29 Temmuz 2011 Cuma

KÜRT SORUNU’NU KEMALİZM ÜRETTİ YALANI “Yobazın-Liboşun Kürt Sorunu Çarpıtması” - Sinan MEYDAN


Cumhuriyet tarihi yalancıları, Türkiye’nin bugün yaşadığı bütün sorunların olduğu gibi “Kürt Sorunu” diye adlandırılan “Ayrılıkçı Kürtçü Hareketin” de Kemalizm’in “yanlış politikalarından” kaynaklandığını ileri sürmektedirler. Onlara göre, Atatürk eğer Türk Devrimini gerçekleştirmeyip Türk Ulus Devleti’ni kurmasaydı, Osmanlı’daki haliyle Kürtler asla sorun olmayacaklardı!
Bu güdük tez, bugün yobaz-liboş ve tatlısu solcusu entellerin en çok rağbet ettikleri tezlerden biridir. Ama diğer tezleri gibi bu tezleri de temelsizdir, çürüktür, yanlıştır, yalandır…
Mesele onların iddia ettiklerinden çok ama çok başkadır.
Şöyle ki: “Kürt Sorunu”, daha doğrusu “Ayrılıkçı Kürtçü Hareket”, Osmanlı’nın klasik çağı diye bilinen Yükselme Donemi’nden, yani 16. yüzyıldan beri devam eden bir sorundur. Çok daha önemlisi, Kürt aşiretlerini “sorun” haline getiren de bazı Osmanlı padişahlarının ve devlet adamlarının öngörüsüz ve yanlış poltikalarıdır.
“Atatürk Kurtuluş Savaşı sırasında Kürtlere özerklik sözü vermişti” diye yalan söyleyerek bugün Ayrılıkçı Kürtçü Harekete tarihsel dayanak arayan Cumhuriyet tarihi yalancılarına, ben gerçek bir tarihsel dayanak vereyim.Alsınlar onu kullansınlar!
Osmanlı’nın Kürt Politikası

24 Temmuz 2011 Pazar

Lozan'ın 84.yıldönümü

İnönü'nün 50. yılda yaptığı konuşma...
1973
Lozan Barış Antlaşması görüşmelerinde Türk heyetinin başkanı İsmet İnönü, Cumhuriyet'in ve Lozan Barış Antlaşması'nın 50. yıldönümü dolayısıyla Türk Tarih Kurumu'nca 23 Ekim 1973'de düzenlenen konferansa katılmış ve "İstiklal Savaşı ve Lozan" başlıklı bir konuşma yapmıştı.
İnönü'nün bu konuşmasını Lozan Antlaşması'nın 80. Yıldönümü dolayısıyla yayınlıyoruz...

Sevr Alçalışı, Lozan Onuru...

Türkiye, ulusal değer ve kazanımların kıyasıya törpülenmek istendiği bir süreçten geçiyor. Karamsar olunması, geleceğe ilişkin ülkesel kaygıların duyulması için her türlü neden var. Ama yurttaş olmanın bilincini taşıyan idealistler, “Kemalist” devrim yolundaki dirençlerini sürdürüyorlar.

Lozan’ın 88. yıldönümünde görünen odur ki, siyasal arenanın aldatıcı koşullarında; dışa bağımlı, emperyalizme tutsak ve yurttaşlık coşkuları zedelenmiş yığınsallık yaratılmıştır. Cumhuriyetin toplumsal dokusunda bulunan “sosyal devlete” dayalı ekonomik yapı liberal vahşetin insafsızlığına bırakılarak aydınlanmanın kültürel aşamalarından da geri dönülmüştür.

Kurtuluş Savaşı’nı yadsıyıp sonra da Lozan’a bakarak, “hezimetten” konu açan karşıdevrimcilerle “üniter devlet” yapısına karşıt ayırımcı cephe beraberce ortadadır. Bunlarca Sevr, yenilenmek istenilen bir amaçtır. Lozan ve Cumhuriyet düşmanları bu noktada, “Resmi tarihi irdelemek ve demokrasiyi yerleştirmek için eleştirel bakış” savıyla kasıtlı bir bilenmişlik içindedirler.

Evrensel ant
Türkiye, Lozan’da hukuken tanınan evrensel bir “ant” çerçevesinde kurulmuştur. “Tam bağımsızlık” ilkesiyle; sömürgeciliği, kapitülasyonları, devletlerarası eşitsizliği ve içteki hıyanetleri silkip atan antlaşmanın adı; Lozan’dır. Lozan, yönetsel ve ekonomik vesayet altında olmayı kesen ve Atatürk’ün tanımlamasıyla, “Tarihte misli görülmemiş bir hesaplaşmanın” görkemli sonucudur.

24 Temmuz 1923 günü imzalanan Lozan Antlaşması, kimilerince tartışılmak istenilen konudur. 1923-1950 yılları arasını kapsayan Cumhuriyet dönemini alabildiğine eleştirenlerin, siyasal ganimetler elde ettiği bu ülkede Lozan temelini baltalamak, şaşmaz uğraştır. Oysa ki, Nâzım Hikmet’in “Kuvayı Milliye” destanında: “Bir müthiş ve kutsal macerada/ön safta, en ön sırada /şahlanıp ölesi geliyor insanın..” dizelerinde anlatımını bulan olağanüstü bir kalkışma, dış basın diliyle, “ateşler içinden yeni bir devlet doğuyor” saptaması yapılan bir diriliş ve dünya devrim tarihinde yer eden bir ihtilalin ucundaki diplomatik başarı, Lozan’da amacına erişmiştir.

Lozan, Hitit ve Mısırlılar arasında barış için yapılan “Kadeş” Antlaşması’nı izleyen en geçerli ve uzun ömürlü yazılı barış uzlaşmasıdır. Lozan Ant-laşması, bir ulusun “yedi düvele” karşı can pahasına kazandığı bir mücadelenin evrensel nitelikli hukuk belgesidir. Lozan, “mazlum halkların” zulme kafa tutuşuna öncülük eden direnç sayfası ve “Sevr” alçalışının sindiremediği yükseliş gururudur.

Kurtuluşumuzun koşullarını bilmek ve anlamak istemeyenlerin, Lozan’a nesnel yaklaşımları da olanaksızdır. Lozan sonrası ülkemiz anayasalarında korunan devrim öğelerini çekiştirmek, sarsmak ve dışlamak amaçlarıdır. Lozan’da maddi temelleri atılan Cumhuriyetle, karşıdevrimci ve bölücülerin didişmesi bu yüzdendir. Lozan karşıtları, olayları kendisine özgü koşullarda görmeyenlerdir. İnönü meydan savaşlarıyla, “Sakarya” ve “Dumlupınar’ı” hiçe sayanlardır. İlerici ve toplumcu kavramları bir kenara bırakarak, hanedanlık özlemini andıran oligarşiye “biat” edenlerdir.

Lozan’dan sonra kurulan devrimci Cumhuriyet; kula kulluk yapan gelenekleri kaldırmıştır. Yine Lozan’dan sonra, siyasal erkte özgürlük, ekonomide kamuya yararlı atılımlar, sosyal ölçekte uygarlaşma ve kültürel anlamda ulusal değerleri özümsemek vardır.

Siyasal düşüncelere demokratik hak ve olanak tanıyan öncü sistemin adı Kemalizmdir. Esasında Lozan’a Anadolu ihtilalinden kudret alarak giden güç, en demokratik ölçüt olan ulusal iradeden esinlenmiştir. Diğer taraftan Kemalist anlayış, çok partili yaşamı da asla yasaklamamıştır. 1925 ve 1930’lu yıllarda “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası” ile “Serbest Fırka” demok-ratik ortamdan yararlanmışlardır. Ama Cumhuriyet ve devrim ilkelerini yadsıyan tutumlarına karşın rejim yasal önlemlerini de almıştır. Karşıdevrimci ve bölücülerin kısa süreli bir durgunluktan sonra 1945 yılında yine rejim tarafından özendirilen demokraside takındıkları içtensiz ve kötücül işlev sonuçlarını bugünlerle birlikte değerlendirmek gerekmektedir.

Sonuç

Tüm olumsuzluklara karşın, Lozan’dan alınan güçle kurulan halkçı-devrimci Cumhuriyete inananlar; emperyalist sarkmalara ve ülke bütünlüğünü parçalamak isteyenlere karşı yine dimdikler.

Lozan Antlaşması’nın yıldönümünde Atatürk’ün deyişiyle “Ulusun ters dönmüş alın yazısını yenen” İsmet İnönü’yü saygıyla anıyor, Sevr’e karşı Lozan’ı koruyup kollamanın yurttaşlık sorumluluğu olduğunu bir kez daha vurguluyoruz.

Ertuğrul Kazancı

11 Temmuz 2011 Pazartesi

Gözaltılar, tutuklamalar devam ediyor… peki, dokunulmazlık dosyalarına sıra ne zaman gelecek? - Ali Eralp

Her gün yeni bir deprem yaşıyoruz. Her gün yeni bir kasırgayla uyanıyoruz. Ortalık yangın yerine döndü.. Ortalık cangıl ormanı… At izi ile it izi birbirine karıştı.

Eski PKK’lı katiller, ruh hastaları, onur yoksulları şimdi el üstünde.
Aslanları çakallara boğduruyorlar.
PKK ile canı pahasına mücadele veren ve “milli irade” ile seçilen Engin Alan içeride. Hain muamelesi görüyor. Partisi MHP de unuttu onu. Ama son Türk devletini yok etmeye çalışan, 40 bin kişinin katili APO, İmralı Turistik tesislerinde devlet başkanı gibi ağırlanıyor. Görüşmeler yapılıyor onunla. Adam her hafta avukatları aracı ile emirler, direktifler yağdırıyor tüm Türkiye’ye.
Söz konusu Ergenekon, Balyoz olunca ne teğmen, ne general; ne ordu komutanı ne paşa dinliyorlar. Tuttukları gibi ensesinden atıyorlar içeriye. Ordu, emekli, muvazzaf onlara vız gelip, tırıs gidiyor.
Evrensel olması gereken hukuk ülkemizde, özelleştirildi artık. Özel savcılar, özel yargıçlar, özel mahkemeler oluşturuldu. Hukuk, hukuk olmaktan çıktı. Guguk oldu.
Şu sıralar yurdumuzda dört hukuk türü var:
Birincisi “”Habur hukuku, ikincisi Silivri ve Hasdal hukuku, üçüncüsü Deniz Feneri hukuku, dördüncüsü dokunulmazların hukuku.
“Habur hukuku”nda hukuk adamları seyyar mahkemeler kurarak, dağlardan inen teröristlerin ayaklarına değin gitti. “Teröristler rahatsız olmasın, tepkiler çıkmasın“ diye mahkeme salonlarından Atatürk posterlerini, Türk bayraklarını kaldırdılar.
Silivri ve Hasdal hukukunda tedbir olarak kullanılan tutuklamalar cezaya dönüştü. Tüm kanıtlar çürütüldüğü halde hâlâ yurtseverler içeride.
“Deniz Feneri Hukuku” ise kaplumbağa hızı ile yürüyor.
Deniz Feneri yöneticisi Mehmet Gürhan’a 5 yıl 10 ay hapis cezası vererek, Alman mahkemesinin nice zaman önce sonuçlandırdığı dava bizde ancak üç yıl sonra açılabildi ve ne hikmetse, Ergenekon, balyoz davalarında basına yüzlerce belge sızdıran yetkililer, bu davada medyaya tek belge vermediler.
Bir de dokunulmazların hukuku var Türkiye’de: Cemaat, cemaat yanlıları, iktidarın uşaklığını yapan taraf medya, dokunulmazlık zırhına bürünen milletvekilleri bu gruba giriyor.
Başbakan “yemin krizi”nde CHP için “Tükürdüklerini yalayacaklar” dedi. Ama aynı suçu işleyen, bir de üstüne üstlük Kürdistan Parlamentosu kurarak hem Türkiye Büyük millet Meclisine, hem Türkiye Cumhuriyetine ve yasalara meydan okuyan PKK’nın sivil kanadı BDP’ye aynı sözleri söylemedi. Söyleyemedi. Çünkü onlar dokunulmazların hukuku içerisindedirler.
Türkiye’de bugün İnsanı insan, toplumu toplum yapan değer yargıları ayaklar altına alınmış durumda. Hallaç pamuğu gibi atılıyor.
“Ben namusluyum, dürüstüm, ben “ak”ım demekle kimse namuslu, dürüst ve ak olmuyor, olamıyor.
Hak, hukuk, din, iman, yardımlaşma, bölüşme, kardeşlik, eşitlik sözcüklerini dillerinden düşürmeyenler, kendi yaşantılarında da bu değerlere bağlı kalmalıdırlar.
Her şeyden önce insan özü, sözü ve davranışları ile bir bütünlük göstermeli, söylenenle yapılanlar birbirine uymalıdır.
En güzel ölçü, mihenk taşı elbette yaşamdır. Yaşamın kendisidir. Pratiktir. “Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz” sözü boşuna söylenmemiştir.
Bugün Büyük Millet Meclisinin raflarında, AKP’li milletvekillerinin soruşturmasını bekleyen yüzlerce dosya bulunmaktadır. Bunların arasında, sahtekârlıktan karşılıksız çeke, uyuşturucudan hırsızlığa ve eşe şiddete kadar pek çok iddia yer almaktadır.
Yeni hükümette görev alan İçişleri Bakanı İdris Naim’in zimmet, kalpazanlık; Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu’nun zimmet ve sahtecilik; Tarım bakanı Mehdi Eker’in görevi kötüye kullanma suçlarından dosyalarının olduğu söylenmektedir.
Bunlar iddiadır, ama Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’in kesinleşmiş “intihal” (aşırma) suçu iddia değildir. “Öğretmenlik yapamaz” kararı verilmiştir hakkında. Şu AKP’nin işine bakın ki “öğretmenlik yapamaz” kararı verilmiş, suçu kesinleşmiş bir kişiyi milyonlarca öğretmenin, öğrencinin başına bakan olarak getirmiştir.
Kendilerini “sütten çıkmış ak kaşık” gibi görenler, hapishaneleri muhalifleri ile dolduranlar, herkesi darbecilikle, ihanetle, şikecilikle suçlayanlar, yürekleri yetiyorsa önce kendi dokunulmazlıklarını kaldırıp, adalet önünde hesap versinler. Temize çıkıp, gerçekten “ak” olsunlar…
Dokunulmazlık size milletin hakkını hukukunu özgürce savunasınız diye verilmiştir. Özgürce suç işleyesiniz diye verilmemiştir.
Boynunda yolsuzluk, rüşvet, görevi ihmal, sahtecilik suçlarının levhası asılı iken, hiçbir inandırıcı kanıt ileri sürmeden bir kimsenin bir başkasını darbecilikle, dolandırıcılıkla suçlama hakkı yoktur.
Sizler de yargıç önüne çıkıp, suçsuzluğunuzu kanıtlayın. Ne dersiniz? Sizler de Silivri, Hasdal tutsakları gibi eğilip bükülmeden, mırın kırın etmeden, dimdik savunmanızı yapabilir misiniz?
Becerebilir misiniz bunu, başarabilir misiniz?
Hem onların hem kendi duruşmalarınızın görüntülerini de televizyonlardan canlı olarak tüm Türkiye’ye gösterin. Yayınlayın. Halkımız, kimin suçlu, kimin suçsuz olduğunu anlasın.
Yüreğiniz yetiyor mu? Var mısınız?

Ali Eralp

9 Temmuz 2011 Cumartesi

TÜRKİYE, KEMALİST DEVRİMLE YENİDEN KURULACAKTIR…-ALİ ERALP

Mustafa Kemal Atatürk, 19 Mayıs 1919’da Samsuna çıktığı gün Türkiye’nin genel durumunu şu sözlerle tarihe not düşmüştü: “1335 (1919) senesi Mayısının 19’uncu günü Samsun’a çıktım. Genel durum ve görünüm: Osmanlı Devletinin de içinde bulunduğu bağlaşık devletler grubu Dünya Savaşında yenilmiş. Osmanlı ordusu her yanda zedelenmiş, koşulları ağır bir Ateşkes Anlaşması imzalamış. Büyük Savaşın uzun yılları boyunca, ulus yorgun ve yoksul bir durumda. Ulusu ve yurdu Genel Savaşa sürükleyenler, kendi başlarının kaygısına düşerek, ülkeden kaçmışlar. Padişahlık ve halifelik makamında bulunan Vahdettin, soysuzlaşmış, yalnız kendisini ve tahtını güvenceye bağlamak düşü arkasında, alçakça yollar araştırmakta. Damat Ferit Paşa’nın başkanlığındaki hükümet, güçsüz, onursuz, korkak, yalnız padişahın isteklerine uymuş ve onunla birlikte kendilerini koruyabilecek herhangi bir duruma boyun eğmiş.(Söylev Cilt I-II, H. Veldet Velidedoğlu, Çağdaş Yayınları)
Ordunun silah ve cephanesi alınmış ve alınmakta…”
Mustafa Kemal Atatürk, Kurtuluş Savaşına başlarken, yirminci yüzyılın başında Türkiye’de genel durum buydu. Peki, yirmi birinci yüzyılın başında genel durum ve görünüm nasıl? Bu günkü koşullar, o günkü koşullardan daha mı farklı? Daha mı iyi? Halkımız daha mı mutlu? Özgür, bağımsız, uygar bir ülkede mi yaşıyoruz? Bu sorulara vereceğimiz yanıt, tek sözcükle “hayır ” olacaktır.
Türkiye’nin bugünkü ortamının, Osmanlının son döneminden pek farklı olmadığını, hatta Osmanlının işgal yıllarından daha da kötü olduğunu, azıcık kafası çalışan herkes anlayabilir, görebilir.
Günümüzde “Ordunun silah ve cephanesi elinden alınmıyor” ama komutanları alınıyor. Komutanlar zindanlarda. Tutsak. Yabancı güçler tarafından değil, kendi güçlerimiz tarafından esir alınmış. Böyle giderse “silah ve cephane”nin alınmasına da sıra gelecek, Irak’ta, Afganistan’da olduğu gibi…
Yargı bağımsızlığını yitirmiş. Siyasallaşmış. Hükümetin emrine girmiş. Kim iktidarı eleştiriyorsa, kim kirli çamaşırlarını ortaya koyuyorsa, kim tam bağımsızlıktan ve ulusalcılıktan yana olup, ABD’ye, cemaatlere ve etnik bölünmeye karşı çıkıyorsa, soluğu içeride alıyor. Milletin iradesi ile seçilen milletvekilleri bile hâlâ mapusanede.
Dün Kürt Nemrut Mustafa Paşa’lar, Malta sürgünleri vardı; bugün Ergenekon’lar, Balyoz’lar, Hasdal’lar, Silivri’ler, Beşiktaş’lar var.
Güneydoğu’da yönetim PKK’lı bölücülerin eline geçmiş. “Kurtarılmış bölgeler” oluşturulmuş. Her gün askerimiz, polisimiz şehit ediliyor. Hükümet çaresiz, güçsüz. Caniler ellerini kollarını sallayarak dolaşıyorlar. Polis seyrediyor. Ordu seyrediyor. Devlet kapalı kapılar arkasında katilerle, terör örgütüyle pazarlık yapıyor…
Kürtler kendi meclislerini kurmuşlar. İki parlamento var şimdi Türkiye’de. Birisi Kürdistan parlamentosu, öteki Türk parlamentosu. Birisinin başkenti Ankara, ötekinin Diyarbakır. Kürdistan Meclisi çalışmalarına başladı bile.
Cumhuriyet, devrim ve Atatürk düşmanı Şeyh Sait’i anma törenlerinde kahramanlaştırıyorlar. Türkiye’yi Şeyhler, müritler, mensuplar ülkesi yapmaya çalışıyorlar.
Yani ülkenin bölünmesi, Atatürk Devrimlerinin ve cumhuriyetin yıkım süreci tamamlanmak üzeredir.
Bu ihanet yolculuğu, bu kötü süreç ancak bir devrimle önlenebilir: Kemalist bir devrimle. Türkiye’yi yeniden yapılandırma görevi gelip, kapımıza dayanmıştır. Önümüzde duran yakıcı görev budur.
20. Yüzyılın başında emperyalizme ve yerli uşaklarına karşı nasıl bir mücadele verilmişse bugün de aynı yol ve yöntem izlenecek, Türkiye, tüm Kemalist kurumları ile yeniden kurulacak, emperyalizmin zincirleri yeniden kırılacaktır.
Ama böyle bir mücadele babadan kalma, köhne devrimci yöntemlerle başarıya ulaşamaz, ulaştırılamaz. 1945’lerden bu yana sol sadece laf üretmekle, muhalefetçilik oyunu oynamakla yetinmiştir. Sol kendisini muhalefete mahkûm etmiştir.
Krizlerin çözümü devrimle olur. Devrim ise ancak “iktidar mücadelesi ile gerçekleşebilir. Aslolan bir ömür boyu muhalefette kalmak değil, iktidar için mücadele etmektir…
Muhalefete mahkûm olmak, devrimci mücadeleyi dört duvar arasına hapsetmek, direnişlerden ve eylemlerden uzak, her şeyi laf kalabalığı ile sadece konuşarak, eleştirerek çözümlemeye çalışmak, yani kısaca “dedikodu muhalefeti” ile yetinmek, vakit öldürmekten başka bir şey değildir. Bu ülkeyi Cumhuriyet yıkıcılarından, vatan satıcılarından kurtarmak istiyorsak eğer, iktidar olma mücadelesine halkımızla birlikte yürütmek zorundayız. Ancak bu yolla “sözde muhalefet”in yerine “gerçek muhalefeti” geçirebiliriz.
CHP, önce aralarındaki tekke, tarikat, cemaat, PKK ve ABD sempatizanlarını temizlemeli, Atatürk düşmanlarına yol verip, Altı Oka sahip çıkmalıdır. Sonra da halkın arasına karışmalıdır.
İşçiler karda kışta zalime, zulme direnirken; öğrenciler, öğretmenler, memurlar gazlı, coplu saldırılara uğrayıp, yerlerde sürüklenirken, tekmelenirken siz seyirci kalamazsınız. Meclisin dört duvarı arasında, grup toplantılarında ahkâm kesemezsiniz. Dünyada hiçbir iktidar lafla yıkılmamıştır, lafla kurulmamıştır. Lafla yürüse peynir gemisi yürürdü.
Mustafa Kemal’ler, Lenin’ler, Castro’lar, Chavez’ler düşüncelerini, görüşlerini eylemlerle birleştirdikleri için, yani kısaca teori-pratik bütünlüğünü sağladıkları için başardılar.
Burada bilinmesi gereken temel gerçek şudur: (Altını çizerek yazıyorum.) Bu pervasız gidişe, Cumhuriyet yıkıcılığına ve talan düzenine “dur” diyecek tek güç halktır, halkın örgütlü gücüdür. Kitleleri demokratik direnişlere, eylemlere yönlendirecek, onların direncini arttıracak güç ise toplumun devrimci, demokrat, ulusal öncüleridir. Öncüler, önce kendi aralarında bütünleşecek, sonra da en geniş cephede halkı birleştirmek için kolları sıvayacaklardır. Ordu, millet dayanışması sağlanacak, “Erzurum, Sivas Kongreleri” yeniden yapılacaktır.
Yüzde 1’lik, 2’lik “ahbap çavuş partileri, particilik oynamaktan vazgeçeceklerdir.
Devrimci mücadele sandığa kilitlenemez. Günlerden beri, ABD emperyalizminin ve işbirlikçilerinin denetlediği, yönlendirdiği seçimle yatıp, seçimle kalkıyoruz. Elbette iktidar mücadelesinde seçim de önemli bir unsurdur, ama tek unsur değildir. Tek mücadele yöntemi değildir.
Mustafa Kemal Atatürk Samsun’a çıktığında yanında sadece halk ve birkaç yurtsever komutan vardı…
Ali Eralp

3 Temmuz 2011 Pazar

KUZULARIN SESSİZLİĞİ… - ALİ ERALP

Yedi yıl önce, 12.04.2004 tarihli Cumhuriyet gazetesinde şunları yazmıştım. Bir bölümünü aşağıya yeniden alıyorum:
“Türkiye bugün büyük bir tehlikeyle karşı karşıyadır. Ama ulusal kesim ve geniş yığınlar henüz bu gerçeğin bilincinde değiller. Siyasal İslamcıların elinde sevgili yurdumuz bir ”kurtlar sofrasına” dönüştürüldü. Keskin dişli, yırtıcı tırnaklı kurtlar, kuzuları yiyerek yaşamlarını sürdürüyorlar. Bir grup dinci, tarikatçı mutlu azınlık ”aksırıncaya, tıksırıncaya kadar” işkembesini doldururken; milyonlarca insan yoksulluk, açlık sınırının altında çile dolduruyor. Ama toplum sessiz, ulusal güçler sessiz, ne yazık ki kuzuların sessizliği devam ediyor.
Aziz Nesin geçmişte şunları söylemişti: ‘… Şimdiye dek olduğu gibi, şimdi de haber veriyorum, önceleri yavaş yavaş, ağır ağır, adım adım kötülük uçurumuna doğru giderken, gittikçe hızlanarak, şimdi koşar adım gidiyoruz. Olacak toplumsal depremin uğultularını duymaktayım. Çevremizde aptal aptal suçlu aramayalım. Aynaya bakalım. Aynamız yoksa bir durgun suya bakalım. Orada suçluyu göreceğiz. İş işten geçtikten sonra ‘Kendim ettim, kendim buldum’ demenin hiçbir yararı yok…’ (Aziz Nesin, Bir Tutam Aydınlık)
Yine o yıllarda Cumhuriyet’te yayınlanan “Siyasal İslamcı Faşizmin Ayak Sesleri…” başlıklı yazımda sessiz ve derinden gelen “şeriatçı tehlike”ye dikkat çekmiştim. Devrimci, demokrat arkadaşlarla soluğumuzun yettiği, sesimizin çıktığı kadar uyarı görevimizi yerine getirmeye çalışmıştık.
O yıllarda ılımlı İslam Ürkek, çekingen adımlarla, korkak davranışlarla yol alıyordu. Mezarlıktan geçerken kendine cesaret vermek için ıslık çalan insanlara benziyordu. Arada bir de ”Beni izleyen var mı, engellenebilir miyim” diye dönüp arkasına bakıyordu.
Daha çok takıyye (gizleme) yöntemi ile götürüyordu işi. Yani ne orduya ne yargıya kafa tutabiliyordu.
O zamanlar kamu malları, fabrikalar yeni yeni satılmaya başlanmıştı. Medya bu denli yalakalaşmamıştı. Mütareke basını gibi hareket etmiyordu.
Sözün özü, vakit erkenken İslamcı faşizmin önü kesilmeliydi. Kesilemedi. Olmadı.
Daha sonraları yine 3 Şubat 2009 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan “Tehlikenin Farkına ne Zaman Varacağız?” başlıklı yazımda uyarı görevimi sürdürmüş ve şunları yazmıştım:
“Siyasal İslam ülkemizde iktidarı ele geçirdi. Ama dilediği dört dörtlük şeriatçı düzeni henüz kuramadı. Önünde bazı engeller var. Bunların temizlenmesi gerekiyor. Şu sıralar tüm yurdu dikensiz bir gül bahçesine dönüştürebilmek için tüm gücünü ortaya koyuyor. ABD, AB desteğinde, Kemalist kurumlara ve kişilere savaş açtı. Sendikacılar, gazeteciler, parti yöneticileri, komutanlar gözaltına alınıyor. Tutuklanıyor. Evleri, iş yerleri didik didik aranıyor. Amaç, halkın en çok güven duyduğu Silahlı Kuvvetleri yine halkın gözünde küçük düşürmek, zayıflatmak, etkisiz duruma getirmek; ulusalcıları, antiemperyalistleri baskı altına alarak korkutmak, yıldırmak, onlara gözdağı vermek… Böylece şeriatçı yapılanmaya giden yolda önüne çıkabilecek engelleri ortadan kaldırmak.
Bu mücadelede siyasal İslamcılara en yakın desteği neoliberaller, İkinci Cumhuriyetçiler veriyor. Tutuklamalar, gözaltılar, ölümler karşısında neredeyse zil takıp oynayacaklar. Vatanı için canını ortaya koyan kahramanların ölümüyle “kafalarını kurşuna çarpanlar” diye alay ediyorlar.

ÜLKEDE TSUNAMİ VAR
Bu gidişle 1.inci dalga, 2.inci dalga, 11.inci dalga derken ne komutan kalacak, ne gazeteci, ne bilim adamı ne sendikacı ne de partili… Dalgalar yükseliyor. Büyüyor. Apartmanların boyunu geçti. Ülkede tsunumi var. Kimsenin kılı kıpırdamıyor.
Ortadoğu ve Orta Asya medeniyetleri uzmanı Dr. Khazai, Türkiye’nin İran’dan ders alması gerektiğini belirterek şunları söylüyor: “Kürklü zengin kadınlar, öğrenciler, sözde aydınlar sokaklarda mollalar için destek gösterileri yapıyorlardı. Devrimden sonra hepsi ülkeden kaçtı. İran rejimi Türkiye için bir ders olmalı…” (Yavaş Yavaş Gelirler, Cumhuriyet, Elçin Poyrazlar, 18.08.2007)
Yine İranlı kadın yazar Tara da “Başlangıçta başımızı örtmeyi şaka gibi karşıladık. Kara çarşafı giydiğimizde iş işten geçmişti. Keşke bizim önümüzde daha önceden yaşanmış bir İran, bir Cezayir örneği olsaydı!” diye uyarıyor…
Geçmişte bunları yazmıştık.
İlhan Selçuk Ağabey’in sık sık tekrarladığı gibi “Yine haklı çık, keşke haklı çıkmasaydık…”
O yıllardan bu yana köprülerin altından çok sular aktı. Çok şey değişti. 2004’lerde eleştirisini yaptığımız, engellenmesini istediğimiz, kuşku duyduğumuz siyasal İslamcı hareket,  şimdi bize bir nostalji gibi geliyor…
2003-2004’lerde siyasal İslam faşizmi henüz emekleme dönemindeydi. Bugün olduğu gibi Cumhuriyete, 1923 Devrimine cepheden saldıramıyordu. Altan Tan’lar Cumhuriyet düşmanı Şeyh Sait için “anma törenleri” düzenleyemiyordu. İstiklal Mahkemelerine “Katiller” diyemiyordu.
Kimse kapı arkalarında terörist başı ile pazarlık yapamıyordu. Kimse PKK ve APO’yla bu denli içli dışlı, can ciğer kuzu sarması değildi. Kimsenin yatak odası dinlenmiyordu. İzlenmiyordu. Generaller ensesinden tutulup, adi suçlular gibi götürülmüyordu
İşimiz biraz daha zorlaştı. Ordu tarafsızlaştırıldı. Yargı siyasallaştı. Devlet kurumları teslim alındı. Bölücüler, şeriatçılar, neoliberaller ve emperyalizm şimdi sarmaş dolaş, kucak kucağa…
Şu içinde yaşadığımız karanlık günlerin tarihini tarihe şimdi bir kez daha düşelim: 2011 yılının Temmuz ayındayız.
Evet, işimiz daha zorlaştı. Ama hiçbir koşul, hiçbir ortam Ulusal Kurtuluş Savaşı koşullarından daha kötü olamaz. Olsa bile “devrimcinin kitabında umutsuzluk, karamsarlık yazmaz.”
Mücadelemiz devam ediyor. Kurtuluşa kadar da devam edecek. Mustafa Kemal Atatürk’ün “Bursa Nutku” devrimci yolumuza ışık tutacak, güneş olacak…
AKP yüzde 50 oy da alsa diken üzerine oturmuştur. Ekonomik, sosyal, siyasal zorluklar, yokluklar yoksulluklar, krizler, bütçe açıkları onu beklemektedir. Üretim durmuştur. Din istismarı, sadaka ekonomisi biriken sorunlara çare olamayacaktır.
Satıla satıla kamu malları tükenmiştir. Deniz bitmiştir. Yalan bitmiştir. 3 perdelik seçim oyunu bitmiştir.
Artık eylem zamanıdır. Direniş zamanıdır.
Yeter ki kuzuların sessizliği devam etmesin.
Yeter ki MHP, elinden tutup kaldırmasın AKP’yi, düştüğü yerden…

ALİ ERALP