyor.
Hani yargı reformunuz, nerede!
Eğer yazılarınız nedeniyle AKP iktidarının tu kaka ilan ettiği bir gazeteci iseniz, karşınıza sürekli olarak “Gözaltına alınma, tutuklanma, hatta ölüm” tehditleri çıkarılıyor.
İşte bana iki gün önce gelen son yazılı mesaj:
“Şeriata, dine laf atıyorsun. Bak canım yazılarına dikkat et. Eğer gebermek istemiyorsan yazılarına dikkat et. Bu ülke sizin gibi satılık piçlerden çok çekti. Yeter artık ayağını denk al. Ecelin elimden olmasın.” İmza da ilginç! “Cellat azrailin.” Bu devirde kimi kime şikayet edeceğiz? Kim, hangi makam bu tehditleri savuranları bulacak?
Hırsız, kapkaççı, gaspçı, dolandırıcı, ahlaksız, vatan haini, namus düşmanı mıyız?.. Bir yanda gözaltı furyası ve tutuklama olayları, öte yanda ölüm tehditleri.
Bütün dünya duysun sesimizi. Bu iktidara karşı çıkan bizler, 21. yüzyıl Türkiye’sinde işte bu koşullarda gazetecilik yapıyoruz.
Bazen içimizden isyan ediyoruz, “Ne olacaksa olsun da kurtulalım. Oleceksek ölelim, içeri ahnacaksak alınalım, ama sonumuzu bilelim” diyoruz.
TAVUK TOPLUM
DİKTATÖR (isterseniz ona Padişah da diyebilirsiniz), adamlarını toplamıştı. Çevresindeki dalkavuklarına sordu:
“Söyleyin bana bakalım, halkın bize kayıtsız şartsız baş eğmesi, itaat etmesi, korkması için neler yapmalıyız?”
Dalkavuklardan farklı yanıtlar geldi. Bazıları hak, hukuk, adalet, demokrasi falan derken bir bölümü gözaltı, tutuklama, süründürme, sonsuza kadar bitirilmeyecek davalar dedi.
Diktatör, verilen yanıtları beğenmedi ve özel kalem müdürüne emir verdi:
“Buraya çok acele olarak bir canlı tavuk getirin. Ne yapmamız gerektiğini size anlatacağım.”
Birazdan tavuk getirildi. Diktatör, dalkavuklarının şaşkın bakışları altında tavuğun tüylerini tek tek yolmaya başladı. 15 dakika süren bu işlem boyunca tavuk feryat etti, kaçmaya çalıştı ama başaramadı.
Sonunda, cascavlak kalan tavuğu salonun ortasına salıverdi diktatör… Ve dedi ki “Şimdi izleyin bakalım nereye gideceğini, nereye sığınacağını bu şaşkın tavuğun!”
Canı fena halde yanan tavuk oradan oraya koşuyor, çaresizce bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Masalara koltuklara çarptıkça canı daha beter yanıyordu.
İşte o zaman diktatör, cebinden bir avuç yem çıkarıp yolunmuş tavuğun önüne tane tane atmaya başladı. Tavuk yeme saldırdı.
Sonra, diktatör ayağa kalkıp birkaç kez yerini değiştirdi.
Görüldü ki yemlenen tavuk, tüylerini yolan diktatör nereye yönelse onun peşinden koşuyor. Oturduğu zaman onun bacaklarının arasına giriyor.
Hayretten ağzı bir karış açık kalan dalkavuklarına diktatör şöyle dedi:
“Gördünüz mü?.. Halk dediğimiz kalabalık işte bu tavuk gibidir. Alacaksın kucağına, tüylerini yolacaksın, onu korkutup sindireceksin, birazcık da yemleyip bu yolla kendine bağlı kılacaksın. O zaman sana boyun eğecek, senin peşine takılacak, bacaklarının arasına sığınacak. Ne yaparsan yap ses çıkarmayacak, tepki göstermeyecek. Bunu basardın mı, yarattığın “Tavuk toplumu” yönetmek çok kolaydır.”
Diktatörün (ya da padişahın) dalkavukları hayret ettiler. “Vay anasını birader, padişahımız efendimizin aklı gerçekten muhteşem” diye bağırdılar.
Diktatör, adamlarına son bir ders daha verdi:
“Kuşlar iki kanatlarını özgürce kullanıp uçar. Uçamayanlar işte böyle kişiliksiz tavuk olur. Biz bir tavuk toplum yaratacağız arkadaşlar… Çünkü çaresiz bırakacağımız, korkutacağımız tavuk toplum eninde sonunda bize sığınır, önüne attığımız bir avuç yemi gagalarken tüylerini yolduğumuzu, arkadan yumurtalarını çaldığımızı bile fark etmez.”

Hikaye bu ya!..

(Emin Çölaşan’ın notu: Lütfen yanlış anlaşılmasın, bu hikayenin günümüz Türkiyesi ile uzaktan yakından ilgisi yoktur yani!)

Ha Gayret Az Kaldı!.. -Ümit Zileli

 Ha Gayret Az Kaldı!..

Artık hiç kuşkum yok…
Tayyip Bey her şeyi biliyor!.. Partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmayı dinlemediniz mi?.. Dediklerini duymadınız, okumadınız mı?.. Beyefendi, “Bir tane gazetecinin bile gazetecilik faaliyetinden dolayı cezaevinde olmadığını” söyledi. Yetmedi, tutuklu bulunan 27 gazetecinin suçunu da açıkladı:
- Terör örgütü üyeliği, anayasal düzeni zorla değiştirmeye kalkışmak!..
Yaa, işte böyle!.. Yok efendim, “suçluluğu kesinleşmedikçe herkes masumdur” ilkesiymiş, 2-3 yıldır Silivri’de yatanından, yeni içeri alınanına dek, gazetecilerin, bilim adamlarının, askerlerin neredeyse tamamı kendilerine yöneltilen suçlamaları da, bu suçlarla ilgili delilleri de bilmiyormuş, hepsi laf!.. Koskoca Başbakan kürsüden, milyonların gözünün içine baka baka anlatıyor, yetmiyor mu?!..
Gerçi, Nedim Şener, Ahmet Şık, Doğan Yurdakul, Yalçın Küçük, savcının deyişiyle, “şu anda açıklanamayacak deliller” nedeniyle tutuklandılar. Ne kendileri ne de onları savunmakla görevli avukatları delillerin ne olduğunu biliyor… Ama Tayyip Bey biliyor!.. Bilmekle de kalmıyor, hükmü yapıştırıp, kalemi de kırıyor!.. Ve artık ben de, eşek olmadığım için, önümde duran kocaman gerçeği tüm açıklığıyla görebiliyorum:
- Tayyip Bey, Ergenekon’un savcısıydı, terfi etti, yargıcı oldu!..
***
Tayyip Bey, aynı konuşmada birbirinden değerli, her biri diğerinden önemli sorular da sordu… Örneğin şu soru:
- Hangi gazeteci bizi eleştirdiği için bugün tutukludur?..
Bu soruya gayet basit biçimde, “50’nin üzerinde” yanıtı verilebilir ama öyle yapmayalım, sorunun yanıtını Tayyip Bey’e bırakalım!.. Daha kısa bir süre önce, WikiLeaks belgeleri medyaya yansıdığında aynen şöyle dememiş miydi:
- Benim milyar dolarım olduğunu söyleyen kişi şu anda Silivri’de yatıyor!..
Bilmem anlatabildim mi?!.. Tayyip Bey’in bir sorusu daha var ki, duyduğumda “Acaba ben uzayda mı yaşıyorum” diye kendime sordum!.. İşte soru:
- 8 yıl boyunca manşetine karıştığımız gazete var mı?..
Dünya tarihinde görülmemiş, milyarlarca dolarlık cezalar, medya patronuna meydanlardan, “Maaşını ödediğin yazara hâkim olmalısın, kusura bakma sana burada yer yok diyebilmelisin” mesajları, işlerinden atılan köşe yazarları, devlet bankalarından 750 milyon dolar krediyle yandaşlara pas edilen gazete ve televizyonlar… Yanılmıyorsam bu saydıklarım Hotanto’da meydana gelmişti!..
Örnekler çoğaltılabilir ama gerek yok… Geçenlerde The Economist dergisi bir “demokrasi endeksi” yayımladı. Türkiye “melez rejimler” kategorisinde yer alıyor… Seçimlerin adil ve özgür yapılmadığı, adaletin bağımsız olmadığı, muhalifler ve gazeteciler üzerinde ağır baskıların uygulandığı, sivil toplumun ve hukuk devletinin zayıf olduğu ülkelere “melez rejim” deniyor… Bir adım ötesi ise diktatörlük!..
- Ha gayret!..
Bir Yurtsevere Mektup (104)
Sevgili kardeşim Balbay, az önce “Nevresimden Bavul” başlıklı yazını okudum. Tarih, en alçakça zulümlerin hikâyelerini anlattığı gibi, en büyük zalimlerin ve dalkavuklarının ibretlik bitiş öykülerini de anlatır… Cumartesi günü Ankara’da Cumhuriyet’ten ve diğer gazetelerden birçok yazar, yeni kitabın “Düşünüyorum O Halde Sanığım- Zulümname”yi imzaladık. Binlerce kişi el ele beyaz güvercinler uçurduk… Sevgili Yıldız Kenter yine o sıcacık sesiyle senin mektubunu okudu. O müthiş mektubunun en çok “Yalnız aile büyüklerimi ve aydınlık insanları selamlarken eğilirim” satırlarına bayıldım. Sen çok yaşa aziz kardeşim… Ertesi gün de Bursa’da kitap fuarındaydım… Üzerimde sana iletilmek üzere binlerce yürek selamı var bilesin… CHP’den adaylığını açıklamana çok sevindim… Binlerce, on binlerce insan senin için çalışmayı, yollara dökülmeyi bekliyor… O hücrede yalnız değilsin, değilsiniz… Milyonlarca aydınlık yürek senin, Tuncay’ın ve diğer yurtseverlerin hücrelerinde atıyor…
Seni ve tüm yurtseverleri sevgiyle kucaklıyorum…

Beşiktaş Türkiye Mahkemesi! -Mustafa BALBAY

 Beşiktaş Türkiye Mahkemesi!

Silivri 4 No’lu Cezaevi’nde bir gelenek vardı; özellikle hafta sonları televizyonun kapalı devre kanalından DVD film izliyorduk.10-15 dakika önce anons ediliyordu. Biz de televizyon kanallarında reklamlardan arta kalan zamanda film izlemek yerine bunu tercih ediyorduk.
Cezaevi yönetimi daha çok hapis ya da mahkeme etrafında geçen filmler getiriyor. Rekorumuz, “Bayrampaşa Ben Fazla Kalmayacağım”… Kimi gösterimleri es geçtim, 3 defa izledim.
Son izlediğimiz filmlerden birinin konusu, jürinin üvey babasını öldüren gençle ilgili tartışmasıydı. Film baştan sona bu tartışma ile geçti.
İlk oylamada 12 jüri üyesinden 11’i delikanlının suçlu olduğu yönünde oy kullandı. Herkes hayır diyene takıldı. Onun da ikna olmasını istiyorlardı. Zaman zaman ciddi gerilimler yaşandı. Bir, iki, üç derken durum tam tersine döndü; 11 kişi genci suçsuz buldu, bir kişi direniyordu: Sonunda o da ikna oldu, oylamaya geçildi. Beklenen, gencin oybirliğiyle beraat etmesiydi. Oylama yapıldı; ilk suçsuz diyen beraata karşı çıktı.
Üyelerin her birinin önemli işleri vardı. Filmin sonuna kadar anlatılması uygun değil ama öylesine ilginç bir örnek ki devam etmeden geçemeyeceğim.
Delikanlıyı suçsuz ama beraatı erken bulan jüri üyesi gerekçesini şöyle açıkladı:
“Bu suçun üvey evlada atılması için çok ustaca bir plan yapılmış. Bizim bu planı ortaya çıkarma, en azından çıkarılması için karar alma sorumluluğumuz var. Sadece gencin suçsuz olduğuna karar vererek görevimizi yapmış sayılmayız.”
***
Ergenekon dalgaları, soruşturmaları, iddianameleri artık bu noktaya geldi.
Bu kurgu nedir, kimler tarafından hazırlanmıştır, tahminlerde, uzman görüşleriyle ortaya konan delil oluşturma işlerinin gerçeği nedir, ortaya çıkarılması gerekiyor.
Her şey bir yana “delil hukuku” uluslararası standartlara göre uygulandığında bugün ortaya delil diye konanların çok büyük bir bölümünün çöpe atılması gerekecek. Ne yazık ki bu işletilmiyor.
Örneğin, dijital verilerin delil sayılıp sayılmayacağına ilişkin mahkemenin bir karar vermesi istendiğinde şu karar çıkıyor:
“Bunun hüküm aşamasında karara bağlanmasına…”
Hüküm aşamasına ne zaman gelinir?
Belli değil.
Bu konudaki bir görüş şu:
Yargıtay’daki son düzenlemelerden sonra yargılama hızlandırılabilir.
Ancak davaların birbirine eklenmesi nedeniyle “hüküm aşamasına” görünür gelecekte tarih vermek zor.
***
Özel yetkili mahkemelerin (ÖYM) şöyle bir yetkisi de var:
Kendisine yetki verme yetkisi!
Yasa hükümleri çok açık, hiçbir tartışmaya meydan vermeyecek kadar kesin olduğu halde ÖYM’ler bunları dikkate almama yetkisini kullanıyor.
Örneğin; her ÖYM’nin belli bir yetki alanı var. O alan dışında faaliyet gösteremez. Beşiktaş’taki ÖYM’lerin yetki alanı Bolu’ya kadar. Ötesine Ankara karışıyor. Yasaya göre İstanbul’da süren bir soruşturmayla ilgili Ankara’daki bir kişi de sorgulanacaksa; İstanbul, Ankara’daki ÖYM’ye yazacak. Ankara bakacak.
Şu anda Beşiktaş’ın çerçevesi şöyle:
Türkiye özel yetkili olağanüstü mahkemesi!

Nevresimden Bavul! -Mustafa BALBAY

 Nevresimden Bavul!

6 Mart 2009’da, 31 saatlik kesintisiz polis-savcı-yargıç üçgeninin ardından tutuklandığımda Metris Cezaevi’nde T-24 No’lu tecrit hücresine konmuştum. Burada bir hafta tutulduktan sonra Silivri 4 No’lu Cezaevi’ne götürüldüğümde kalabalık, en azından 3-4 kişilik bir koğuşa konulmayı beklerken yine tek başıma ayrı bir koğuşa kapatıldım.
Yalnızlığımın birinci ayı dolduğunda, Adalet Bakanı Sadullah Ergin Meclis kürsüsünde şöyle konuşmuştu:
“Mustafa Balbay adlı şahıs sadece 6 gün tek kişilik hücrede tutulmuştur.”
Haberi tek başıma dinlerken bunca hukuk birikimi olan Türkiye’nin Adalet Bakanı’nın böylesine gerçeklerin dışına çıkmasına hüzünlenmiştim.
Aradan 2 yıl geçti; yine tek başımayım, 2 yılın bir haftası Metris T-24’te tek, 1.5 ayı Silivri B9-Üst’te tek, 5 ayı B-7’de 2 kişi, 5 ayı F-7’de 3 kişi, 1 yılı F-12’de 3 kişi…
İkinci yılda Silivri 1 No’lu Cezaevi F-3 alt koğuşun müşahade hücresinde tek kişi.
Anadolu’da bir söz vardır:
İki göç bir yangın eder.
İki yılda 6 göç; demek ki, 3 yangın yaşamışız. Yazı aramızda döküntüm de çoktur. Bir şey atamam. Hele kitap; okuyacak birine ulaşacağından emin olmadıktan sonra nasıl feda edersin?
Apar topar olunca nevresimimi bohça, yastık kılıfımı torba yapıp taşındım. Aklınızda bulunsun çok sıkışırsanız yastık kılıfının açık tarafını tutamak yeri yapıp çanta olarak kullanabilirsiniz. Ama sakın kolay tutmak için delik açmayın, yırtılır.
Nevresimi bavul olarak kullanmak durumunda kalırsanız en altına kartonumsu bir şey koyun. O zaman sürüyerek taşıyabilirsiniz. Nevresimin içine 2-3 bavulluk eşya koyabilirsiniz. Ama koyarken arada ellerinizle tartın. Yerleştirmeyi tamamladıktan sonra üstten boğum yapıp eşyaları olabildiğince sabitleyin. Aksi halde eşyalarınız çok hırpalanır, polisin eline düşmüş eylemciye döner.
***
6 saatte 4 No’lu Cezaevi’ni, Nazi kampı boşaltır gibi terk edip 1 No’lu Cezaevi’ne getirildik. Tuncay’la birlikte ayrı bir bekleme yerine konduk. Camdan öteki tutukluların önceki koğuşta kimlerle kalıyorlarsa onlarla birlikte getirilip 15-20 dakika geçmeden yine aynı şekilde yeni koğuşlarına götürülüşünü izlerken bize ayrı bir muamele yapılacağını hissettik.
O an müthiş bir ıssızlık çöktü içime.
Bütün duygularım beni terk etmişti. Ne hüzün, ne kızgınlık, hiçbir şey hissetmiyordum. Meğer duygusuzluk çöl gibi bir şeymiş.
***
Silivri’de 10 cezaevi var. Bir anlamda cezaevleri zinciri.
Dünya oteller zinciri, marketler zinciri yapar; biz cezaevleri zinciri. Bu işin bir yanı, bir de yapım öyküsü var.
Cezaevi zinciri Türkiye’nin en verimli tarım arazisi üzerinde kurulu. İleriye dönük planlar yaparken buranın bir bölümünün müze, bir bölümünün de büyük bir tarım işletmesi olması için çaba harcasam diyorum…
Bahar aylarında betonun arasından ot fışkırıyor, 3-4 yaprağa kadar ulaşıp bize umut veriyor.
Silivri cezaevleri zincirinin planlaması yapılırken AB standartları esas alınmış. AB temsilcileri de inşaata bakıp, “çok uygun” demişler. Kaba işler bittikten sonra iç düzenleme yapılırken AB’ye karşı hile yapmışlar bir kişilik odalara ikili ranza yerleştirip üç kişilik yapmışlar.
Şu anda benim kaldığım müşahede hücresi yan yana 5 hücreden oluşan bir koğuş. Her hücrenin kapısı kapanıyor, yemek ve benzer dağıtım hücre kapısının mazgalından yapılıyor. Ama bizi müşahede hücrelerinde değil de normal odada tek başına tuttuklarını söylemek için 5. hücreyi yıkmışlar. Havalandırmaya bir kapı açmışlar. Bu da projeye karşı hile.
Noktayı ilk günün en gerilimli anıyla koyalım. 28 Şubat sabaha karşı 03.00’te tek tek hücrelere koyacaklarını selamsız-sabahsız pat diye söylediklerinde itiraz ettik. Tartışma büyüyünce 50 kadar gardiyan ve görevli çevremizi sardı. Gardiyanların çoğu genç, iyi niyetli insanlar. Bir an önce işlemin bitmesini istemekten başka düşünceleri yok. Çoğuyla selamlaştık.
Tek kişilik hücreden dönüş yok, kesin deyip, bizimle muhatap olanlardan bazılarının öyle bir yüz ifadesi vardı ki…
O an Ankara’dan emir gelseydi:
“İkisi asılacak. İçinizden bu işi yapacak olan var mı?”
En az iki el kalkardı.
Onlardan biri ertesi gün koğuş kapısına gelince, bu gözlemimi, aynen yukarıdaki ifadelerle yüzüne söyledim…
Gerisi kalsın…

Ya Bendensin Ya Terörist! -Mustafa BALBAY

 Ya Bendensin Ya Terörist!

Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın tutuklanmasının ardından iki yıldır kaç kez, “meslektaşlarıma” diye başlayan yazı yazdığımı anımsamaya çalıştım. Beşi bulunca, saymayı bıraktım.
Eğer bir gazetecinin arşivinden, edindiği çevreden ve ürettiklerinden suç oluşturmaya başlarsanız, bunun sonu gelmez. Her an her gazeteci hakkında istediğiniz kadar suç yaratabilirsiniz.
Yazıya “ahh meslektaşlarım” diye başlamayı düşündüm ama, bunun ne gereği var ne faydası. Gün, artık gerçeği bütün çıplaklığıyla görme günü.
Gerçek şu:
Ya bendensin ya teröristsin!
Ortası?
Yok…
İstersen yıllarca benim hedeflerime su taşıyan işler yapmış ol; bana zarar vermeye başladığın an, teröristsin.
İçinde birazcık gazetecilik dürtüsü olan herkes böyle bir tehlike ile karşı karşıya. Çünkü bugün olmasa bile yarın yapılanların en azından bir bölümünü doğru bulmayacak. İşte o gün onun da terörist kimliği iddianamesine konacak.
***
Yararı olup olmayacağına ilişkin düşüncelerimi bir kenara koyuyorum. Son gelişmelerin ardından meslektaşlarıma bir çağrı daha yapıyorum:
Gelin, artık olaya bütün bakın. “Sizinkini bilmem ama, bizimkinin Ergenekon’la hiç alakası olamaz”, “Son operasyon, işi sulandırmaya dönük” gibi yorumları bir yana bırakın. Bir bütün olarak olay ne, onu araştırın.
Kabaca bir hesap yaptım. Mahkeme salonunda bugüne dek yaklaşık 50 saat konuşmuşum. Bu konuşmalarımın çoğunda sordum:
- Bizi terör örgütü üyesi olmakla yargılıyorsunuz ama, 4 yıldır iddia ettiğiniz terör örgütünün varlığını kanıtlayamadınız. Bugüne kadar yargılananlardan bir kişi dahi çıkıp, “Evet, ben bu örgüte üyeyim” demedi. Hal böyleyken nasıl olur da bizi tutuklu yargılarsınız?
Yasa, bir kişiyi tutuklu yargılamaya devam edecekseniz, mutlaka somut gerekçelerini karara yazmalısınız, diyor ama dinleyen kim?
Ergenekon tartışmalarının bütünü anlamında anımsatmak gerekirse; 4 yıl önceki ilk dalgada tutuklanan Ergun Poyraz’dı…
Ergun Poyraz kim?
AKP ve yöneticileri hakkında kitap yazan kişi.
O gün başlayan süreç, bugün hangi noktaya geldi… Ne olursa olsun, geç kalınmış sayılmaz. Meslek kuruluşlarının bir araya gelerek oluşturduğu Gazetecilere Özgürlük Platformu (GÖP) 3 Mayıs’ta uluslararası bir girişimde bulunacağını aylar öncesinden duyurmuştu. Bu girişim daha anlamlı hale geliyor.
***
2 yıldır meslektaşlarımıza yaptığımız çağrılarda mutlaka toplum yanına da değiniyoruz.
Gazetecilere yönelik saldırının ana amaçlarından biri şu: Toplumun haber alma hakkını kısıtlamak. Bu anlamda saldırı aynı zamanda topluma.
Şu anda tutuklu bulunan, kamuoyunun da yakından tanıdığı bütün gazeteciler; isteselerdi bu mesleği bir başka türlü icra ederek hem çok daha iyi koşullarda yaşarlardı hem de hiç başları ağrımazdı. Onlar zor olanı seçtiler. Görüşlerine katılırsınız katılmazsınız, ayrı konu; ama bu mesleğin hakkını vermeye, araştırmaları sonucunda ulaştıkları gerçekleri topluma aktarmaya çalıştılar.
Şimdi bütün bunlardan suç üretiliyor.
Eyy insanlar,
Size ulaşan bütün hatları kesiyorlar.
Ama kesilen sadece hatlar değil,
Sizin ışığınız!
Sessiz mi kalacaksınız?
Madem öyle, karanlıkta oturalım mı diyeceksiniz?

Paylaşma -Mümtaz Soysal

 Paylaşma

HER şey o kadar açık ki; görmemek ve anlamamak için kör ya da bön olmak gerekir: Libya’nın yani Trablusgarp topraklarının, daha doğrusu, toprağın altındaki iyi kaliteli petrolün paylaşılmasına sıra gelmiştir.
Belki, iç politikadaki kumpas hikâyelerinin rengi ya da saçmalığı zihninizi dağıttığı için, farkına varmamış olabilirsiniz:
Libya’nın doğusuna yani Bingazi’den Mısır sınırına kadarki bölgeye egemen olan ayaklanma yönetimi Fransa’ca resmen tanındı. Oraların petrolüne Fransızlar göz koymuş demek ki.
Anlaşılan öbür tarafı İngilizlerle Amerikalılar halledecek.
Eğer Kaddafi yenilirse.
Tunus’ta başlayarak Libya’yı atlayıp Mısır’a sıçrayan “demokrasi ve özgürlük” kasırgasının nasıl ve niçin koptuğunu merak edenler gerçeği sezmeye başlamış olmalıdırlar herhalde: Yıllardır sözü edilen Büyük ya da Yeni Ortadoğu haritası oluşmaya başlamıştır: Sınırlar değişmese de, toprakların üzerindeki egemenlik renkleri değişiyor.
Son Osmanlı toprakları Bağdat ve Şam vilayetlerinden Irak ve Suriye devletleri nasıl doğduysa neredeyse harfi harfine ona benzer bir oluşumla karşı karşıyayız.
Bilen bilir, Harbi Umumi denen Birinci Dünya Harbi’nin ortalarında, boğuşmanın sonucu biraz belirlenmeye başlar başlamaz o çağın Avrupalı iki büyük emperyalist devleti, İngiltere ile Fransa, Osmanlı topraklarının nasıl paylaşılacağını kararlaştrmak amacıyla masaya oturmuşlar ve pazarlıkçıların adlarıyla Sykes-Picot Paktı diye bilinen anlaşmayı imzalamışlardı. Yaklaşık bugünkü Hakkâri’nin güneydoğu köşesinden şimdiki Lübnan’ın güneyine çizilen bir çizginin doğusunda kalan topraklar İngiltere’nin olacaktı, batısındakiler de Fransa’nın. Ne var ki, donanmasındaki gemiler daha o zaman mazot yakmaya başlamış olan İngiltere, Irak’ın kuzeyindeki petrollü topraklara daha önce el koyduğu için Fransa’ya Suriye’nin çölümsü parçası kalmış ve bu yüzden iki müttefik arasına kara kedi girmişti.
Paris yönetiminin Ankara’yla barış yapmasının nedenlerinden biri de budur.
Öyle anlaşılıyor ki, Fransa bu sefer elini çabuk tutmuş ve paylaşımda petrolü daha bol olan Doğu Libya’nın resmi dostu oluvermiştir.
Hiçbir konu Batı emperyalizminin içyüzünü Kuzey Afrika’da olanlar ve bundan sonra olacaklar kadar açıkça göstermiş olamaz.
Ama böyle bir dersi yeniden öğrenmek için şimdi Libya hengamesinin iki yanında binlerce zavallı insanın birbiriyle vuruşup can vermesi mi gerekirdi?

Silkinme -Mümtaz Soysal

 Silkinme

SONUN başlangıcından söz etmek bazılarına fazla karamsar geldiği gibi, bazılarına da aşırı iyimser gelmiş olabilir; hele aydınlığın yakınlaşması anlamında edilmiş bir söz ise.

Peki, öyle değil mi? Tanyerinin ağarması zifiri karanlıktan sonra gelmiyor mu? Şimdiki karabasandan içleri kararanlar tanyerine inanmayıp da bezsinler, vazgeçsinler, gitgide koyulaşan karanlığa razı olup büsbütün teslim mi olsunlar? Kuruluşuna doksan bir yıl öncesinin 23 Nisan’ında bir Meclis’le başlanan Cumhuriyet, 75 milyon insanı Akbal’ın söz ettiği tımarhaneyi doldursunlar diye mi yetiştirdi? Tımarhaneden kurtulmayı düşünenler, yine aynı Cumhuriyetin amaçladığı demokrasi çerçevesinde çıkış yolunu bulamayacak kadar akılsız, izansız, yöntemsiz olamazlar.

Bir an önce başkanlık sistemine geçip bir çeşit “çağdaş padişahlık” dönemiyle Türkiye’yi yüceltmeyi kurgulamış bir başbakanın önderliğiyle seçime girecek bir iktidar partisinin “kaçınılmaz” denen zaferine karşı bir “cumhuriyetçi birliktelik” oluşturmak başarılamayacak bir iş değildir. Yeter ki, gerçekten cumhuriyetçi olduklarını söyleyenler, birbirinin cumhuriyetçiliğine güvenen siyasal parti liderleri bir masa çevresinde ve halkın gözleri önünde toplanıp bu birlikteliğin “modalite”sini, yani gerçekleştiriliş tarzını, kurallarını ve yöntemlerini konuşabilsinler.
Partilerden büyük sivil toplum kuruluşlarına, demokratik kitle örgütlerine dalga dalga yayılması gereken ve ana düşüncesi genel seçimden bir iktidar çoğunluğuyla çıkmak olacak böyle bir girişim elbet bencillikten ve küçük hesaplardan uzak, büyük özveri, açıklık, içtenlik, dayanışma ve disiplin isteyecektir.
Her şeyden önce ve doğal olarak, önümüzdeki kısa zamanı iyi kullanmaya yönelik bir disiplin, çalışma gücü ve beceriklilik.
Elbet “Bizim cumhuriyetçi kadrolarımızda bütün bunlar olsaydı zaten cumhuriyet bu durumlara düşmezdi” diye mırıldanışları duyar ve dudak büküşleri görür gibi oluyorsunuzdur.
Olsun. Doksan iki yıl önce bir adam Samsun’a ayak basarken de böyle olmadı mı? “Peki, ya karizma yokluğu” diyorsanız, her birinizde mutlaka bulunan ve ufak çocukların “Benim babam, benim ablam…” diyerek birbirine anlatıp övündükleri küçük karizmalar var ya, onları bir araya getirince hiç değilse büyükçe bir karizma da mı çıkmaz?

Sonun Başlangıcı -Mümtaz Soysal

 Sonun Başlangıcı

HİÇ tasalanmayın, bu başlıktaki son, Cumhuriyetin değil, Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkıp Türkleri bu topraklardan kovmak isteyenlerin sonudur. Karanlık koyulaştıkça tanyeri yaklaşıyor.
Böylesine meşum bir yıkım ve kovma niyetinin birkaç yüzyıldır hep var olduğundan söz etmek, basit bir paranoya ya da karabasan sayıklaması değildir. Batı’daki kökleri on dokuzuncu yüzyıl başlarına inen ve önümüzdeki yirmi yıl içinde tamamlanması öngörülen bir büyük tarihsel tasarım bu. Kovmak biçiminde olmasa bile, bezdirerek.
Sürecin daha kısaltılması da büsbütün olasılık dışı sayılmaz.
İnsana bu tür bir tasarımın varlığını düşündüren nedir?
Kemalizmin laikliğini doğal bir çağdaşlaşma süreciyle gelmiş değil de sanki tepeden inme bir devrimin zoruyla birdenbire getirilmiş gibi sunan Batılı anlayış, zihinleri bulandırmışa benziyor. Laikleşme, bir bakıma Tanzimat öncesinde bile başlayan birtakım yenileşmelerin ister istemez getireceği bir sonuç değil miydi? Kemalizmin bu süreci hızlandıran devrimciliği, özgürlük ve demokrasi adına başlatılıp gitgide büyütülen sinsi bir tepkiye yol açmıştır. O yüzden, bugünün siyasal ikilemi, görünürde sadece çağdaş bir yaşam tarzının sürdürülüp sürdürülemeyişinden ibaretmiş gibi geliyor hepimize.
Oysa, gerisinde daha önemli başka bir sorun saklı: Gelişen ülkelerin çoğunda görüldüğü gibi, muhafazakârlık kolayca yabancı niyet sahiplerinin hesaplarına kurban edilebiliyor; bazen onların bölgesel çıkarlarına alet edilmek biçiminde, bazen de dünyada yeniden etkili olmaya yönelmiş bir toplumun önüne konan engellemelerle.
Torba olayının aşağılayıcılığında, Kıbrıs, Orta Asya ve AB’yle olan ilişkilerimizde bu sinsi engelleyişin sonuçlarını yaşamıyor muyuz?
Şimdiki iktidarın çağdaş yaşam tarzına karşı oluşturduğu tehdidin yarattığı endişeye eklenen bir de bu ulusalcı tepki var: Askerin örselenmesinden, kamu varlığının satışa çıkarılmasından, bilim, sanat ve basın çevrelerine yapılanlardan kaynaklanan bir tepki.
Bir yaşam tarzına karşı olmakla kalmayıp Cumhuriyetin bütün kazanımlarından öteye yeni kuşakların geleceğine ve ulusun bu topraklardaki varlığına uzanan tehditlere karşı oluşan öylesine güçlü bir tepki ki bu, eğer iyi değerlendirilirse bu iktidarın defterini dürmeye ve dış hesapları boşa çıkarmaya yeter de artar bile.
O artışla daha sonra neler yapılmaz ki.

İlaç İçin Olsun -Işık Kansu

 İlaç İçin Olsun

KADER’in hedefi Meclis’in yarısını kadınlarla doldurmakmış. Ah, keşke…
KADER’in hedefine ulaşmada kamuoyuna tanıttığı “kadın yüzleri”ne bir baktık. Patron kadınlar var, televizyon dünyasının her konuda soluksuz konuşanlarından Ayşe Özgün var, bir de Gülben Ergen var…
Ama ilaç için, bir işsizin ya da her gün imanı gevreyen bir çalışan kadının ya da yaşamın tüm yükünü omuzlarında taşıyan bir ev kadınının “yüzü” her nedense yok…
Doğru ya, Gülben varken onların yüzüne kim bakar?
Adı Var, Kendisi Yok
Devrimci Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati’nin, Ankara Mithatpaşa Caddesi’ndeki evinin yıkık halini bu köşede dile getirmiş, bunun üzerine dönemin Kültür Bakanı İstemihan Talay, evi kamusal kullanım için onartmıştı.
AKP gelir gelmez, Mustafa Necati’nin evini kuru fasulyeciye vermeye kalktı. Bu uygulama tepki toplayınca, ev TBMM’ye devredildi.
Evin son durumunu eğitimci Mustafa Aydoğan’dan öğrenelim:
“Mustafa Necati’nin evini onarımdan sonra görmemiştim. Bir resim sergisi vesilesiyle gördüm. Sergi giriş katında idi. Gelmişken ikinci katı da görmek istedim. Bir görevli ‘yasak’ dedi. Asıl sorumlu ile görüştüm. Gezmeme yardımcı olması amacıyla bir refakatçi ile görmeme izin verdi. Salon ve odalar güzel koltuklarla donatılmıştı. Bana verilen tanıtım belgesine göre, Mustafa Necati’nin evinin ikinci katındaki tüm hizmetlerden (kültürel faaliyetler, günlük gazete, dergi, internet, özel toplantılar, kokteyller) TBMM’nin eski ve yeni üyeleri ile Meclis personeli yararlanabiliyormuş. Oysa Mustafa Necati, ‘Yıllar boyu kötü yönetimlerin ihmal ettiği, aydınlanmadan yoksun kalmış halkı aydınlatmak da bizim görevimizdir’ diyordu.”
Mustafa Aydoğan, mektubun sonunda kısaca özetlemiş gördüklerini:
“Binanın girişinde Mustafa Necati adı yazılı, ama içerde Necati yok.”
En Büyük Tahliye
Büyük başarıymış Libya’daki Türklerin tahliyesi…
Oysa, Mülkiye dergisi Genel Yayın Yönetmeni Dr. Serdar Şahinkaya bir başka tahliyeyi anımsattı bizlere:
“Cumhuriyet tarihinin en büyük tahliyesi bu ise, demek ki başka tahliyeler de olmalıdır. Ama onlardan tık yoktur. Tık. Varsa yoksa son sekiz yılda ne yapıldı ise ‘Cumhuriyet tarihinin en iyisi’ diye abartarak anlatmak.
Balık hafızalı ve nerede ise kendi tarihini hiç okumamış, okudu ise en hafif tabiriyle unutmuş insafsız kalem erbaplarına hatırlatmak lazım gelir:
Neyi ya da kimi?
II. Dünya Savaşı sırasında Paris Büyükelçisi olan Behiç Erkin’i tabii ki.
6 milyon Yahudi soykırıma uğramak üzere bilmedikleri bir istikamette raylar üzerinde trenlerle Auschwitz’e doğru yol alırken, Behiç Erkin Türkiye’den getirttiği ya da üzerlerine ay-yıldız astırttığı, ‘Büyükelçi’nin vagonları’ diye anılan trenlere bindirdiği 20 bine yakın Yahudiyi aynı rayların ters istikametinde, hem de Almanya toprakları üzerinden yaşama, yani Türkiye’ye göndermeyi başarmıştı.
İşte Cumhuriyet tarihinin en büyük tahliye operasyonu budur.”
Asıl Neden…
Deneyimli gazeteci dostumuz Yılmaz Polat, ABD’den gönderdiği son mektubunda, son birkaç haftadır Washigton ile Ankara arasındaki iletişimdeki protokolü garipsediğinden söz ediyor:
“Başkan Obama’nın muhatabı Başbakan Erdoğan, Cumhurbaşkanı Gül’ün de Ankara Büyükelçisi Ricciardone değil. Obama’nın yürütmenin başındaki başbakanla da konuşmasında yadırganacak bir şey yok. Ancak, Obama’nın Gül’ü tamamen by-pass etmesi de normal değil. Başkan Obama nedense Gül’ü bir yıldır aramıyor. En son Gül, Obama’yı 2010 Mart ayının ilk haftasında sözde Ermeni soykırım tasarısına karşı çıkması için telefonla arayıp konuştu. Halbuki, Başkan Obama, 2009’da Ankara’ya Başbakan Erdoğan’ın değil, Cumhurbaşkanı Gül’ün resmi konuğu olarak gitti. Ortak basın toplantısı yaptı.
Obama’nın Cumhurbaşkanı Gül’ü hiç aramaması teamüllere uygun değil. Bu durumun Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkma arzusuyla ilgisi olabilir mi? Ya da asıl neden güç mü? Göreceğiz.”
Uyumaktan Başka
Türkiye’nin ilk iktisatçı Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, “Yüksek yargı bugüne kadar uyumaktan başka bir şey yapmadı” demiş, biz de yıllardır Anayasa Mahkemesi’nin önünde bekleyen kimi davaları anımsatmıştık.
Aradan iki hafta geçti. Sözünü ettiğimiz TRT, Devlet Memurları, Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası, Tohumculuk, Tapu, telefon dinlemelerine ilişkin Ceza Muhakemesi Yasası ile ilgili iptal istemli davalar konusunda yine en ufak bir gelişme olmadı.
Gündemini Haşim Kılıç’ın belirlediği Anayasa Mahkemesi’ne birisi çıkıp da “Uyumaktan başka bir şey yapmıyorlar” derse hiç de hoş olmayacak doğrusu.
Güçlendirme
CHP’li yetkililer, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nı çekincesiz kabul etme düşüncelerinin gerekçesini “yerel yönetimleri güçlendirme” diye tanımlıyorlar.
CHP Parti Meclisi içinde de yerel yönetimlerle ilgili uzman kişilerin var olduğu biliniyor.
Onlara danışsalar, yerel yönetimleri güçlendirme ile onlara özerklik verme arasında dağlar kadar fark olduğunu anlayacaklar.

‘Avrupa Avrupalılarındır’ ya da Yeni Kapitalizm- Erol Manisalı

 ‘Avrupa Avrupalılarındır’ ya da Yeni Kapitalizm

1990 sonrasında Avrupa’nın İngiltere, Fransa ve Almanya gibi ağır toplarında ulusalcı politikalar öne çıkmaya başladı.
- Almanya’da Hıristiyan Demokratlar ve liberaller ilerleme yaptı. Ekonomide küresel, ekonomi dışı öğelerde ulusal bakıyorlar.

- Fransa ve İngiltere biraz gecikme ile ulusal politikalara yöneldi. Sağ ve liberaller,“ulusalcı çizgiye kaydılar”.

“Avrupa kimliği” biraz içine kapanarak, sağ, muhafazakâr ve liberal kanatlara yöneldi; bir anlamda, “Avrupa Avrupalılarındır” politikaları ve uygulamaları AB için çekici olmaya başladı.
Türkiye’deki “liberaller” ile Avrupa’dakileri karıştırmamak gerekir.Türkiye’de liberallik ulusal politikalara karşıdır. Ancak, İngiltere başta olmak üzere Avrupa liberalliği “ulusal ve kapitalisttir”.
Avrupa kapitalizmi 19. yüzyıldan beri Avrupa’daki ulus devlet oluşumlarına destek olmuş ve kılcal damarlarıyla onu beslemiştir.
Avrupa’da eksen kayması mı?
İngiliz Başbakanı Cameron’un 2011’de Türkiye’de belirttiği gibi, “kendine dönme, koruma, kültürel kapanma gibi öğeleri de beraberinde getirmeye başladı”. 21. yüzyıl Avrupa’da “yeni kapitalizmin” ortaya çıkışına yol açtı.
Bir yandan Avrupa Birliği kendi içinde bütünleşirken öte yandan Merkel’in, Sarkozy’nin ve Cameron’un kendine dönme, ulusal politika izleme uygulamalarını görmeye başladık. Avrupa büyüklerinde 1990 sonrasında bir “eksen kayması” oluşuyor.
Almanya, Fransa ve İngiltere dil ve kültür konusunda artık daha ulusal bir çizgideler. Avrupa’ya yeni göç istemiyorlar. Bunun yerine gidip fabrikalarını Çin’de, Hindistan’da,Türkiye’de kuruyorlar. Aslan payı yine kendilerine kalıyor.
Türkiye ve benzerlerinde solun misyonu
Türkiye’de ise ulusal politikalara daha çok solun sahip çıktığını görürüz. Avrupa’da sağ ve liberaller ulusal politikalara yönelirken Türkiye ve benzerlerinde neden daha çok sol, ulusal politikalara sahip çıkıyor?
Çünkü Türkiye ve benzerleri ile Avrupa’nın ulusallık anlayışları farklı. İngiltere, Fransa ya da Almanya için ulusallığın içeriğinde şunlar bulunur;
- Kendi kültürel ve iktisadi küresel üstünlüğünü koruma ve geliştirme.
- Kendi penceresinden, “dışarıdan gelecek olumsuzlukları engelleme”. Nüfus göçünden stratejik sektörlerinin desteklenmesine kadar geniş bir alanı koruma.
Buna karşılık Türkiye ya da bir Latin Amerika ülkesinde ulusallık; ezilmeme, sömürülmeme, kendi kültürel kimliğini sürdürme öğelerini içerir. Dış ilişkilerde denge arayışı vardır.
Avrupa’da kapitalizmin ulusallığı etken ve egemen; Türkiye ve benzerlerinin ulusallığı ise edilgen bir içerik taşır. İşte sol burada devreye girer; tanım gereği, azgelişmiş ülkelerde sol, emperyalist oluşumlara karşıdır.
İslam ülkelerinde solun sürekli budanması ve yaşamasına izin verilmemesi sonucu dinci örgütlenmeler çok defa, emperyalizme karşı solun işlevini farklı bir biçimde yerine getirmeye çalışır. İran,Filistin (Hamas) ve Mısır olaylarında olduğu gibi.
Müslüman Kardeşler’in Mübarek döneminde baskı altında tutulmasının nedeni buydu. Sorun onun dinciliği değil, antiemperyalist kimliği idi.
Şubat 2011’de Cameron ve Sarkozy’nin Ankara ziyaretlerinde yaptıkları açıklamalar, Avrupa büyüklerinin 1990 sonrası daha da belirginleşen politikalarını ortaya çıkarıyor.
Dünya küreselleşirken Avrupa’nın büyük ülkeleri “yeni ulusalcılığı” ortaya koyuyorlar. 1990 sonrasında Avrupa’daki yeni ulusalcılık, yeni faşizmin kimi özelliklerini gösteriyor. Ancak yukarıda da belirttiğim gibi Avrupa’nın (kapitalizmin) ulusalcılığı ile sömürülen azgelişmiş dünyanın ulusalcılığı farklı ve asimetrik özelliktedirler. “Biri egemenliğini sürdürmek, diğeri çıkar ilişkilerinde dengeyi sağlamak anlamını taşır”.
Emre Kongar’ın 26 Şubat 2011 tarihli köşesinde Robert O. Paxton’un “The Anatomy of Fascism” adlı kitabından aktardığı Avrupa’daki yeni faşizm öğeleri, 1990 sonrasının “yeni kapitalizmi” ile ilgilidir.
“Yeni Küresel Kapitalizm”, yeni faşizmi de kaçınılmaz olarak beraberinde getirmektedir. Sistem içinde, “sistemden daha fazla yararlananlar ile, daha az yararlananlar veya zarar görenler arasında çıkar çatışmaları ortaya çıkıyor”. R.O. Paxton’un kitabında belirttikleri sistemden daha fazla yararlananların, “bunu ancak yeni faşizm (neo fascism) sayesinde sağlayabilmelerinin sonucu” ortaya çıkan bir durumdur.
Ancak bu durum uzun vadede, sistemden daha fazla yararlananları da krize sokabiliyor; aynen 2008’de ABD’de başlayan dünya ekonomik bunalımında görüldüğü gibi.
Hele araya son Libya örneğinde olduğu gibi, “yeni işgal ve egemenlik öğeleri de eklenince” yeni faşizm yalnız “dışardakilere” değil, yarattığı istikrarsızlık ile, “içerdekilere” de zarar vermeye başlıyor.

İktidarın Yukarısı Aşağısı… -Cüneyt Arcayürek

 İktidarın Yukarısı Aşağısı…

12 Haziran’da ülkeyi her açıdan derinden ilgilendiren bir seçim yapılacak.Oysa medya, siyasetçiler günlerdir seçimle değil, bir “başka konu” ile ilgili.
Tartışmaların odağında “başka konu” yer alıyor.
İlgili tarafların açıklamalarına, TV’deki birbirini tutmayan söylemlerine bakılırsa “o konunun” kahramanı; -ruhbilimcilerin saptamalarına göre- ün peşinde koşan, belden aşağı bir olay yaratarak gündeme damga vuracağını sanan bir kişilik sahibi.
Gazeteciliği de kuşkulu.
Yaratmak istediği olaya bakılırsa kafası başka iklimlerde geziyor.
Bir söylediği bir söylediğini tutmuyor.
Fatih Altaylı, İklim Bayraktar’ı TV’ye çıkardı.
Durmadan insanlıktan söz eden, söylediklerine kimsenin inanmadığından şikâyetçi görünen Bayraktar’a; Altaylı, “Kemal Kılıçdaroğlu ile ne konuştunuz?” diye soracak oldu.
Altaylı’yı da programı izleyenleri de şaşırtan bir yanıt aldı:
“Konuşmadım!” dedi Kaleli, Bayraktar İklim!
Şöyle bir baktı yüzüne Altaylı; “kısa bir ara” dedi.
Reklam arasında Bayraktar’a; Kılıçdaroğlu’nun açıklamalarında kendisiyle görüştüğünü ifade ettiğini söylemiş olmalı ki Altaylı; skandal kadın, CHP lideri ile konuştuğunu kabul etti.
Bu konu dün yine medyanın gündemindeydi; seçim yine rafa kaldırılmıştı.
***
Aslında bu konuyla ilgili tartışılması gereken başka konular var ama, nedense pek rağbet edilmiyor.
Günlerdir siyaset dünyasını sarsan, kamuoyunun yakından ilgilendiği bir komplo konuşuluyor. Örneğin savcılar tribünde:
Deniz Baykal’ı olmadık cinsel yaklaşımlarla bir kez daha sahneye taşıyarak olay ve ün yaratan kadın gazeteci olmak isteyen Bayraktar’ın kanıtlayamadığı söylemlerini… CHP liderine önemli bir AKP’linin benzeri yaşantısıyla ilgili sözlerini ihbar sayıp harekete geçmiyor.
Ya da CHP’den, “o AKP’linin kim olduğunu açıklamasını” isteyen iktidar koltuklarından savcılara, ha bre davranın, “büyük balık” kimmiş AKP’de ortaya çıkarın, diyen tek bir ses çıkmıyor.
AKP de, kadını sıkıştırıp, namuslu, onurlu bir insan isen Kılıçdaroğlu’na söylediğin AKP’li büyük balığı açıkla, diyemiyor.
AKP siyaset malzemesi yapacak ya olayı; sözlüklerde hakaret ifade eden ne kadar sözcük varsa hepsini CHP lideri Kılıçdaroğlu’na kullanıyor.
CHP’ye komplonun adeta parçası, hatta yaratıcısı izlenimi vermeye çalışıyor.
Ana muhalefetin bir kez daha bir cinsel skandalla sarsılmasını, hatta parti genel merkezinin skandalın tetikçisi olmasını dileyen ve bekleyen bir tavır sergiliyor.
Kılıçdaroğlu, AKP sözcülerinin söylemlerine en azından bir yuhhh çekebilirdi. Terbiyeli kişiliği elvermedi.
***
Bu iktidar:
Avrupa Parlamentosu’nun kabul ettiği Türkiye gerçeklerini eleştiren son raporundaki; “Ergenekon ve Balyoz darbe planına ilişkin soruşturmaların Türk demokrasisinin ve yargısının şeffaf, bağımsız ve güçlü biçimde işleyişini göstermediğini… Tutukluluk sürelerinin uzunluğundan endişe ettiklerini… Bütün şüphelilere etkili yargı garantisi verilmediğini… Son tutuklamaların bu davalara olan güvenin kaybolmasına neden olduğunu…” ifade eden saptamalarına karşı çıkan, yalanlayan açıklamalar yapar.
…Ama klinik vaka Kaddafi’nin Kürtlerin bağımsız devlet kurmalarına destek çıkan sözlerine sıra geldi mi iktidardan bir açıklama ara ki bulasın!
Halkına silah sıkan Kaddafi ile PKK ile savaşan Türkiye’yi ve ordusunu aynı kefeye koymasını duymazlıktan gelir.
***
Bu iktidarın büyüğü küçüğü aynı. İşlerine geldi mi halkı överler. Kimileri de sorumluluklarını, suçlamaları örtmek istediler mi halkımız tu kaka!
İşte, AKP kadrosunda üçüncü, dördüncü sıradan bir kişiden örnekler.
Ankara son günlerde yıllardır yaşamadığı kar afeti ile karşılaştı.
Belediye Başkanı Melih Gökçek’e göre belediye alabildiği önlemleri aldı.
Olan biten kazalardan, halkın yollarda mahsur kalmasından sorumlu kim Gökçek’e göre? Belediye mi? Ne münasebet! Afete hazırlıksız yakalanan halk elbette!
Taşıt kazaları mı oldu? Gökçek’e göre kazaların nedeni ne buz, ne yeterli tuzlanmayan yollar. Suçlu: Arabaların aşınmış lastikleri!
Ana yollar mı kapandı? Kilometrelerce kuyruk mu oluştu? Yol ortasında arabalarını kilitleyip gidenlerin eseri!
Yolların gerektiği kadar tuzlanmadığını yazan, söyleyen mi oldu: Gökçek’in yanıtı, “yala asfaltı gör tuzlandığını!”…
Bu açıklamaları üstelik sırıtkan bir suratla TV’lerde halkın gözünün içine baka baka yapan adam, Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek!
Bu örnekler iktidarın yukarısı aşağısı aynı tornadan çıktığını belgelemiyor mu?

Çarpışa Çarpışa… -Cüneyt Arcayürek

 Çarpışa Çarpışa…

Başbakan, medyaya baskı yapmadığını içeren son açıklamalarına kimsenin inanmayacağını bilerek, inanarak mı söylüyor acaba?Hükümetin (RTE’ye özgü yöntemlerle) yandaş olmayan, iktidar çanağını yalamayan gazetecilere ve gazetelere uyguladığı sistematik baskı artık dünyada dillere destan. Hani rezalet ayyuka çıktı derler ya. İşte öyle!
Ama RTE, hâlâ aynadaki suretine bakıyor. (1) Benden başka büyük yok Türkiye’de. Ortadoğu’da. (2) Basına baskı, basının uydurmasıdır, diyor.
Bu söze içeride dışarıda herkesin, her kurumun inanmasını istiyor.
Son grup konuşmasında yine medyaya uyguladığı baskıyı yadsıyıp, baskı gerçeğini yalanlar ve yine medyayı suçlarken -farkında mıdır bilmem- bir itirafta bulundu.
“Biz” dedi: “Medya ile çarpışa çarpışa iktidar olduk”.
Bu sözünün altında gazetelere ve gazetecilere; 2002’de iktidar olduğundan beri aşama aşama ağırlaştırarak bugün uyguladığı insafsız saldırıların, şeytanın aklına gelmeyecek baskı yöntemlerinin gerekçesi yatıyor.
RTE’nin bu sözü, Milli Selamet’le 1970’lerde başlayan, daha sonra Refah’la, Saadet Partisi ile devam edip bugünlere gelen süreçte din sömürüsünü siyasal yaşantılarının anayasası yapanların; millet değil ümmet ve cemaat felsefesine bağlı yayılışa karşı çıkan gazete ve gazetecileri asla affetmediğinin izlerini taşıyor.
***
Türkiye’nin hukuk devleti olduğuna inanıyorsa bir Başbakan; nasıl olur da davaları devam eden, üstelik suçları kanıtlanmamış, üstüne üstlük henüz hüküm giymemiş gazetecileri terör örgütü üyesi, anayasal düzeni zorla değiştirmeye girişenler diye suçlayabilir?
Sormazlar mı adama? Sen davanın savcısı mısın? Hatta demokratik bir ülkede bir savcı edasıyla da değil, davayı karara bağlamış bir yargıç rahatlığıyla nasıl konuşabiliyorsun?
Ah, bağışlayın. Unuttum.
RTE, Ergenekon soruşturmasını açacak bir savcı aradığını söylemiş; Ergenekon davaları başladıktan sonra yoğunlaşan eleştirileri yanıtlarken de başsavcılığını ilan etmişti!
***
Kim demişse demiş RTE’ye “Sen muhtar bile olamazsın!”
Akil, olgun bir siyasetçi gibi, kem söz sahibine aittir diyeceği yerde kimilerine; adamın oğluna “Ben sana zengin olamazsın demedim. Adam olamazsın, adam, dedim” sözünü anımsatma fırsatını neden veriyor? Anlamak olanaksız.
Şu darbe sömürüsünü yürütenlere, öyle ki yargıyı kendi emellerine bağlamak isteğiyle düzenlediği anayasa değişikliklerindeki asıl amacını örtmek için geçmiş darbeleri gerekçe yapanlara… şöyle seslenmek geliyor insanın içinden:
27 Mayıs uzaklarda kaldı diyelim.12 Mart darbesinde bugün her fırsatta savunduğunuz ulus iradesiyle iktidar olan bir parti (Adalet) yönetimden uzaklaştırılırken… kanlı sağ sol çatışmalarından sonra gerçekleşen 12 Eylül’de ağa babanız, hocanız, rehberiniz Necmettin Erbakan ve takımı hapsedilirken… kuzum sizler neredeydiniz?
Darbelere de uygulamalarına da gıkınız çıkmadı o günlerde.
Çünkü laik Cumhuriyet’e fırsat bulunca baş kaldıran din sömürücüleri, dini siyasete alet edenler; her darbeden sonra, her zor karşısında, bugün istismar ettikleri darbe günlerinde yeraltına çekildi.
Din konusunu ana tema yaparak siyasete dönme olanağına kavuşuncaya kadar!…
***
Gazete ve gazetecilere yüklenirken, Türkiye’yi Araplara model ülke diye salık veren Batı’ya da laf yetiştiriyor.
Basın özgürlüğünün darbe yediğini içeren Batılı açıklamalar RTE’nin fena halde bozuk çalmasına neden oluyor ve…
Neymiş; yok basın çetecilerin tetikçiliğini yapıyormuş. Basın mensupları darbelere çanak tutuyormuş diye Batı’yı suçlarken Türk medyası da karalıyor.
Bir gün çıkıp da kürsüye, Türk basını yerleşik çağdaş ilkeleri tersine çevirdiğimiz için bizlerle savaştı.
Fakat kurduğum korku imparatorluğunda başarılı olamadı diyebilse…
…hem kendi, hem Türkiye gerçeğini…
…hem de RTE ile çarpışa çarpışa yenilgiye uğrayan medyayı anlatmış olacak!

Demofaşizmo! -Cüneyt Arcayürek

 Demofaşizmo!

Gelişmeler karmaşalıktan çıkıyor, giderek aydınlığa kavuşuyor.
Bir iddia, demokrasi sözcüğü arkasına gizlenen kimi uygulamaları açığa çıkarıyor.
CHP Grup Başkanvekili Kemal Anadol’un sözünü ettiği iddia doğru mu değil mi; ayrıntılarıyla, önümüzdeki günlerde öğrenebiliriz.
Bugüne değin birçok tutuklamanın arka yüzünü aydınlatıyor bu iddia:
Ergenekon Savcısı Zekeriya Öz, sorguya aldıklarını emniyetten gelen yazıyı imzalayıp mahkemeye gönderiyormuş.
Bir dakika durup düşünelim:
Bu oyunda kimin eli kimin cebinde?
Polis mi savcının, savcı mı polisin emrinde!
Bu, demokratik bir devlette değil, polis devletinde yaşadığımızı kanıtlamıyor mu?
***
Başbakan’ın ağzında “ileri demokrasi” söylemi hiç eksik olmuyor.
Son günlerde yaşananlar, toplumun gözü, kulağı, dili medyaya karşı girişilen son ve yeni sindirme hareketi, ileri demokrasi edebiyatının tamamen palavra olduğunu kanıtlıyor.
Faşist sözcüğü dillerde, yorumlarda, kimi haberlerde eksik olmuyor.
Demokrasiden RTE icadı ileri demokrasiye geçtik.
Herhalde bu; faşistlikten de ileri faşistliğe geçmek olmalı!
Yaşadığımız rejim, demokrasi ile faşizmin çiftleşmesinden doğan bir rejim. Adı da:
Demofaşizmo! (Demokratik faşizm).
***
Son tutuklamalar basında geniş ölçüde yer alıyor.
Dış basın, ABD, AB ve Avrupa Parlamentosu Türkiye’de yaşanan olayları basın özgürlüğüne vurulan darbe diye niteliyor.
İktidarın Adalet Bakanı da savcılara arka çıkıyor.
Gazetecinin mesleği gereği yaptırımlarından dolayı içeri alınması; basın özgürlüğüne darbe imiş amma, gazetecinin kimi yasadışı olaylara karışması basın özgürlüğünü kapsamazmış!
Pekâlâ ama gerçekler ne diyor, bunlara bakalım:
Bugün olduğu gibi dün, “gerçeği denetlenmeyen dijital verilere dayanılarak” gazeteciler tutuklandı. Örneğin Mustafa Balbay. İki yıldır içeride!
Delil kapsamında gösterilen dijital verilerin montajlarla uydurma olduğu, şüpheli aleyhine sonradan düzenlendiği TÜBİTAK gibi resmi kurumlarda kanıtlandı.
Ama bugün Balbay’a yöneltilen suçlamalarla tutuklanan gazetecileri savunan, bir zamanların yakışıklısı, mesleğin starı olanlara (olana)…
…Balbay’ın gazetecilik notlarının delil diye sunulmasına, belge dediklerinin montaj olduğunun kanıtlanmasına karşın hâlâ içeride tutulmasına…
…çalıştıkları (çalıştığı) TV kanalındaki haberlerde karşı çıkmasını rica ettiğimizde buzdan bir donuklukla karşılamıştı önerimizi, ricamızı.
Ama ateş düştüğü yeri yakıyor hesabı; şimdi bakıyorum da bir zamanların yakışıklısı, mesleğinde star olanlar (olan)…
…iki meslektaşımızın Balbay’a reva görülen kimi suçlamalarla tutuklanmasına şiddetle karşı çıkan ateşli demeçler veriyorlar, veriyor!
Oysa basın özgürlüğü bugün olduğu gibi iki yıl önce; adı var varlığı yok, iktidarın siyasal amaçlarına hizmet vermek için sahneye koyduğu Ergenekon davasında… ipe çekildi!
***
İki yıl önce gazeteciyi gazetecilik gereği tuttuğu notlarla, montaj belgelerle darbeci diye damgalayan AKP zihniyetine koşut hukuksal anlayışa uyan…
…hüküm giymemesine karşın gazetecileri darbeci diye savunmaktan geri duranlar asıl basın özgürlüğüne darbe vuranlardı. Vurandı!
Balbay’ı, Özkan’ı, diğer birçok gazeteciyi Silivri’ye kapatan demofaşizmo zihniyetin kuralları, bugün Nedim Şener’e, Ahmet Şık’a, Doğan Yurdakul’a, Prof. Yalçın Küçük’e uygulanıyor.
Artık sadece bugünü değil, dünden bugüne yürüyen olayları dikkate alarak, tek hedefin dün de bugün de basın özgürlüğüne darbe vurmak olduğunu savunmak… içeride yatan arkadaşlarımızı savunmak gerekiyor.
Basın bir ağız olmazsa…
…Silivri’ye daha çoook meslektaşımızı yolcu ederiz!

Timsahın Gözyaşları! -Cüneyt Arcayürek

 Timsahın Gözyaşları!

Önce Başbakan Yardımcısı Arınç ve Kültür Bakanı Ertuğrul Günay gözaltı olaylarından üzüntü duyduklarını
 açıkladılar.
İki gazeteci tutuklandı. Bu kez iktidar sahnesinde Çankaya’daki AKP’li ile, TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin göründü.
Çankaya’daki “kamu vicdanında kabul görmeyen bazı gelişmelerden” söz ediyor.
Tabii diyor; “yargının, hâkim ve savcıların işine karışılmaz!”
Oysa Çankaya’dakinin asıl derdi, gazetecilerin tutuklanmasından öteye, bir başka:
“Bu hal” diyor, “Türkiye’nin geldiği ve herkes tarafından takdir edilen görüntüsünü gölgeliyor”.
Bu vurgulamayı yapmaya özen gösterdiğine göre, demek ki Çankaya’daki AKP’li, Türkiye’nin öncelikle demokratik yaşamda geri kalmış Ortadoğu ülkelerine artık model ülke diye salık verilemeyeceğimize yanıyor.
Yargı erkinin, insanların ve kurumların onur ve hukuklarının zedelenmesine yol açmayacak biçimde davranmalarını umut etmiyor. Kişi ve kurumların onur ve hukuklarının zedelenmemesini “bekliyor”.
Ne ki beklentisine yanıt aynı gün Ergenekon savcısı Zekeriya Öz’den geldi: “Bize kimse emir veremez!”
Cumhurbaşkanı’nın kaygıları görsel basında yer alır almaz, -televizyon gazeteciliği ağzıyla söyleyeyim- kameraların karşısına geçen TBMM Başkanı (hukukçu) Şahin de değerli görüşünü gazetecilerin tutuklanmasına üzüldüğünü söyleyerek açıklamaya başladı.
Çankaya’dan sonra, Meclis Başkanı’nın üzüntüsü de medyada ön plana alındı ve lakin; gazetecileri eleştiren, “hırsız ciğerini söküp almaya gelmişse soracaksın ne suç işledin diye” cümlesi ıska geçildi.
Şimdi eğri oturup doğru konuşalım.
AKP iktidarının 8 yıldır medyaya reva gördüğü baskılardan sonra:
AKP’nin Çankaya’dan TBMM’ye ve bakanların söylemlerini timsahın gözyaşları diye yorumlamak gerekmiyor mu?
***
Çankaya’daki Adalet Bakanı Sadullah Ergin ile baş başa uzun bir konuşma yaptıktan sonra kaygısını özetleyen demeci veriyor.
Nedense aynı titizliği iki üç yıldır gözaltına alınan; tutuklanan, tutukluluk süreleri yıllardır cezaya dönüşen 61 gazeteci için göstermedi Çankaya’daki AKP’li.
Kamuoyu vicdanını sarsan tutuklamalar için… mahpushanede ölenler için… ne için içeride yattıklarını bilemeyenler için de dün sergilediği duyarlılığı göstermedi.
Adalet Bakanlığı’nın bir yasanın kimi maddelerini öne sürerek, ceza yememiş, iki-üç yıldır tutuklu olan gazeteci Mustafa Balbay ile Tuncay Özkan’a hücre-tecrit cezası uygulanmasını yadsımadı. Yasa ise yasa değiştirin diyemedi!
Çankaya’daki, iç ve dış medyada, kamuoyunda geniş tepkilere neden olunca son gözaltılarla tutuklamalar… kaygı duymuş.
Oysa hükümetten gelen, bugünü dünden hazırlayan, bir kez daha görüşülmesi için Meclis’e geri gönderemediği, şak diye onayladığı yasaların, son anayasa değişikliğinin eseridir bugün vardığımız nokta.
Balyoz’du, Ergenekon’du, fark etmez. Tahliye kararı veren yargıçları başka illere süren… yerlerine tahliyeleri reddeden yargıçlar atayan genişletilmiş Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu’nun marifetlerine ses çıkarmadı Çankaya’daki…
Yargının siyasallaştığını Çankaya’dakinden başka duymayan kalmadı. Türkiye’de de dışarıda da…
Çankaya’daki genel bir yorum yaparak, hükümeti uyaracağı, basın özgürlüğü üzerine kara bir şal örten uygulamaları eleştireceği yerde…
…içeriye dışarıya şirin görünme amacıyla bardağı taşıran damla, son gözaltı ve eleştirilerden kaygı duyduğunu söylemekle yetiniyor.
Ha, Başbakan mı ne diyor: “Bırakın hâkimler savcılar işlerini yapsınlar!”
***
Ergenekon savcısı iki gazetecinin meslekleri gereği veya yazdıkları kitaplar nedeniyle tutuklanmadıklarını, “açıklayamayacağı deliller” nedeniyle içeriye alındıklarını söylüyor.
Savcı Öz böyle diyor ama aynı gün iktidar yanlısı bir iki gazetenin sütunlarında örneğin Odatv sahibi, neyin ne olduğunu açıklama olanağından yoksun tutuklu Soner Yalçın’la ilgili belgeler dans ediyor.
İlk soruşturmanın gizliliği yine rafa kaldırıldı. Savcılıktaki ifadeler aynı gazetelerde yer alıyor.
Yıllardır Ergenekon sanıklarına uygulanan yöntem, yine işbaşında.
İddianame yazılıp açıklanmadan tutuklananların suçlu diye damgalanmasını isteyen mekanizma yine işliyor.
Timsahın gözyaşları sütunlarda!