23 Eylül 2011 Cuma

Büyük Taarruz'un 89. Yılında Genel Durum ve Görünümümüz..(4) - Tülay Hergünlü

 “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” derdin;
Biz ise yıllardır iç barışı sağlayamadık! Kardeş kardeşi vurdu! Tam düzeldik derken PKK terörü ortaya çıktı… Yetmezmiş gibi komşularımızla da aramızı bozduk. Dün “kardeşimiz, dostumuz” dediğimiz Suriye ve Libya bugün “tu kaka” oldu… İsrail ile neredeyse boğaz boğaza geleceğiz… İşi gücü bıraktık, Gazze ve Filistin için mücadele ediyoruz. Başbakan diyor ki, Filistin Devleti tanınmalı… Yıllardır Kıbrıs için uğraşırız tek bir Allah’ın ülkesi tanımadı, ama dert değil, önemli olan Filistin tanınsın. Zaten K.Kıbrıs halkı da artık bizi tanımıyor…”Ayşe tatilden dönsün !” diyorlar…
Şimdiler de Arap Baharı (!) yaşıyoruz, Muasır Medeniyetin öncüsü Avrupa Birliği (AB)  nin pabucu dama atıldı. Neden mi? Çünkü Amerika Birleşik Devletleri (ABD), “sen BOP’ un eş başkanısın, İslâm âleminin öncüsü ol, oraları Osmanlı toprağı sayılır, sen oralarda top koştur, Yeni Osmanlıcılık oyna, ne işin var AB’ de” dedi…Biz de yüzümüzü Arap’a döndük…  
“BOP’ da ne? Diye soruyorsun, anlatayım;
BOP’ un açılımı, Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi, Mimarı ise ABD’dir… Türkçesi ise içinde bizim de olduğumuz bu coğrafyayı “Böl ve Yönet” politikasıdır… ABD, Ortadoğu’yu yeninden tanzim ediyor. Demokrasi getireceğim bahanesiyle önce Ortadoğu’yu karıştırıyor, sonra işgal edip, kadın, çocuk demeden vuruyor, yakıyor, yıkıyor… Bunun için biz de yardım ediyoruz. ABD, topraklarımızda ki üslerini kullanıyor…
Senin zamanında dünyanın jandarması İngiltere idi, şimdi ABD oldu…
Büyük Atatürk; Yaklaşık 40 bin vatan evladını teröre kurban verdik... BOP dâhilinde Türkiye’yi etnik köken olarak parçalama peşindeler… Cumhuriyetimizi kurma mücadelesi verdiğin yıllarda, Anadolu’da peş peşe isyan çıkartanlar bugün “kahraman”(!) olarak anılmakta… Onların torunları meclise girdi… Türkiye’den toprak talepleri var. Şimdilik” özerklik” diyorlar; Yersen! tabii… Elebaşlarını içeri tıktık ama adam sanki dışarıda gibi örgütünü yönetiyor… Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne  “Yol haritası” bile gönderebiliyor...
İktidarımız, içinde ne olduğunu bilemediğimiz, kimine göre “Kürt”, kimine göre de “demokratik” denilen bir  “açılım” başlattı. Ülke topraklarında her gün kan akıtan caniler, sınırdan davul zurna ile Türkiye’ye girdiler… Devletin hâkimleri, savcıları ayaklarına gitti… Bundan cesaret bulan örgütün parti mensupları; “Anayasa’nın değiştirilemez ilk üç maddesini kaldırın” demeye başladılar. “Türk Bayrağı’nın yanında bizim de bayrağımız olsa fena mı olur?” dediler, “Kendi dilimizde eğitim istiyoruz,  Türkiye’de iki resmi dil konuşulsun”, “Kendi polisimiz, askerimiz, kendi gelirimiz olsun” dediler,  parti tüzüklerine “ özerklik” maddesi koydular… Güneydoğu’da Türk bayrakları yakılıyor, ayaklar altında çiğneniyor…
Cumhuriyetin savcıları neredeler? Diye soruyoruz ama…
Acaba Cumhuriyet Savcılığı’ndan “ Cumhuriyet” unvanını kaldırsak mı? Ne dersin?
Ne acı ki koskoca Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin mensupları, başbakanın özel görevlileri, örgüt başıyla pazarlık masasına oturabiliyor…
30 yıldır başımıza bela olan terör örgütü bizi K. Irak’tan vuruyor. ABD askeri onları koruyor. Bizim askerimizin başına ise çuval geçiriyor… Terör kampları sınırımızın hemen ardında; Terörist giriyor, vuruyor ve dönüyor… Biz ise sadece hava harekâtı yapabiliyoruz, kara harekâtı için ABD’ den icazet almamız gerekiyor…
Kuzey Irak’a girmek için neden ABD’den icazet alacaksınız, K. Irak nerede ABD nerede?” diye sorduğunu duyar gibiyim. Haklısın… Ancak Okyanus ötesindeki ABD bizim sınır komşumuz oldu... Türkiye’ye rağmen burada bir sözde “Kürdistan Devleti” oluşturdu. Hedefinde Türkiye, İran ve Suriye’deki sözde Kürt bölgeleriyle birleşip “sözde “Büyük Kürdistanı” inşa etmek var… Bu nedenle “Giremezsin!” diyor, biz de giremiyoruz…
Esasında kara harekâtını da nasıl yapacağız bilemiyoruz. Zira ordunun neredeyse tüm üst düzey komuta kademesini içeri tıktık… Artık kalanlarla idare edeceğiz de, harekâta giriştiğimiz zaman orada birilerini bulabilecek miyiz? İşte bu konuda emin değiliz…
Neyse… İçeride vatan evlatları ölüyormuş ne gam! Bizim için varsa yoksa Gazze ve Filistin. K. Irak’a giremiyoruz ama Başbakanımız Gazze’ye girmeye niyetleniyor… Bir kez girmek istedik İsrail ordusu müdahale etti, Mavi Marmara kana bulandı, 9 ölü verdik… Olsun! Gazze’ye feda olsun! Yaşasın Filistin! Kahrolsun İsrail! “One minute” yani…
Musul ve Kerkük’te onlarca soydaşımız katlediliyor, Çin, Uygur Türkleri’ ne soykırım uyguluyor, başbakanımız da tık yok. Varsa yoksa Filistin ve Arap kardeşliği… Sanki geçmişte İngiliz ile birlik olup Osmanlıyı arkadan vuran bu Araplar değilmiş gibi…
Filistin, İsrail ve Arap Baharı konusunda nasıl bir oyunun içine çekildiğimizi de bilemiyoruz…
Başbakanımız yine ABD’ ye gitti… (Bu kaçıncı gidişi artık saymaktan vaz geçtik…) Gündeminde terör yok, Filistin’in Birleşmiş Milletlerce tanınması talebi var, İsrail var… Gerekirse İsrail ile savaşır mışız!
“Sen önce Irak’a gir de şu terör kamplarını yok et, içerideki örgüt mensuplarını yakala, terör örgütünün ABD ve AB’ deki desteğini engelle, para musluklarını kes… Yapabiliyorsan bunları yap! Sana ne Filistin’den, Arap Baharından, İsrail’den! Sen önce kendi ülkenin iç işlerine bak!” Diyoruz ama dinletemiyoruz…
Başbakanımızın son ABD gezisinde ne oldu biliyor musun? ABD Başkanı Obama bizimkinin sırtını sıvazladı ve “Filistin devlet olarak tanınamaz” dedi… Nasıl bir politik başarı ama?
İki günde sekiz evladımızı teröre kurban verdik. En küçüğü 18 en büyüğü 31 yaşında…
Başbakan ABD’ de Filistin’e arka çıkıp İsrail’e babalanıyor, Cumhurbaşkanı ise Almanya’da efeleniyor, gündem değiştirmeye çalışıyor… İkisinin de terör belası umurunda değil…
Bu nasıl bir dış politika anlayışıdır? Ne gururumuz kaldı, ne de onurumuz!
İçeride ise tepkisiz bir halk olduk! Neredeyse Aziz Nesin’e rahmet okutacağız…
Anaların gözyaşları dinmiyor ama başka analar Fenerbahçe’nin maçına gidiyor… Binlerce şehit anası, evlatları için gözyaşı dökerken, 50 bin civarındaki ana, Fenerbahçe maçıyla coşuyor… Aşka geliyor… Keşke binlerce ana tribünlerde şehit anaları için bir dakikalık saygı duruşunda bulunsaydı, keşke binlerce ana, evlatları için gözyaşı döken şehit analarına destek için yürüseydi, onları ziyaret etseydi, çiçekler sunsaydı… Kendisi de bir ana olan Berna Laçin onlara öncülük etseydi… Ne kadar anlamlı olurdu değil mi?
Hani o Kurtuluş Savaşı’nda çocuğunun üstündeki örtüyü alıp, merminin üstüne örten analarımızın ruhu bir gün ayağa kalkar mı sence, ne dersin?
***
Büyük Atatürk, sen ki dünyanın önünde saygıyla eğildiği bir devlet adamı ve askerdin. Uyguladığın onurlu ve haysiyetli dış politika ile yabancı devlet adamlarını ayağına getirttin… 20. Yüzyılın en büyük mucizesi senin eserin olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ dir. Sen Cumhuriyetimizin tapusunu kanla, canla, söke söke elde ettin ve üzerine de Lozan’da dünya devlerine imza attırdın… Ama biz senin hemen ardından boyun eğme siyasetlerini hayata geçirerek bugünlere geldik… Dış politikada sözümüz geçmiyor… Onurlu ve haysiyetli bir dış politika uygulayacak devlet adamlarına (pek azı hariç) sahip olamadık… NATO’ da etkimiz yok… Akdeniz’e bile sahip çıkamıyoruz. Bit kadar Rum yönetimi, İsrail ile birlik oldu, ABD’nin şirketine ait sondaj gemisi ile petrol arıyor.
Biz mi?
“Gerekeni yapacağız”(!) Belki de en büyük hatayı NATO’ya girmekle yaptık. NATO demek ABD demek ve biz yıllardır elimizi verdiğimiz ABD’ den kolumuzu kurtaramıyoruz. …“Marshall yardımı” ile başlayan flörtümüz evlilikle noktalandı. Tamam, belki o yıllarda şartlar bunu gerektiriyordu ama aradan neredeyse 60 yıl geçti. Dünya değişti, Türkiye değişti…Artık boşanmamız gerek ama bir türlü boşanamıyoruz.… Nitekim şimdi de Malatya’ya füze kalkanı kuruluyor. ABD ile hükümet ikili bir anlaşma imzalamış… Kimileri ABD İran’ı vuracak diyor, kimileri ise İsrail’e koruma kalkanı inşa edilecek diye fetva veriyor. Her kafadan bir ses çıkıyor. Senin kurucusu olduğun parti, bu anlaşmanın geçersiz olduğunu, Meclis ’den onay alınması gerektiğini söylüyor ancak iktidarın umurunda değil. Bir devlet büyüğümüz , “ Gerek yok, ikili anlaşmalar yeterlidir, geçmişte de bu tarz işler ikili anlaşmalarla halledilmiş” dedi…
Ve biz biliyoruz ki Büyük Atatürk;
Bizi bu ikili anlaşmalar mahvetti!

Devam edecek…

Tülay Hergünlü

'Güzel Amerikalı'nın Mandacılığı... - İlhan Selçuk

Okurum Rıza Aksay " Güzel Amerikalı " adlı kitabımdan birkaç sayfayı kesip yollamış...
" Güzel Amerikalı " 1965'te -şaka değil, 40 yılı aşkın bir süre önce- basılmıştı...
Uzun sayılabilecek bir kuşbakışı Amerika gezisinin ürünüydü...
Kitabın " Amerikancılık Akımı " başlığı altındaki bölümünden kimi satırları aktarıyorum.
*
"Tarih büyük bir hocadır...
Önünde diz çöküp ders almasını bilene çok şey öğretmeye hazırdır...
Türkiye'de bugün memleket olarak kendimizi teslim ettiğimiz Amerikancılık akımı da Türk tarihine bakmadan anlamı kavranabilecek bir sorun değildir..."
Yazı bundan sonra Milli Kurtuluş Savaşı'ndaki "Mandacılar" ı ele alarak sürüyor:
"Mandacılar, Atatürk Anadolu'ya geçtiği zaman en güçlü gruptu. Çünkü İstanbul'un okumuş yazmışlarından çoğu bu grupta birleşiyorlardı.
Ne diyorlardı:
- Asri (modern) bir millet ve devlet haline gelebilmek için lüzumlu para, ihtisas (uzmanlık) ve kudrete sahip değiliz. Böyle bir Türkiye'yi ancak 'Yeni Dünya' nın kabiliyeti vücuda getirebilir."
*
"Atatürk daha başlangıçta 'Amerikan himayesinde bir Türkiye' fikrinin karşısında açıkça cephe almıştır.
(Atatürk'ün) En yakın arkadaşları arasında bile Amerikan güdümüne girmeyi kurtuluş yolu sayanlar vardı.
O zamanlar İstanbul'daki okumuş-yazmış takımının temsilcisi olarak Kara Vasıf ve Bekir Sami Beyler ve Halide Edip Hanım, Amerikan mandası zorunluğunun Mustafa Kemal tarafından kabul edilmesi için çalışıyorlardı."
*
Atatürk Amerikan mandasını kurtuluş yolu gibi görenlere şu müstehzi suali sordu:
"- Lehimize bu kadar şerait (şartlar) dermeyanına müsait bulunacak olan Amerika Hükümeti, bu şekildeki mandaterliği kabul etmesine, yani buna katlanmasına karşılık Amerika namına ne gibi faydalar ve menfaatlar temin etmiş olacaktır?"
*
" Atatürk, Amerikancılık akımını yendi. Ata'nın yaşadığı sürece bir yabancı devletin koltuk altına sığınmak fikrini kimse ağzına alamamıştır. " (Güzel Amerikalı, sayfa 126, 1965, İstanbul)
*
Aradan bunca yıl geçtikten sonra Türkiye'nin bugünkü hali yalnız düşündürücü değil, ibret vericidir...
Gazi Mustafa Kemal, Milli Kurtuluş Savaşı'yla Türkiye'yi kurtardı...
Ne var ki Türkiye bugün mandacıların elinde, iktidarında; ülkenin tapusu neredeyse Amerika'nın cebinde...
Kırk yıldan bu yana aklı başında yurtseverlerin mücadelesi boşa mı çıktı?..
Amerikancılık zafer mi kazandı?..
Mandacılık ağır basıyor...
Etnikçilik ve dincilik mandacılıkla ittifakında ülkeyi avuçlarına mı aldı?..
Soruların yanıtını sizler verin...

İlhan Selçuk

Laiklik Ne Değildir ki?

Tanıdığım çoğu laiklerin İslam dinine ve inançlarına saygılı olduğunu biliyorum da siyaset sahnesinde İslamı savunan ve Müslüman Kardeşler’e “laiklikten korkmayın” güvencesini veren politikacıların, laik yurttaşlarını neden dinsizlikle kınadığını açıklamakta güçlük çekiyorum.

Sayın Başbakanımızın Arap Baharı’nın yaşandığı ülkelerde “laiklik” üzerine söyledikleri iç ve dış basında yankılar yaptı. “Bizim laiklik anlayışımız Anglosakson bir laiklik veya Batılı anlamda bir laiklik değildir” vb, eleştiri konusu olan bazı görüşlerinin çeviri hatası sonucu yanlış anlaşıldığı açıklandı. Araplar “laiklik” kavramını “la dini” (din dışı) veya “ilmaniyye” (dinsizlik) olarak çevirmiş olabilir. Bu yüzden beğenilmemiştir, sanırım. Biz de çeviremedik, olduğu gibi alalım dedik ama doğru telaffuz edemediğimiz için “laiklik” ile “layiklik” arasında takılıp kaldık. Kolay okunamadığı için sözcüğün Frenkçesi iki noktalı “ï” ile “laïcité” yazılıyor. Alfabemizde bu harf olmadığı için iki sesli arasına “y” koyunca laiklik oldu “layiklik”. “Kavram” layik’e doğru kaydı ama hiç değilse kolay okunuyor.

Araplar haklı, Frenkçe kavram, doğrudan dinle imanla değil, kentsoylu toplum töresinde tam yurttaş sayılmayan kadın-kız, kul-köle, köylü ve göçebelerin hak ve özgürlüklerini kazanmasıyla ilgili. Frenkler bu değişimden yana olan dünya görüşüne “laiklik”, ideolojisine “laikçilik” demişler. Bir kültür devrimi olan Cumhuriyetimiz laikliği benimseyip anayasasına koydu ama Katolik Kilisesi’nin ve Sünni İslamın “Laiklik dinsizlik, laikler dinsizdir” yargılamasından kurtulamadı.

Anılardan bir yaprak

Körber Vakfı’nın 3. Türk-Alman Sempozyumu’nda (Bonn, 1997), Almanya’daki Milli Görüş Başkanı ve temsilcisi Dr. Mehmet Erbakan yöneticiye şöyle sordu: “Bizi buraya neden çağırdınız ki? Biz Türk değil, elhamdülillah Müslümanız.” (1)

Olayın basına sızması üzerine, bir TV kanalından canlı bir münazaraya davet edildim. Dr. Mehmet Bey gelmedi. Prof. Hikmet Sami Türk’le Türk-İslam konulu bir kimlik sohbeti yaptık. Uzayıp giden kimlik tartışmalarının özünde “laiklik” sorunu var. Dinsiz olduğu iddia edilen laikler İslamiyeti kabul eder de “Milli Görüş”çülerin bir kanadı var ki laikliği ve Türk kimliğini bir türlü içine sindiremiyor.

Aydınlar Ocağı’nın “Türkiye’nin Meseleleri Görüşü” (2) ile DPT’nin “Milli Kültür Planı” (3) üzerinde birkaç arkadaşımla birlikte derlediğimiz “Türk-İslam Sentezi” (4) dosyasının temelinde yine “laiklik” sorunları yatıyordu.

Laiklik sorunları

Adını koymak, bilmek için gerekli ama sorunu anlamaya ve çözmeye yeterli olmuyor. Arapça “irfan” (bilgi/kültür) kökünden gelen “tarif”i tanımlamak zordur. “Dil ile tarif olmaz” diyen bir sözümüz de var. Çünkü tanım, benzerleri kapsamalı, farklıları dışlamalı. Kimimiz laiklik kavramını dini cemaatlerin ya da “milletlerin uluslaşması” süreci olarak anlarken kimileri laik Türkiye Cumhuriyeti’ni bir İslam Cumhuriyeti’ne dönüştürme hakkı / hürriyeti olarak görüyor. Görmekle kalmıyor, soruyor: “Laik devlet eşit mesafede durmayacak mı bütün inançlara? Biz, şeri hukuk altında yaşamak istiyoruz. Anayasaya, babayasaya ne gerek var? Kuranıkerim neyimize yetmiyor?” Sayın Başbakanımız: “Benim gibi (kimlik) referansı İslam olan Müslümanlar, laik bir devleti başarıyla yönetebilir” demişler. Burada iki değerli bir mantık ve iki yanlı bir politika var: Kimi yandaşlarının “laiklik dinsizliktir” inancını beslerken laik yurttaşlarına “Laiklik dinsizlik değildir” uyarısını yeniliyor. Gerçekten “laiklik dinsizlik değildir” ama laikliğin dinsizlik olduğunu ya da daha açıkçası, “Müslümanların laik, laiklerin Müslüman olamayacağını” savunanlar kimler? Modern sonrası medyatik bir demokrasiye açılan toplumumuzun yarısı bu sözleri duymaktan memnun, hatta mutlu olabilir. Ancak, rahmetli Cevat Memduh Altar’ın yıllarca önce Cumuhuriyet’te yorumladığı gibi, “Demokrasi, yalnızca topluma istediklerini vermek (popülizm) değil, istemesi gerekenleri (kültürel farklara saygılı ve sorumlu bir varlık bilinci) kazandırmaktır!” Öyleyse?..

Laiklik ne değildir ki?

Başlığı böyle koydum. Çünkü balina ile filin uçmadığını söylemek, memeli olduklarını belgelemekten daha kolaydır. Özetle, tanıdığım çoğu laiklerin İslam dinine ve inançlarına saygılı olduğunu biliyorum da siyaset sahnesinde İslamı savunan ve Müslüman Kardeşler’e “laiklikten korkmayın” güvencesini veren politikacıların, laik yurttaşlarını neden dinsizlikle kınadığını açıklamakta güçlük çekiyorum.

Halis muhlis bir Batı kavramı olan “laiklik” ilkesini, sözlüğümüzde olmayan “layiklik”e doğru kaydıran çelişkiler yumağı belki bir Bektaşi kıssası ile özetlenebilir.

Baba Erenlere sormuşlar: “Laik misin?”

- Allah layığını versin! O nasıl soru öyle? (5)

Bozkurt GÜVENÇ
1) Güvenç, B. - Demirel’e Yazdıklarım (Büke, 2005, 261-86).

“Laiklik Nedir, Ne Değildir?” Kültürün abc’si (YKY, 2011, 58-61).

2) Ergin, M. - Aydınlar Ocağı’nın Türkiye’nin Meseleleri (A.O., 1975).

3) DPT, Milli Kültür Planı (İhtisas Komisyonu Raporu, DPT, 1983).

4) Güvenç ve Arkadaşları, Türk-İslam Sentezi Dosyası (Sarmal, 1992)

5) Güvenç, B. - Güldüşün Fıkraları. (Remzi, 2000, 49). http://www.bozkurtguvenc.info

22 Eylül 2011 Perşembe

Çiçek Ve İnsan - İlhan Selçuk

Ruhat Mengi’ nin Sabah’taki köşe yazısı beni uzun uzun düşündürdü; doluya koydum almadı, boşa koydum dolmadı.
Okurlarını uyarmış Mengi:
”Bazı uyanık çiçekçiler, ödediğiniz paranın onda biri etmeyecek çiçekler gönderiyor veya hiç göndermeyebiliyor. Çiçeği aldığınızda mutlaka teşekkür edin ve kötü bir çiçekse, çekinmeyin, bunu da biraz anlatın. Siz göndermişseniz alınıp alınmadığını, nasıl bir çiçek olduğunu karşı tarafa sorun.”
Vay sen misin bunu yazan!.. Çiçekçilerden değişik tepkiler gelmiş, kimisi çiçek göndermiş, kimisi saldırganlaşmış; Çiçekçiler Odası Başkanı aramış, Uluslararası Çiçekçilik Kurumu devreye girmiş.
Güzel bir meslek dayanışması; ama, şu ya da bu bakkalın hile yapması bütün bakkalları ayağa kaldırır mı?..
Gazetecinin görevi gerçeği yazmaktır.
**
Anadolu göreneklerinde çiçeklerin kendine özgü dilleri var; fulya aşkın sona erdiğini, badem çiçeği baharı, küpe çiçeği çılgınlığı, hanımeli sakıncalı ilişkileri, akasya inceliği, menekşe sevecenliği, karanfil ateşli aşkı, fulya sevdanın bittiğini, şakayık utancı, zakkum ölümü, yasemin tensel tutkuyu, ful çiçeği içten bağlılığı, gelincik teselli duygusunu, beyaz karanfil uzaktan aşkı, sümbül sevinci vurgular.
Peki, bu çiçekler günümüz insanlarına ne söylüyorlar?
Osmanlı şairi kaç yüzyıl ‘gül’ üzerine ne dizeler döktürdü. Ahmet Haşim’ in karanfile ilişkin dizeleri, duyguları yeniledi:
Yarin dudağından getirilmiş
Bir katre alevdir bu karanfil,
Ruhum acısından bunu bildi.
Ya gül için ne diyor Haşim:
Bir gamlı hazanın seherinde,
Israra ne hacet yine bülbül?
Bil kalbimizin bahçelerinde,
Can verdi senin söylediğin gül.
**
Çiçek, doğada değil, ama, insan ilişkilerinde susuzluktan kuruyor mu?.. Şarlo’ nun ”Asri Zamanlar” filmine bir sayfa daha mı ekleniyor?.. Makineleşen ilişkilerin duygusuz dişlileri arasında eziliyor mu çiçekler?..
Patron sekreterine buyuruyor:
- Şehnaz Hanım’a çiçek yollayın!.. Şöyle pahalı tarafından olsun!..
Sekreter Hanım telefonu açıyor:
- Alo, çiçekçi mi?..
- Buyrun!..
- Şehnaz Hanım’a çiçek gidecek, şöyle okkalı bir karma sepet yapın!..
- Neler koyalım?
- Canım ben mi bileceğim, siz bu iş için para alıyorsunuz, güzel bir şey yapın işte!..
**
Letafet Hanım, bahçesinde özene bezene yetiştirdiği çiçeklerden bir sabah makasla kestiklerini, komşusuna nasıl sunardı?..
- Gülün mevsimidir..
- Sağ olun komşum!..
Letafet Hanım nerede?.. Toplumda kaç Letafet Hanım kaldı?.. Yaşam değişti, insan ilişkilerinde duygu alışverişini de örgütleyen piyasa, çiçek trafiğinde sevdayı, dostluğu, yakınlığı fiyatlara bağladı.
Ama, bu örgütlenmede piyasanın kurallarını bozan çiçekçiler çoğalırsa ne olur?..
İlişkiler de bozulabilir!..
Cenazelerin ve düğünlerin arttığı günlerde çiçekçiler iyi satış yaparlar; insanların birbirlerini daha çok sevdikleri anlamına mı gelir bu?..

İlhan Selçuk

Mayıs Gülü - İlhan Selçuk

Evin önündeki erik ağacı nisanda çiçeklenince, tarifsiz duygulara kapılmıştım. Ardından penceremin önündeki kırmızı mayıs gülü tomurcuklanıp açtı.
Bakakaldım…
”Ayın ondördü” nü gecenin laciverdinde her görüşünde insan neden şaşırır.
Doğadaki yinelenmenin yenilenmesindeki gizem ne?..
**
Bir gün, Muzaffer Erdost, bir İngiliz tekerlemesi söylemişti:
Bir kadeh viski içtiğim
zaman
Bir başka adam olurum
O bir başka adam
Bir kadeh viski ister.
Ben bu tekerlemeden bir yazı türetmiştim; sanırım ”Japon Gülü” adlı kitabıma da aldım o yazıyı:
Bir kadını sevdiğim
zaman
Bir başka adam olurum
O bir başka adam
Bir kadın sevmek ister
Kurguyu sürdürelim:
Bir kitap okuduğum
zaman
Bir başka adam olurum
O bir başka adam
Bir kitap okumak ister.
**
Yinelenmenin yenilenmesindeki gizemin yasası, bu tekerlemenin içinde değil mi?
Erik ağacı çiçeklendiği
zaman
Bir başka insan olurum
O bir başka insan
Erik ağacının yeniden çiçeklenmesini ister.
Bir dörtlük daha:
Mayıs gülünü kokladığım zaman
Bir başka insan olurum
O bir başka insan
Bir mayıs gülü koklamak ister.
**
Zamanın akışı içinde, değişimin itici gücünü insanın benliğinde körükleyen doğadır.
1923 Devrimi demokrasiye dönüşemedi. Çokpartili rejim sürecinde, karşıdevrim başkalaşması, kırk yılı aşkın bir süreden beri yaşanıyor. Bu çelişkinin çatışma evrelerinde, kimi zaman, umutsuzluğa varan karamsarlıklar ortalığı sardı. Ancak 2000′e doğru, halkın ve aydınların ortak nabzı, yeniden birlikte atmaya başladı.
Cumhuriyet gazetesi bu uzun savaşımın hesaplaşmasında, nice darboğazdan geçerek bugüne vardı. Yıllardan beri söylediklerimizin doğruluğu bir bir ortaya çıkıyor; ama bu olgu yeterli bir mutluluk kaynağı olabilir mi?..
Hayır!..
Mutluluk ”karşıdevrim” e ”dur” diyen aydınlık güçlerin ülkede demokrasiyi gerçekleştirmesiyle duyumsanabilecektir.
Cumhuriyet’in işlevi budur; her sabah bu gazeteyi okumanın gizemini de bu tazelikle dile getirmek gerçekçiliktir:
Bir Cumhuriyet okuduğum
zaman
Bir başka insan olurum
O bir başka insan
Bir Cumhuriyet okumak ister.
Nice yıllara…

İlhan Selçuk

18 Eylül 2011 Pazar

Türk Tarihinin En Büyük Zaferi:Sakarya Meydan Muharebesi (23 Ağustos-13 Eylül 1921)

Türk tarihinin en sıcak temmuz ayı olarak vasıflandırdığımız 1921 yılı Temmuz ayında Yunan Kıralı Konstantin ve Prenslerin de Anadolu’ya geçerek başlattıkları büyük Yunan Taarruzunun elde ettiği önemli başarılar sonucu, 12-19 Temmuz arasında Afyon, Kütahya ve Eskişehir bölgelerinin düşman eline geçmesi nedeniyle, Türk Ordusu, Eskişehir’in doğusunda tutunmaya çalışırken Ankara iyice karışmaya başlamıştı. Meclis sorumlulardan hesap sorma peşindeydi. Pek çok milletvekili aynı yılın Şubat- Mart aylarında Londra’da yapılan ara görüşmelerde biraz daha toleranslı davranılmadığından pişmanlık duyuyordu. Çoğunluk bu maceradan kendini sıyırarak İstanbul’a dönmek ve büyük devletlerin verdiği kararlara uymak gerektiğine inanıyordu. En önemli konu da, Yunan Ordusunun ölümcül yürüyüşü karşısında ümidi kırılan Ordudaki, Asker kaçaklarının artmasıydı. Zaten az olan mevcut kuvvetlerin sayısı 20.000’in altına düşmüştü. Asker kaçaklarını durdurabilmek için çare olarak Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa; Meclise sunduğu bir teklifle İstiklal Mahkemelerinin (Kastamonu ,Konya, Samsun’da) yeniden kurulmasını istedi.
Fevzi Paşa Mecliste yaptığı konuşmada büyük bir sorumluluk örneği gösterdi: “Stratejik komuta hatalarına gelince,Genelkurmay Başkanı olarak onlardan ben sorumluyum, vereceğiniz cezayı şimdiden kabul ediyorum dedi ve “Ben ölümden korkmam,milletim uğruna seve seve şehit olmasını bilirim” diyerek yerine oturdu.(1) Hiçbir kurtuluş çaresi kalmamış gibiydi.Türk halkı tarihindeki en acılı ve en zayıf günlerini yaşıyordu.Tanrıdan başka hiçbir yardımcısı kalmamıştı. Maddi ve manevi bütün güçler düşmanların elindeydi.Türk tarihinde 1683 yılında Viyana önlerinden dönen “Maksimum güç çizgisi”, Temmuz 1921’de Minimum- sıfır çizgisine yaklaşıyordu. Bu çöküşü ancak bir “Mucize” durdurabilirdi.
İşte bu ümitsiz günlerde Türk tarafında yeni bir faktör devreye girdi. TBMM. kurucusu ve Başkanı, müstafi (istifa etmiş) bir general olan Mustafa Kemal; 17 Temmuz günü gece yarısına doğru Batı Cephesi Komutanına şu telgrafı gönderdi: “Şimdi yola çıkarak sizinle görüşmek istiyorum, acaba rahatsızlık verirmiyim?” Telgrafına Cephe Komutanı İsmet Paşa‘dan olumlu yanıt alınca cepheye hareket etti. 18 Temmuz saat 05.00de İsmet Paşa ile buluşup Karacahisar’daki komuta yerine gittiler. Durum kendisine anlatılınca Yunan Ordusunun manevra planını daha iyi anladı.Yunanlılar mevcut üç kolordularının ikisi ile, Afyon kuzeyinden Eskişehir’in doğusuna doğru bir kuşatma yaparak Türk kuvvetlerinin Ankara istikametinde çekilmesini önleyecek ve bulundukları bölgede imhasını sağlayacaklardı. M. Kemal komutanlara “Savaşı kaybetmişiz değil mi?” diye sordu.”Öyle görünüyor” cevabını alınca da ”Öyleyse işimiz Orduyu kurtarmak ve yeni bir mevzide hazırlanmak olmalıdır. Kademe kademe Sakarya gerisine kadar çekilmelidir.” Talimatını verdi.(2) Komutanlar kendisine bu kadar büyük bir arazi kesiminin savaşmadan düşmana terk edilmesinin Meclis ve Halk üzerinde büyük gerginlik yaratacağını, bunu göğüslemenin çok zor olacağını söyledikleri zaman da “ Biz askerliğin gereğini yerine getirelim sivil politik baskılara hep beraber karşı koyarız” cevabını verdi.
Mustafa Kemal Paşa bu çekilişle ilgili gerekçelerini kendi Söylevinde şu sözlerle anlatmaktadır.
“Ordu’yu Eskişehir kuzey ve güneyinde topladıktan sonra düşman ordusu ile aramızda büyük mesafe bırakarak çekilmek gerekir ki Orduyu derleyip,toplayıp güçlendirebilelim. Bunun için Sakarya doğusuna kadar çekilinmeliydi. Düşman hiç durmadan ilerlerse hareket üssünden uzaklaşacak ve yeniden destek örgütleri kurmak zorunda kalacak, her durumda ummadığı bir zorlukla karşılaşacaktı. Buna karşılık bizim ordumuz toplu bulunacak ve daha elverişli koşullar içinde bulunacaktı. Bu çekilişimizin en büyük sakıncası: Eskişehir gibi önemli yerlerimizi ve bir çok toprağımızı düşmana bırakmaktan dolayı kamuoyunda oluşabilecek iç sarsıntılardır. Ama az zamanda elde edebileceğimiz başarılı sonuçlarla bu sakıncalar kendiliğinden ortadan kalkacaktı. Askerliğin gereğini duraksamadan uygulamalı, başka türden sakıncalara hep birlikte karşı koymalıydık. (3)
Ankara’ya dönen Mustafa Kemal Paşa‘nın ne bilgi vereceğini herkes merakla bekliyordu. Aslında meclis aynı gaye ve aynı ideal uğruna mücadele eden homojen bir kitle değildi. Mecliste her ne kadar sadece iki grubun var olduğu görünüyorsa da, aslında hedef ve idealleri ayrı ayrı olan dört grup mevcuttu. Bilinen en önemli grup, İstanbul’a Saltanat ve Hilafete bağlı “Saltanat Grubu” idi. Bunlar ülkenin işgallerden kurtarılması için Mustafa Kemal Paşa ile çalışmayı, kurtuluştan sonra yeniden İstanbul’a, Halife Sultana bağlanmayı düşünüyorlardı. İkinci Grup eski İttihatçılardan oluşan ve doğacak ilk fırsatta Mustafa Kemal’i elimine edip Enver Paşa ve kaçak İttihatçıları davet etmeyi düşünen “Enver Paşa Grubu” idi. Üçüncü grup yurt içi ve yurt dışındaki Bolşeviklerden oluşan “Sosyalistler Grubu” idi. Yunan ilerleyişine karşı Kafkasya’daki “Kızıl Orduyu” davet etmek ve Anadolu’da bir “Sosyalist Cumhuriyet” kurmak istiyorlardı. Son grupta tamamen Mustafa Kemal‘e ve onun kurtuluş, tam bağımsızlık ilkelerine bağlı “İstiklal Grubu” idi. Ülkenin kurtuluşunun gelecek için yeterli olmayacağını, bir daha aynı durumlara düşmemek için ülkede “çağdaş reformların” da yapılmasının gerekli olduğuna inanıyorlardı.
Sakarya’da Yunan Ordusu’nun ölümcül yürüyüşünü durdurmaya çalışan Mustafa Kemal ve küçük ordusu (General Harington’un raporuna göre) iki ateş arasında idi. Bu ikinci ateş Enver Paşanın Bolşevik kuvvetleriydi(4) . Birinci tehlike batıdan yürürken, ikincisi doğuda bekliyordu. Bu arada kendileri(yani İngilizler) ve Sultan İstanbul’da pusuya yatmışlar, fırsat kolluyorlardı. Enver Paşanın hangi kuvvetlerin başında Ankara’yı kurtarmaya geleceği belli değildi. Bu kuvvetler sırf Ruslardan kurulu olmayıp Azeriler, Dağıstanlılar, Çerkezler gibi “kardeş askerlerden” oluşabilirdi. Böylece Enver Paşa “İkinci Harekat Ordusu” başında yine bir kurtarıcı olarak ortaya çıkmış olacaktı.(5) İstanbul’daki Müttefik Orduları Başkumandanlığından İngiltere Harbiye Bakanlığına 5.8.1921 tarihinde gönderilen şu şifre mesaj ilginç bilgiler vermektedir:
“19 ve 21 Temmuz arasında, Türk çekilmesinin ilk haberleri Ankara’ya ulaştığı sırada, umumi maneviyat bozuldu ve Mustafa Kemal, Fevzi (Paşa) ve Genelkurmay dışında herkes Bolşevik kuvvetleriyle Enver Paşanın dönmesini yaygarayla istemeye başladı. Transkafkasya’daki Kızılordu Kumandanı 20 Temmuz günü Kazım Karabekir’e yaklaştı ve İngilizlerin Yunanlıları desteklemesi karşısında kendisinin de ordusunun yardımını milliyetçilere sunmaya hazır olduğunu bildirdi. Millet Meclisi’nin gizli bir oturumundan sonra, şu şekilde yanıt vermesi için Kazım Karabekir’e talimat yollandı: Millet Meclisi Maverai Kafkas’taki Kızılordu Başkumandanına teşekkür eder. Bununla beraber Türkiye, teklif edilen yardıma şimdilik ihtiyaç duymamaktadır. Böyle bir yardım gerekli olursa, Türkiye, Kızılordu Başkumandanının değerli yardımlarından yararlanacaktır.Milli ordunun bütünlüğü korunabildiği sürece, Mustafa Kemal’in “Milli Misakı” terketmeye niyeti yoktur.“(6)
Cephe dönüşü Mustafa Kemal Paşa Meclis kürsüsünden yaptığı konuşmada “Cephede durumun düzeldiğini ve telaşa gerek olmadığını” söylemiş ve konuşmasını “Dört hafta sonra düşmanı yeneceğiz” sözleri ile tamamlamıştır. Tabii Meclis üyelerinin bu sözlere inandıklarını ve mevcut endişelerin giderildiğini söylemek mümkün değildi. Kimi mahzun gözlerle Mustafa Kemal’i dinlerken, kimisi kızgın kızgın söylendi, kimisi de dudaklarında alaylı bir gülüşle onu izliyordu. Mecliste faaliyete geçen muhalifler: “Nasıl olsa arkasında bütün Hıristiyan Batı Dünyası’nın teşvik ve desteği olan Yunan Ordusunu yenmek imkansız, Mustafa Kemal de bu işi başaramaz. Hiç olmazsa bu vesile ile ondan da kurtulmuş oluruz” düşüncesi ile; önce gizli gizli, sonra da açıkça Mustafa Kemal Paşa’nın Ordunun başına geçmesini istediler. Mustafa Kemal Paşa önce arkadaşlarına danışmak gerektiğini beyan ederek izin istedi, görüşmelerden sonra “Başkomutanlığı, ancak üç aylık bir süre için ve Meclisin bütün yetkileri ile birlikte verirseniz kabul edebilirim” cevabını verdi. Bu teklif üzerine yapılan uzun ve tartışmalı görüşmelerden sonra (5 Ağustos 1921 günü), salonda bulunan bütün milletvekillerinin oyları ile Başkomutanlığa atandı.
Başkomutan Mustafa Kemal çok önemli kararları, çok acele almak ve en önemlisi sayıları 20.000 e kadar düşmüş Türk Ordusunu yeniden toparlamak ve ilerleyen, 100.000’ i aşkın ve zafere alışmış dev bir düşman Ordusu karşısında tutunacak güç ve kudrete ulaştırmak mecburiyetindeydi. Böyle bir Orduyu kurup eğitmek ve yetiştirebilmek için en az 10 yıl lazımdı, oysa Mustafa Kemal Paşa’nın elinde sadece 10-15 gün vardı. Ancak o Ulusunun özelliklerini çok iyi bilen bir komutandı.7-8 Ağustos tarihlerinde yayınladığı, 10 adet “Milli Vergi Emirleri” ile ciddi bir seferberlik başlatarak Ordunun Lojistik ihtiyacını karşılamaya çalıştı. Bu emirlerle halktan yiyecek, içecek,giyecek ve yakacak ellerinde ne varsa %40’ ını paraları sonradan ödenme şartı ile, belge karşılığı bölgelerindeki Komisyon üyelerine teslim etmeleri isteniyordu. Bundan sonraki gelişmeler tamamen Türk halkının kendi özel vasıfları , toplumsal karakteri, inanç ve fedakarlıkları ile orantılı olmuştur. Gençler bu son savaş için Cepheye koşarken, kadın-erkek yaşlılar Orduya yardımcı olacak hareketler içine girmişlerdi. Bu Arada Mustafa Kemal atının ani bir ürkmesi ile attan düşmüş ve kaburga kemiği kırılmıştı. Buna rağmen 23 Ağustos sabahı Yunan Ordusu büyük taarruzunu başlattığı zaman, o Türk Ordusunun başındaydı.
Kabul etmek gerekir ki 22 gün süren Sakarya muharebeleri hem saldıran,hem de savunan taraf için çok zor geçmiştir.Yunanlılar Anadolu-İstanbul-Bizans-Ayasofya ‘yı ele geçirmenin yanında, “ 500 yıllık Türk hakimiyetinin öcünü almak ister” gibi bir hırsla saldırı üzerine saldırı tazelerken,Türkler de bir “var veya yok olma” mücadelesi veriyorlardı. Bu nedenle her iki taraf da üstün bir savaş tekniği ve sayısız kahramanlıklar göstermişlerdir. Biz burada vatan ve uluslarının menfaatleri için savaşan ve canlarını veren dost ve düşman her iki taraf insanlarına saygılı olma gereği duyuyor ve sadece bazı savaş anılarını okuyucularımızla paylaşmanın savaşın nasıl geliştiğini anlatmak için yeterli olacağına inanıyoruz.
“Biz bu kavgaya Başkomutanın şu parolası ile girdik:Hiçbir kıta,üst kumandanından emir almadıkça geriye çekilmeyecektir.Kanatları çevrilse, her tarafından sarılsa dahi, emirsiz mevziini terk eden bir birliğin kumandanı, üst komutanı tarafından derhal infaz edilecektir.(7)
“Muharebenin en kritik şiddetli günlerinden biri idi. Bir çok cephede top,tüfek,cephane kalmamıştı.Başkumandanlığa devamlı olarak “yokluk” haberleri geliyordu. Büyük ölçüde yiyecek sıkıntısı çekmeye başladık Birliklerimize haftalar boyunca bir sıcak yemek verme imkanı bulamamıştık.Çoğu kıtalarda kavrulmuş buğday (veya mısır) verebiliyorduk.Başkumandan kafasında bu yokluklara karşı çareyi bulmuş olmanın rahatlığı ile bizleri topladı.Yüksekçe bir yerdeydi, elini yumruk yaparak konuştu.
- Arkadaşlar:Düşmanı evvela tepelerde bir iki mermi ile oyalayacaksınız.Onların tepeye çıkıp gelmesini,yorulmasını bekleyeceksiniz.Tepe noktasının arkasına yerleştirdiğimiz birliklere süngü taktırarak bu yorulmuş, dili çıkmış düşmana saldırtacak, yok edeceksiniz. Kıtalarımızın da önünde olacaksınız.İşte size cephane yokluğunu telafi ettirecek yol. Bu vatan üzerinde yaşayan insan oldukça,hiçbir yokluk için feda edilmeyecektir.”(8)
“Sakarya Muharebesi bir subay savaşıdır.Bu muharebede şehit olan subay sayısı 245 tir. Birliklere örnek olması için subaylardan kurulu taarruz grupları yapmak zorunda kalınmıştı. Acemi ve savaş tecrübesi bulunmayan birlikleri böyle yetiştiriyor ve ateş hattına sürebiliyorduk.Bu manzarayı şimdi hatırlarken daima içim burkulur,gözlerim yaşarır. Subaylarının ateş hattına atıldığını gören o körpe çocuklar, “Allah! Allah!” diyerek elbette onların arkasından koşacaklardı.”(9)
“ Savaş sırasında düşman hatlarımızda tehlikeli bir gedik açmış, genişletiyordu.Bu gedik hemen kapatılmalı,düşman süngü hücumu ile geri atılmalıydı.İhtiyat kuvvetlerimizin kalmadığı cevabını verdiler.Yalnız Giresunlu (Topal) Osman Ağanın çetesi vardı.Onların da süngüleri yoktu.Paşa:”süngüleri yoksa bellerinde bıçakları vardır. Düşman üzerine atılacaklar ve onları eski yerlerine kovalayacaklardır” dedi. Bu kahraman çocuklar eğri bıçakları ile Yunanlıları eski yerlerine kadar sürmüşlerdir.”(10)
“Bir defasında Fevzi Paşanın ne yaptığını sordu:
Kuran okuyor, efendim dediler
Çağırın!
Fevzi Paşa geldiğinde şunları söyledi:
Efendim bir komutan ihtiyatları ile harbeder. Bir tek nefer ihtiyatım yok. İhtiyatımız senin itibarından ibaret. Onun korunması için Kuran okumaktan başka ne yapabilirim” (11)
“Kuvvetli Akıncı Gruplarımız düşman gerilerinde,bu saldırı kuvvetini durmadan ve başarılı bir şekilde taciz etmekteydi. Buna karşılık Yunanlılar Osmanlı Sarayı ve onun Sadrazamı Damat Ferit’le el ele vererek cephemizi arkadan vurma çabası içindeydiler. Çerkez Ethem ve kardeşlerini Haymana’dan Konya-Ankara istikametinde sokarak cephe gerisinde kargaşalık çıkaracaklarını öğrenmiş bulunuyorduk.Yunanlılar İnönü Muharebesi sonunda Çerkez Ethemi bir koz olarak kullanmak için kabul etmişlerdi. İşte şimdi bu düşüncelerini tatbik sahasına koymak istiyorlardı. Fakat aldığımız tedbirler bir şey yapmalarına imkan vermedi. Konya, Çumra ve Bozkır çevresinde İstanbul Hükümetinin teşviki ile Delibaş adlı bir sergerde Padişah ve Halife adına, vaktiyle Anzavur’un yaptığı hainlikleri tekrarlamak yoluna girmişti. En sıkışık anda cephede Yunanlılarla uğraşırken, cephe gerisinde de Padişahın, milletin esaretini hedef tutan hareketlerini söndürmekle uğraşıyorduk. Halk uyanmıştı, ihanetin kokusunu ırkına has sağ duyusu ile anlıyor, haysiyet ve namusu için didinen Milli Hükümetin saflarından ayrılmıyordu. Bu buhran ve ölüm kalım günlerinde bile İstanbul’un “Alemdar”,”Peyam-ı Sabah” gibi gazeteleri Delibaş ayaklanması ile Yunan ilerleyişini Ankara’nın düşüşü olarak alkışlıyorlardı.(12) Ancak kadın, erkek, çoluk, çocuk Türk Halkı bu son Türk devletini korumak için canını dişine takmış ve Anadoluda yüz yıllar süren hakimiyetinin sonunu getirmeyi önleyecek bir mücadeleye başlamıştı.
Sakarya Meydan Muharebesi 13 Eylül günü Yunan artçı birliklerinin Eskişehir-Afyon istikametinde uzaklaşması ve Türk öncü birliklerinin onları takibe başlaması ile sonuçlandı. Artık Yunan Ordusunun taarruz gücü kırılmış,sıra elde ettiği toprakları savunma gücünü kırmaya gelmişti. Bu zafer, Türk tarihindeki diğer zaferlere benzemiyordu. İsimlerini sık sık anmaktan gurur duyduğumuz büyük zaferler çoğunlukla Türk ulusunun kazançlarını azaltacak veya çoğaltacak karakterdeki zaferlerdi. Oysa Sakarya yukarıda detaylı olarak belirtmeye çalıştığımız gibi, Anadolu-Trakya’nın Türk ve Müslüman karakterini yok etmeyi amaçlayan bir muharebe, dönemin dev bir “Haçlı Seferi” idi. Bunun için savaşın Anadolu ve Dünya tarihi açısından etkisi büyük olmuştur. Bu zafer iç politikada bilinen İstanbul-Ankara anlaşmazlığını sona erdirdiği gibi, pek bilinmeyen Mustafa Kemal –Enver Paşa veya Mustafa Kemal-Lenin arasındaki ilişkileri de bir düzene koymuştur. Enver Paşa Mustafa Kemal’in elde ettiği inanılmaz başarı ile duygulanmış, Anadolu’ya gelmekten vazgeçmiş,yönünü Türk toplulukları istikametine çevirmiş; Lenin ve Kızılordu liderleri Anadolu’yu yardım bahanesi ile işgal etme fikrinden vazgeçip Ankara ile dostluk kurmayı tercih etmişlerdir.Bu amaçla 16 Mart 1921 tarihinde imzalanan Moskova Anlaşması ,13 Kasım Kars Anlaşması ile ve bütün Kafkas devletlerinin katılımı ile yenilenmiş,Fransa da diğer müttefiklerinden ayrılarak 20 Ekimde imzalanan Ankara Anlaşması ile Hatay hariç işgal ettiği bütün toprakları terk etmiştir.
Savaşın Dünya çapındaki en önemli etkisi:Emperyalist ülkeler sömürge halkları ve liderlerinin görüş ve düşüncelerinde oluşmuştur.Herkes şunu fark etmiştir ki “Emperyalizm artık durdurulamaz,yenilemez değildir” durdurulabilir ve yenilebilir.Anadolu’da genç bir general bunu herkese göstermiştir. Daha sonraki yıllarda bazı devlet kurucu liderlerin açıkça söylediği gibi: artık “Kemal Paşa onların kahramanı” olmuştur.
Yakından izlediğimiz şekilde Sakarya Zaferi tamamen Mustafa Kemal’in olağan dışı görüş,karar ve tedbirleri ile kazanılmıştır.Üstün Strateji ve taktik bilgi hakimiyeti ile mağlup olmuş bir orduyu eline almış,yetiştirmiş ve zafere götürmüş,en önemlisi de Anadolu’nun Hıristiyan yapılmasını önlemiştir.Bütün bunlara rağmen,günümüzde dahi ,dine daha fazla saygılı olduğunu iddia eden bazı kesimlerin bu gerçekleri hiç dikkate almadan “Mustafa Kemal düşmanlığı” yapmalarını anlamak biraz güç oluyor.Biz bunun tamamen cehaletten kaynaklandığına inanıyor ve başkaları ne derse desin iyi bir Anadolu ve Rumeli Müslüman’ının, her günkü ibadetinin bir bölümünde Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarına özel bir yer vermesi gerektiğine inanıyoruz. TBMM.nin kendisine bir şükran ifadesi olarak verdiği “Gazilik unvanı” ve “Mareşallik Rütbesini” fazlası ile hakkeden, yenik ve ezilmiş bir Orduyu yeniden ayağa kaldırıp Zafere ulaştıran, böylece ulusunun ve Anadolu’nun kaderini değiştiren bu büyük komutanı, şehit ve gazi arkadaşlarını büyük bir sevgi, saygı, rahmet ve minnet duygularıyla anıyoruz.

Dr.M.Galip BAYSAN

DİPNOTLAR :
(1) Falih Rıfkı Atay : Çankaya S.298 ( Bateş A.Ş.İstanbul-1984)
(2) Orgeneral Fahrettin Altay : On Yıl Savaş ve Sonrası (1912-1922),S.290 (İnsel Yayınları,İstanbul-1970)
(3) Atatürk : Söylev-2,S.446-447 ( TTK,Ankara-1978,7.Baskı )
(4) Eric Jan Zurcher : Milli Mücadelede İttihatçılık,s.229-230 (İstanbul-1987)
(5) Bilal N. Şimşir : Sakarya’dan İzmire,s.134-135 ( Ankara-1989)
(6) Aynı Eser, s.139-140
(7) Kur.Alb.Rahmi Apak :Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları,S.241 (TTK Ankara-1983)
(8) Orgeneral Asım Gündüz :Garp Cephesi Kurmay Başkanı,Hatıralarım S.78-80 (Haz. İhsan Ilgar,Kervan Yayınları,İstanbul_1973)
(9) Aynı Eser,S.80 ;Ünsal Yavuz :Atatürk,İmparatorluktan Milli Devlete,S.75 (TTK Ankara-1990)
(10) Çankaya S.299
(11) Cemal Kutay : Ardında Kalanlar s.255 (Cem Ofset, İstanbul-1988)
(12) Asım Gündüz S.74-75 ( Sakarya muharebeleri hak. Detaylı bilgi için bknz.Alptekin Müderrisoğlu :Sakarya -2 (Yapı Kredi Yay.İstanbul-1982)

15 Eylül 2011 Perşembe

Büyük Taarruz’un 89. Yılında Genel Durum ve Görünümümüz… (3) - Tülay Hergünlü

“…askeri ve siyasi bağımsızlık ancak ekonomik bağımsızlıkla taçlandırılırsa korunabilir"

Demiştin. Biz ne yazık ki ekonomik bağımsızlığımızı koruyamadık. Sen İstiklâl Savaşı’nın en zor günlerinde bile para basmadın, biz paramızı bol sıfırlı hale getirdik. Bugün paramızdaki bol sıfırları attık ama enflasyonu yeni bastırdığımız yüksek tutarlı banknotlara gizledik...

Senden sonra bir daha denk bütçe görmedik… Yüksek enflasyonla ise senin gidişinden hemen sonra tanıştık…

Sen paramızın istikrarına inandın, biz Amerikan Doları’na…

Sen Millî İktisada inandın, biz küresel sermayeye…

Sen yerli sanayinin önünü açmaya çalıştın, biz yerli sanayicimizin önünü kapatacak, hatta onu yok edecek ithalat anlaşmalarına imza attık…

Biliyorsun, Osmanlı İmparatorluğu 18 Ağustos 1838 yılında İngiltere ile o meşhur Balta Limanı Serbest Ticaret Anlaşmasını imzalamıştı. Anlaşma sonucunda Osmanlı ülkesi İngiliz mallarına tamamen kapılarını açmış, yerli endüstrisinin çökmesine neden olmuştu. Zamanla Fransa, Rusya ve Belçika gibi ülkelerle de yapılan bu anlaşmalar sonucunda Avrupa malları Osmanlı pazarlarını doldurmuş, Osmanlı Devleti’nin açık Pazar haline gelmesine, sanayi atılımlarının durmasına neden olmuştu. İhracatın çok üstünden ithalat harcamaları yapılmış, bu durum savaşlarla da birleşince devasa finansman açıkları ortaya çıkmıştı, Sonuçta dış borca muhtaç hale gelen Osmanlı 1854 Kırım Savaşı ile dış borç almaya başlamış, 1875 yılında da borçlarını ödeyemediği için moratoryum (borç erteleme) ilan etmişti. Yanlış ekonomik uygulamalar sonucunda iyice fakirleşen Osmanlı Devleti,Amerikan Doları'nın 167 kuruş olduğu yıllarda 32 milyon Türk Lirası dış borcu yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti'ne miras bırakmıştı…

Sen, serbest ticaret sisteminin ancak müstemlekelerde tatbik edilmiş bir sistem olduğunu ve Türkiye’nin hiçbir zaman müstemleke olmayacağını söylemiştin.

Büyük Atatürk, müstemleke olmadık ama yıllar sonra tıpkı Balta Limanı anlaşması gibi bir anlaşmayı Avrupa Birliği ile imzaladık. Adı; Gümrük Birliği Anlaşması…

Balta Limanı Anlaşması ile Osmanlı Ekonomisi ’ne indirilen ölümcül darbenin benzerini Gümrük Birliği Anlaşması ile Cumhuriyet Türkiye’sinin ekonomisine indirdik… Nasıl mı?

Anlatayım:


Önce şu Avrupa Birliği (AB)’ nin oluşumundan çok kısa bahsetmek istiyorum:

1951 Paris Sözleşmesiyle Almanya, Belçika, Fransa, Hollanda, İtalya ve Lüksemburg bir araya gelerek Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT) ‘nu kurdular. Topluluk başka alanlarda da faaliyet göstermek amacıyla 1957 yılında atom enerjisinin barışçı amaçlarla kullanımını öngören EUROTOM ile Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET)’ na dönüştü. Aynı topluluk 1Temmuz 1987’de Avrupa Topluluğu (AT) ve 7 Şubat 1992’de de bugünkü Avrupa Birliği (AB)’ ne dönüştü…

31 Temmuz 1959’da topluluğa katılmak için müracaat ettik. 12 Eylül 1963’te, Türkiye-AET arasında “bir ortaklık” kuran Ankara Anlaşmasını imzaladık.Böylece Türkiye-AET arasında, “Gümrük birliğinin esasları, malların, kişilerin, sermayenin ve hizmetlerin serbest dolaşımı, tarım, ulaşım, rekabet, mevzuat ile ekonomik ve ticari politikaların uyumlulaştırılması, ortaklık organları, Türkiye’nin tam üyelik imkânları, ortaklık ilişkisinde çıkabilecek uyuşmazlıkların çözümü” gibi konular hükme bağlandı…

Ankara Anlaşmasına rağmen bizi AB topluluğuna tam üye yapmadılar… Bazıları 40 yıl diyor ama 1959’dan hesaplarsan tam 52 yıldır bekliyoruz… Bekleme rekoru bizde…

Ne yapsak da içeri girsek diye yıllarca düşündükten sonra 1995 yılındaki iktidarımız dâhiyane bir fikir buldu. AB’ ye giremedik ama biz de Gümrük Birliği (GB) ’ne gireriz dedi ve Balta Limanı Anlaşması’nın günümüzdeki versiyonu olan Gümrük Birliği (GB) anlaşmasını 6 Mart 1995’ de imzaladık. 1 Ocak 1996’da da yürürlüğe girdi. (Asıl adı Gümrük Birliğini Tamamlama Anlaşması)

Unutmadan, Gümrük Birliği Anlaşması’nı taraflar topluluğa üye olduktan sonra imzalıyorlar. AB’ ne üye olmadan GB Anlaşması’nı imzalayan tek ülke olma rekoru da bizde…

Uzatmayayım, o güne kadar AB dışındaki ülkelerle ticaretimizde bağımsızdık. Yapılan anlaşma ile üçüncü ülkelerle ilişkimiz, kısacası dış ticaret rejimimiz tümüyle AB’nin kontrolüne girdi. Gümrük Birliği Anlaşması’nın sonucunda;

Gümrük Birliği’ne dâhil olduğumuz 1996 yılından sonra ihracatımız artmadı ama başta AB ülkelerinden olmak üzere ithalatımız patladı. 1996-1998 arasında tam bir tüketim çılgınlığı yaşadık.
Gümrük Birliği’nden sonra Türk pazarı, AB’nin dünyadaki 6. büyük pazarı (bazı otoritelere göre 2. büyük pazarı) haline geldi. AB’ nin birikmiş stokları Türk pazarında eritildi.
AB’nin GB Anlaşması’ndan önce Türkiye’den sıfır gümrük vergisi ile yaptığı sanayi ürünlerinde bir değişiklik olmadı. Yani anlaşma ile herhangi bir vergi avantajı sağlanmadı.
Cep telefonu, otomotiv ve otomotiv yan sanayii ile çeşitli elektrikli, elektronik ve elektriksiz makine cihazlarının ithalatı öne çıktı. Türkiye elektronik ürün mezarlığına dönüştü… Otomobil ithalatı yüzde 46’lardan yüzde 73’lere fırladı.
Üretici firmalarımız bir iki ürün dışında üretim yapmama, diğer ürünleri de ithal etme bunun dışındakiler ise AB firmaları ile ortaklık kurma ya da temsilciliğini alma yoluna gittiler. Bunun doğal sonucu olarak ne teknoloji transferimiz gerçekleşti, ne de üretim standartlarımız yükseldi.
KOBİ’lerimiz büyük darbe yedi. Küçük esnaf desen sizlere ömür.
Tüketim mallarını iğneden ipliğe Çin’den alıyoruz ancak sermaye malları, yarı mamul mallar ve hammaddeleri ki bu oran yüzde 90 civarındadır ve üretimimizde girdi olarak kullanılmaktadır, AB’ den ithal etmek zorunda kaldık.
Yabancı sermaye ülkemizde fabrika kurmak yerine mal getirmeyi tercih etti, bizde onları her köşe başında kurulan dev Alış Veriş Mağazaları (AVM)’ ler de satın aldık.
Sonuç;

Senin döneminde uygulattığın Karma ekonominin günümüzde esamisi kalmadı. Şimdilerde Tıpkı 1838’in Serbest Ticaret ekonomisi benzeri, liberal ekonomi ya da serbest piyasa ekonomisi denilen bir sistem uyguluyoruz. Piyasalar küresel sermayenin elinde… İthalat cenneti olduk… Cari açığımız patlamaya hazır bomba gibi. Ne kadar olduğunu söyleyeyim; Şimdilik 45 milyar dolar, yılsonunda 70 milyar dolara çıkacağı tahmin ediliyor… Ürettiğimizden fazlasını satın alıyoruz. Devlet borçlu, vatandaş olarak biz de borçluyuz. Cebimize kredi kartı denilen bir araç koydular, para yerine geçiyor… Senin mantığının almayacağı bir bireysel borçlanma ve ödeme aracı... Küresel sermayenin ülkemizin dört bir yanında açtığı dev alışveriş merkezlerinde, çocuklarımızın geleceğini harcamakla meşgulüz…

Devlet garibanlara düşük maliyetli ev yapsın diye Toplu Konu İdaresi (TOKİ) adı altında bir kurum oluşturdu, inşaat alanında dev mucizeler yaratıyor…Ayranımız yok içmeye ama havuzlu villalarla gidiyoruz şey etmeye… Son 10 yılda öyle bir inşaat firması çoğaldı ki, sorma gitsin! İktidarımız müteahhitleri kanadının altına aldı, her gittiği yurt dışı gezilerine onları da götürüyor. Çoluk çocuk, dünür, baldız, bacanak, damat vesaire Ağaoğlu’nda bayram ediyoruz... Büyümekten patlama noktasına geldik… Zengin sayımızı birkaç misli arttırdık... Yoksul sayımızı sorma istersen... Zaten herkes soruyor: Böyle patlayacak kadara büyürken nasıl oluyor da yoksul sayımız artıyor ve neden her 100 gençten 20’si işsiz diye…Üstelik dünya ekonomisi daralırken…Valla bunun cevabını en uzman ekonomistler bile veremezken ben gariban bir vatandaş olarak sana ne söyleyebilirim?!

Başta Sümerbank olmak üzere temellerini attığın, ekonomimize hediye ettiğin Cumhuriyetin tüm kurum ve kuruluşları “özelleştirme” adı altında “babalar gibi” satıldı… Bugünlerde ise şeker fabrikalarımızı satacağız. Yabancıya toprak satışı serbest bırakıldı… Yabancıya 81 milyon 664 bin 98 metre kare toprak satıldı… Bankalarımızın hisseleri yabancıların eline geçti… Hani o 9 Eylül’de denize döktüğümüz Yunanlı bile ülkemizden banka satın aldı…

Senin o bozkırın ortasında, yoktan var ettiğin başkentimiz Ankara’nın içini boşaltılıyoruz. Merkez Bankası ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’nü İstanbul’a taşıyoruz… İstanbul’u finans merkezi yapacağız. Dünyanın tanımadığı bir İstanbul Borsası’na sahibiz. Dünya tanımıyor ama Japon ev hanımlarının bile bizim borsamızda oynadığı ve para kazandığını fısıltı gazetelerinden öğreniyoruz… Ne büyük gurur değil mi? Ekonomi uzmanlarımız; “yabancı borsacı bir koyup üç alıyor, kaynağı belirsiz sıcak para borsada dönüp duruyor, düşük kur yüksek faiz sarmalı boğazımızı sıkıyor” dese de sen bakma onlara… Durmak yok, yola devam!

Esasında devlet ziyaret protokolünden seni de çıkarttık! Artık yabancı ziyaretçileri İstanbul’da karşılıyor ve burada ağırlıyoruz. Gezdirmek için de Kayseri’ye götürüyoruz…İstanbul yeniden payitaht olma yolunda hızla ilerliyor, Hamdolsun!

Ama üzülme ne olur! Seni her gün binlerce vatandaş ziyaret ediyor. Yani vatansever evlatların devrimlerinin bekçiliğini yapmaya devam ediyor…

Türkiye israf şampiyonu oldu. Bugün 528 bin adet makam aracına sahip bir devlet kadrosuna sahibiz. Vekillerimiz şimdi de özel şoför peşinde koşuyor…Ülkeyi küresel sermayenin pazarı haline getirdik. Yollarımızda 15 milyon otomobil geziyor. Tamamı yabancı üretim… Biz mi? Yukarı da anlattım… Biz üretemedik... Ürettirmediler… Esasında bir Devrim otomobili ürettik ama onun da deposuna benzin koymayı unuttuğumuz için bizi yöneten zihniyetler “Devrim”i depoya tıktı… Cumhuriyeti Cumhuriyet yapan devrimlerini de rafa kaldırmak için elimizden geleni yapıyoruz…

İşgale uğradık… Aman yanlış anlama! Topraklarımız değil, raflarımız işgale uğradı… Ucuz Çin malları tarafından… Hele de cebimizdeki telefonları bir görsen! Ahh elbette sen nereden bileceksin, senin zamanında cep telefonları yoktu… Şimdilerde telefonlarımızı cebimizde taşıyoruz… Nerede olduğumuzu, kimlerle konuştuğumuzu herkes biliyor… Devlet herkesi dinliyor… Gizlilik diye bir şey kalmadı. İletişim sektörümüz yabancının elinde. Uydumuz bile var… “ABD yatak odalarımızı bile izliyor” diyorlar ama ben yine de bu kadarına ihtimal vermiyorum(!)

Bir şeyi daha bilmen gerek. Türkiye artık kendi kendini besleyen 7 ülkeden birisi değil. Dışarıdan buğday ithal ediyoruz. Tohumumuzu bile İsrail ve ABD’ den alıyoruz. Hayvancılığımız can çekişiyor. Bizim “anguslar” dışarıdan canlı hayvan ithalatını serbest bıraktı. Ülke kaçak et cennetine döndü…

Gümrük Birliği’nin durumu ne olacak diye soruyorsan eğer; Türkiye İhracatçılar Birliği Başkanımız, AB’yle 14 yıldır devam eden Gümrük Birliği’nin üçüncü ülkelere ihracatta ülkemize 4.5 milyar dolarlık zarar verdiğini söyledi. Bakanımız ise “Anlaşma tekrar müzakere edilecek” dedi. (20 Şubat 2010 Star Ekonomi)

Aradan 19 ay geçti hâlâ gereği yapılsın diye bekliyoruz…

Bizi bu anlaşmalar mahvetti…

Devam edecek…

Tülay Hergünlü

Çanakkale, Geyikli

14 Eylül 2011 Çarşamba

Büyük Taarruz’un 89. Yılında Genel Durum ve Görünümümüz… (2) - Tülay Hergünlü

1959 yılında ABD ile öyle bir anlaşma imzaladık ki eminim mezarında ters dönmüşsündür… Millîleştirme işlemlerinde muhatap olarak ABD hükümetini kabul ettiğimiz bu anlaşma için o yılların DP Erzurum milletvekili Sabri Dilek bile mecliste tepki göstererek; “ Bu anlaşmanın kabulüyle kapitülasyonlar geri getirilmektedir. Bu anlaşma ile Amerikalılara açıkça imtiyaz verilmektedir. “ demek zorunda kaldı…1950-1960 döneminde ABD ile imzalanan anlaşmaların sayısının 200 civarında olduğu tahmin ediliyor…

1960 yılında ihtilal oldu. “Türkiye’nin sorunlarının devletçilikten geldiğini düşünüyoruz. Orada özel kesime daha çok rol verilmesini görmenin sabırsızlığı içindeyiz” diyen ABD’ li Macomber’ı fazla bekletmedik. Kaynağı dış krediler olan çok yönlü teşviklerle işbirlikçi niteliğinde bir sermaye yarattık.  Bu dönemden sonra dini siyasette daha fazla kullanmaya başladık. Siyasi kadrolaşmaları arttırdık...

1968 yılında ABD ile bir kredi anlaşması daha yaptık ki evlere şenlik… Ülkemizin değişik bölgelerindeki tüm bakır madenleri ve eritme tesislerini, Etibank’ın Ergani hariç tüm bakır kuruluşlarını, ABD’ nin denetimi altındaki Karadeniz Bakır İşletmeleri A.Ş. ne devrettik… Yani mezarından kalksan yeridir…

1971 muhtırasından sonra çok sayıda Atatürkçü subayı ordudan çıkardık. Üniversite ve TRT üzerindeki siyasî baskıları arttırdık. Senin göz bebeğin Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu’nu kapattık… Terörü tırmandırdık... Küresel oyunlara kandık, sağ- sol olarak bölündük... Kardeş kardeşi vurdu...
Ve 1980’de yine ihtilal oldu… Ordu yönetime el koydu… Biz artık gençlerimiz ölmeyecek diye sevinirken, ihtilal sonrası uygulamalar Türk Solu’nun, işçinin, sendikaların ve sivil toplum örgütlerinin üzerinden silindir gibi geçti. Ulus-devlet karşıtçılığı açıktan açığa dillendirilmeye başlandı. Yeni Dünya Düzeni politikaları biz de çok iyi işlemeye başladı… “Gelmiş geçmiş en Amerikancı başbakanımız” oldu… İşini bilen memurlarımızın sayısı arttı… İthalât patlaması yaşadık, Türkiye Çikita muz ile tanıştı… Anlayacağın çağ atladık, ya da öyle sandık… Artık duruma bakıp o çağları aşan keskin görüşünle kararı sen ver…

Sen gittikten hemen sonra ektiğimiz siyasi İslâm tohumları 1950-1960 döneminde filiz verdi, 1970’li yıllarda boy attı, 1980 ihtilâlinden sonra iyice kök saldı ve 2002 yılında başımıza ılımlı İslamcı bir iktidar getirdik… Senin koltuğuna ise “Cumhuriyet bizim için bir amaç değil, araçtır…” diyen bir şahsı oturttuk… ABD’ yi icazet ve komşu kapısı yapan bir başbakanımız oldu…

Sen gidene kadar Türkiye’ye sokulamayan ne kadar sömürgeci ülke varsa bugün ülkemizde fink atıyor… Hıristiyan misyonerler ülkenin dört bir yanında faaliyetteler… İngiltere’nin yerini ABD aldı. Filistin topaklarında kurdurduğu İsrail Devleti’nin ikincisini (ülkemizin Güneydoğusunu da içine alacak şekilde) oluşturma çabası içerisinde...

Türkiye’yi 7 coğrafi bölgeye ayıranlar günümüzde de etnik kimliklere bölme peşindeler. Sen gittikten 10 yıl sonra yani 1948’de Amerika sınırlarımızı yeniden oluşturan bir harita geliştirdi… Bu haritaya göre biz yine Sevr sınırlarına hapsediliyoruz…

Okullardan fazla cami yaptık. Binlerce imam yetiştirdik… Bazı Batılı ülkelerden önce seçme ve seçilme hakkı verdiğin kadınlarımız hâlâ ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyor… Üzücü olan ise, çoğunluğunun bu muameleye gönüllü olarak talip olması… Çarşafa dolandık… Oyalı yazmalarımızı, tülbentlerimizi bıraktık ta, “Türban” isminde bir İslâm üniformasını sahiplendik… Medeni görüntü olarak Osmanlı’dan bile daha gerideyiz... Osmanlı dedim de, şimdilerde Yeni Osmanlıcılık modası var. Her yere Mehter Marşıyla gidiyoruz... Dostumuz (!), müttefikimiz (!) ABD’nin Ortadoğu’da ki “eş başkanı” olduk ama ABD izin vermeden adım atamıyoruz... Gazze için İsrail’e efeleniyoruz da Terör Örgütünün kamplarının bulunduğu Kuzey Irak’a giremiyoruz… Çünkü ABD “giremezsin” diyor… 9 vatandaşımızı öldüren İsrail’i özür dilemeye davet ediyoruz ama Süleymaniye’de askerimizin başına çuval geçiren ABD’ yi hoş görüyoruz…

Senin o yere göğe sığdıramadığın Türk Ordusu, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne gelince; Tüm komutanları Hasdal’ a tıktık. Orduyu’ da kışlaya hapsetmekle meşgulüz… Bu yıl 30 Ağustos Zafer Bayramı tebriklerini Cumhurbaşkanı, başkomutan sıfatıyla kabul etti… Oysa ki gerçek başkomutan olan senin sağlığında bile böyle bir uygulama yoktu…”Her Türk asker doğar” özdeyişini tarihe gömmekle meşgulüz, paralı ordu gündemde…
İçinde bulunduğumuz durum senin Samsun’a çıktığın tarihteki durumumuza benzemiyor mu, ne dersin?
Sana ve devrimlerine bağlı olduğunu düşündüğümüz ne kadar gazeteci, yazar, bilim adamı varsa onları da Silivri’ye gönderdik... Basılmayan kitapları yasakladık… Basın desen basın olmaktan çıktı... Büyük ölçüde tarafsızlığını yitirdi, “yandaş” oldu… İktidarın sevmediği gazetecileri kovduk... Bir iki basın kuruluşu şimdilik direniyor…
Ne demiştin?
"Ne yazık ki kahramanı kadar haini de bol bir milletiz…"

Devam edecek…

9 Eylül 2011 Cuma

CHP 88 Yaşında...

Emek yoğunluğu olan kentlerde parti yönetiminde, emekçilerin içinden gelen, emeğin örgütlerini iyi tanıyan, siyaset birikimi olan ve emekçilerin dinamizmini partiye taşıyacak olan insanlara görevler verilmelidir. CHP artık ormanı kucaklamak zorundadır.

1919 yılında kurulan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin temel amacı önce bağımsızlığı sağlamak sonrasında çağdaş bir devlet kurmaktı. Bağımsızlık savaşının kazanılmasından sonra Mustafa Kemal Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin ilkelerinin kalıcı ve kurulan yeni devletin geleceğini belirleyici olabilmesi için bir siyasi parti kimliği kazanmasını istiyordu. Bu amaçla 6 Aralık 1922’de ülkenin ekonomik, sosyal ve kültürel sorunlarını çözmek üzere halkçılık ilkesine dayanan ve Halk Fırkası adını alacak olan bir parti kuracağını açıkladı.

9 Eylül 1923’te İçişleri Bakanlığı’na verdiği dilekçeyle kendi başkanlığında sekiz milletvekili tarafından Halk Fırkası’nın kurulduğunu bildirdi. 17 Mayıs 1931’de yapılan 3. Kurultay’da ‘Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik ve Devrimcilik’ partinin altı ilkesi olarak kabul edildi ve partinin adı Cumhuriyet Halk Partisi oldu.

Kuruluşundan 88 yıl sonra CHP kurduğu çağdaş devletin tüm ilkelerinin yok edilmek istendiği bir sürece tanıklık etmektedir. Atatürk’ün devrimci karakterini özümsemiş, demokratik laik Cumhuriyet’in çağdaş ve insan onuruna yakışan havasını solumuş insanlar yozlaştırılan siyasete ve hukuksuzluğa dur diyecek bir çıkış yolu aramaktadırlar. Bu arayış ister istemez tek iktidar seçeneği olabilecek CHP üzerine odaklanmaktadır. CHP, AKP’nin 2023 hedefinden önce mutlaka iktidar olmak ve bir karanlık tünele sokulmak istenen ülkeye aydınlık getirmek zorundadır. CHP genel seçim sonrasında kendisinden beklenen güçlü muhalefet görevini yerine getirememektedir. CHP’nin bir yandan tüzük değişikliği çalışmaları yaparken bir yandan da özeleştiri yapması gerekir.

CHP 12 Haziran seçimlerinde istenilen, hedeflenen başarıyı yakalayamamıştır. CHP eğer gelecekte ayakları yere basan, oy tabanını genişleterek iktidar olmak isteyen sosyal demokrat bir parti kimliğini kazanmak istiyorsa mutlaka bir değişim süreci yaşamak zorundadır. Sağlıklı bir tanı ve cesur adımlarla CHP iktidar yolunu açabilir. Bu amaca ulaşmak için MYK’de ve tüzükte değişiklik yeterli değildir. CHP mutlaka aşağıdaki değişimleri gerçekleştirmek zorundadır.

1 - CHP üyeleri CHP’den ve yönetiminden kopuktur. CHP’nin hiçbir kademesinde üyelerini önemseyen, onun dilek ve eleştirilerini dile getireceği örgüt toplantıları yapılmamakta, bu yüzden kendisinin parti çalışmalarından dışlandığını düşünen üyeler taşımaları gereken parti heyecanından yoksundur. Bu heyecanı yeşertmek için örgüt toplantıları mutlaka başlatılmalıdır.

2 - CHP birçok ilde önseçim yapmayarak, partiye emek vermemiş kişileri milletvekili yaparak örgütle arasına önemli bir mesafe koyan genel merkez bu soğukluğu gidermek ve ithal milletvekilleriyle örgütü barıştırmak için bu milletvekillerinin her hafta sonu örgütle buluşması için program düzenlemelidir.

3 - CHP’nin sivil toplum örgütleriyle bağının ya çok zayıf ya da hiç olmadığı ortaya çıkmıştır. Bu ilişkinin yokluğu kendini en çok işçiler ve onların sendikalarıyla kurulamayan ilişkide göstermiştir. CHP temelde emek eksenli sosyal demokrat bir parti olmak zorundadır. Bunun için 12 milyon çalışanı ve Sosyal Güvenlik Kurumu kapsamında olan 60 milyona yakın insanı partinin tabanını oluşturacak hedef olarak seçmelidir. Yöneticilerin çarşafa CHP rozeti takarak ulaşmak istediği muhafazakâr kesim bu emekçi ordusunun içinde fazlasıyla vardır.

Bu kesime ulaşmak için partinin her örgüt biriminde “Emek Büroları” kurulmalı, işçiler, sendikacılar, emeğin aydın yandaşları ve emeklilerden oluşacak bu bürolar aracılığıyla CHP çalışan kesimin fabrikasına ve evine götürülmelidir.

4 - Seçim çalışmaları aşamasında CHP aile sigortası ve kısa dönem askerlik dışındahalka yeni bir projeyi sunamamıştır. Partinin var olan araştırma bürosu bu yöndeki çalışmalarını yoğunlaştırmalı ve toplumu proje yağmuruna tutmalıdır.

5 - Genel başkan tez elden “Genel Başkanlık Emek Sorunları Danışma Komitesi” kurmalı ve bu komiteye atanacak sosyal siyasetçi akademisyenler ve sendika yöneticilerinin önerileriyle oluşacak CHP’nin sosyal politikalarıyla parti ve çalışanlar arasındaki var olan güven bunalımı, ilişki zaafı giderilmelidir.

6 - Genel başkan ekonomik sorunlara çözüm üretecek ve ulusal girişimcileri korumak amaçlı “Genel Başkanlık Ekonomik Danışmanlar Kurulu” oluşturarak partinin sanayi ve hizmet kesiminde üretim yapanların nabzını tutmanın ve ülke yararına politika üretmenin adımını atmalıdır.

7 - Parti meclisi üyeleri ve tüm örgüt yöneticilerinin çoğu sosyal demokrasinin Marksizmden farkını, sosyal demokrasinin kapitalizmin zırhı olduğunu bilmezler. Bu ideolojik bilgi fukaralığını yok etmek ve parti üyelerini bilinçlendirmek için CHP acilen bir “Siyaset Okulu” açmalıdır.

Bu açılımın yapılması her şeyden önce yeni bir kadrolaşmayı gündeme getirecektir. Bunun için Emek yoğunluğu olan kentlerde parti yönetiminde, emekçilerin içinden gelen, emeğin örgütlerini iyi tanıyan, siyaset birikimi olan ve emekçilerin dinamizmini partiye taşıyacak olan insanlara görevler verilmelidir. CHP artık ormanı kucaklamak zorundadır.

Bu yolda atılacak adımlar partinin özgüven kazanmasını sağlayacak ve ilk seçimde partiye iktidar yolunu açacaktır.

Dr. Engin Ünsal

9 Eylül Dönüm Noktasıdır... - İlhan Selçuk

Mustafa Kemal İzmir'i ilk kez 1905 yılında görmüştü. Yeni mezun olmuş kurmay yüzbaşı olarak ilk tayin yeri Suriye'ye gidiyordu.
Gemisi -ki yabancı bandıralı bir gemiydi-İzmir'e uğramıştı. İzmir o zaman da zengin, uygar bir liman şehriydi. Ne var ki, Osmanlı İdaresi altında olmasına rağmen Mustafa Kemal karaya çıktığında rıhtımında Türkçe konuşana hemen hemen hiç rastlamamıştı. İzmir'in bu boyuttaki yabancılaşması, kaderini tayin edecek savaşın habercisiydi.
Savaşın kazanılması ardından İzmir'e gelen Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa mamur bir şehir değil, harap bir yangın yeri bulmuştu.
İzmir'in bu hali devrimleri tetikleyen önemli bir etkendi.
Atatürk'ün Osmanlı İmparatorluğu'nun enkazı üzerinde çağdaş Türkiye'yi kurup biçimlendirdiğini söylediğimiz zaman bu enkazı 1922/23 yılındaki İzmir'in en iyi temsil ettiğini unutmayalım.Atatürk'ün devrimleri bu enkazın karşısında vucüt buldu.
Nitekim kalkınmanın ilk yol haritası Atatürk'ün harap bir İzmir içinde, daha Lozan Barış Antlaşması imzalanmadan topladığı İktisat Kongresi'nde çizildi. Laikliği beraberinde getiren hilafeti kaldırma kararı da İzmir'de alındı."
(Andrew Mango, "Atatürk-Modern Türkiye'nin Kurucusu" -Remzi Kitabevi, sayfa VII-VIII)

9 Eylül İzmir'in kurtuluş yıldönümüdür; sevinçle heyecanla kutlanır; ama, kurtulan nasıl bir İzmir'dir, anımsanmaz...
Ulusal Kurtuluş Savaşı ertesinde genellikle nasıl bir Türkiye kurulmuştu?..
Çoğu zaman bu soru zafer neşesinin heyecanında düşünülmez...
Bir açıdan 1922'ye dek süren Ulusal Kurtuluş Savaşı, 1912'de yaşanan Balkan Savaşı'yla 1914'te başlayıp 1918'de noktalanan Birinci Dünya Savaşı da hesap edildiğinde, 10 yıllık bir yıkım sürecin bittiğini de haber veriyordu.

Evet,9 Eylül'de yanmış, yıkılmış bir İzmir'in kurtuluşu, bir dönüm noktasıdır.
Türkiye bu tarihten sonra barış sürecine doğru yol aldı.

Gazi Mustafa Kemal'in bilinçli siyasetiyle tarihimizde bir sayfa kapanıyor, bambaşka bir sayfa açılıyordu.
Nasıl?..
Osmanlı İmparatorluğu'nun felsefesi, siyaseti, yapısı, dünyaya bakışı tarihe gömülüyordu...
Kimsenin ayırdına varamadığı bir barışçı, çağdaş, insanca yaklaşım Gazi Mustafa Kemal'in düşüncesinde uç veriyordu.
Dinci Osmanlı Devleti'nin siyaseti "fetih" üzerineydi.
Cumhuriyet devletine ise Atatürk'ün temel felsefesi egemen olacaktı...
Neydi o felsefe? ...
"Yurtta sulh, cihanda sulh!.." Yanmış yıkılmış bir Anadolu'yu kurtarıyorduk; emperyalizme karşı bir savaş kazanıyorduk; İngilizin, Yunanın, Fransızın vb'nin Türkiye üzerindeki tasarımlarını yıkıyorduk. ve hiçbir öç, intikam, kin, düşmanlık güdüsüne kapılmadan yeni bir barış sürecine açılmak fikri, tüm ömrü savaşlarda geçmiş Gazi Mustafa Kemal'in kafasında somutlaşıyordu...

9 Eylül'de İzmir'i kurtaran Türk ordusu o günden bugüne barış kapsamında yaşamaktadır.
"Yurtta barış Dünyada barış" ilkesi, İsmet Paşanın yönteminde, bizi İkinci Dünya Savaşı'na katılmaktan korudu...
Tüm 20. yüzyılı barış içinde yaşadık...
Kordon boyunda bugün akşam üstü gezintiye çıkanlar İzmir'in imbatını ciğerlerine çekerken geçmişin anılarını unutmadan voltalarını atmalıdırlar...
Bir ulusu ayakta tutan en önemli bilinçtir...
Ulusal bilinçle barış bilincini bir arada yaşatmayı bilen Atatürkçülüğü benimseyebildiği oranda Türkiye mutlu olacaktır.
9 Eylül'ün yıldönümünde geçmişe bakarken, bugünümüzü değerlendirebilmek ancak İzmir'in kurtuluşunun anlamını algılamakla gerçekleşebilir.

İlhan Selçuk

Kaynak:
Cumhuriyet ve 9 Eylül'ün 86. Yılında Cumhuriyet'in İzmir'i adlı dergisi.(İzmir Büyükşehir Belediyesi ve Cumhuriyet gazetesinin ortak yapımı 9 Eylül'e özel basım.)

8 Eylül 2011 Perşembe

Büyük Taarruz’un 89. Yılında Genel Durum ve Görünümümüz… (1) - Tülay Hergünlü

Cumhuriyetimizin kurucusuna,
“Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir” derdin;
Sen gittikten sadece altı ay sonra bizi Batı’ya bağımlı hale getiren ilk anlaşmalar İngiltere ve Fransa ile gerçekleştirildi. (12 Mayıs 1939, 23 Haziran 1939)
Bugün bile Türkiye üzerindeki emperyalist emellerinden asla vazgeçmeyen, Kürt ayaklanmalarının hemen tümünü kışkırtan, Musul’un elimizden çıkması için her türlü karşıt propagandayı yapan İngiltere ile “ Akdeniz bölgesinde savaşa yol açabilecek bir saldırı halinde, etkin bir biçimde işbirliği yapmayı “kabul ettik…
Bugünkü stratejik ortağımız (!) Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile ilk anlaşmamızı ise 1945 yılında yaptık. Borç verme ve kiralamalarla ilgili bu anlaşmaya attığımız imza sonucunda ABD’ nin haklarını koruma altına aldık… T.C. Hükümeti olarak sağlamakla görevli olduğumuz hizmetleri, kolaylıkları ya da bilgileri ABD’ ne temin etme garantisi verdik. (Aynı anlaşma, madde 2)
ABD ile ikinci anlaşmayı 27 Şubat 1946 tarihinde yaptık. Bir “kredi” anlaşması görünümünde olan bu anlaşma ile dünyanın değişik yerlerinde ABD’ nin elinde kalan ve ülkesine geri götürmesi pahalı olan eskimiş savaş artığı malzemelerini satın almayı garanti ettik; neyle? Bize açtığı 10 milyon dolarlık kredi ile… Bu anlaşma ile ABD hem elindeki savaş malzemelerini sattı, hem kredi verip bizi borçlandırdı, hem de bizi kendisine yedek malzeme bağımlısı haline getirdi… Bu anlaşmanın en can alıcı noktalarından birisi ise, satın alınan (!) malzemelerin mülkiyetinin ABD’ de olmasıdır. Türkiye, ABD başkanı gerek görürse bu malzemeleri, parası ödenmiş bile olsa geri vermeyi kabul etmiştir…En üzücü olan ise anlaşmanın yapıldığı tarihte devlet hazinesinde 245 milyon dolarlık altın ve döviz stoğu vardır ve krediye de ihtiyacımız yoktur…
ABD ile yaptığımız anlaşmalar bu kadarla kalmadı. 7 Mayıs 1946 tarihli Borçların Tasfiyesi Anlaşması ve 12 Temmuz 1947 ve 27 Aralık 1949 tarihli Askeri Yardım (!) Anlaşmaları’nın ne anlama geldiğini 1964 Kıbrıs bunalımında yaşadık. Yapılması düşünülen askeri harekâtımız ABD tarafından bu anlaşmanın maddeleri gerekçe gösterilerek engellendi…
27 Aralık 1949 tarihinde imzaladığımız başka anlaşmalar ile eğitimimizi de ABD’ nin denetimine teslim ettik. Anlaşmaya göre Türkiye’de Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu adı altında bir komisyon kurulacaktı. Söz konusu anlaşmanın 5. Maddesi en dikkat çekici maddelerden birisiydi ve komisyonun kuruluşunu belirlemekteydi; “Komisyon dördü T.C. Vatandaşı ve dördü ABD vatandaşı olmak üzere sekiz üyeden oluşacaktır ABD’ nin Türkiye’deki diplomatik misyon (görev) şefi komisyonun fahri başkanı olacak ve komisyonda oyların eşit olması halinde kararı komisyon başkanı verecektir.” B u anlaşma tamamen T.C. Hükümeti tarafından finanse edilmiş olup 20 yıl sonra meyvelerini vermiş ve Millî Eğitim Bakanlığı başta olmak üzere Amerikan eğitimi görmüş, etkilenmiş bir Türk’ün bulunmadığı bakanlık ve KİT hemen hemen kalmamıştır.
Büyük Atatürk, sen gittikten 7 yıl sonra Birleşmiş Milletler’e girdik. 9 yıl donra Dünya bankası, IMF, 14 yıl sonra 1952’ de NATO’ ya girdik. NATO’ya girebilmek için verdiğimiz ödün ise Kore topraklarında bıraktığımız yüzlerce Mehmetçiğin canı ve kanı oldu…
En büyük devrimlerinden olan Tevhidi Tedrisat Kanunu (Eğitimde Birlik), senin naçiz vücudun daha toprak olmadan delindi, Kur’an kursları mahalle aralarında boy göstermeye başladı... İmam Hatip Kursları ve İmam Hatip okulları Lise yerine geçti. Köy Enstitüleri kaldırıldı…
Toprak reformu hayalin ise büyük toprak ağalarına teslim edildi. 1950-1960 döneminde tam bir Batıcı olduk... Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu ve Petrol Kanunu’nu çıkardık... Öyle bir Petrol Yasası hazırladık ki “Bu yasa yabancı şirketlerin izni olmadan değiştirilemez “ maddesi hakkında İsmet İnönü “Bu bir kapitülasyon kanunudur” demek zorunda kaldı…
1958 yılında o kadar çok borçlandık ki dış borçlarımızı ödeyemez olduk ve yüzde 320 devalüasyon (kur ayarlaması) yaparak paramızın değerini düşürdük…

Devam edecek…
Tülay Hergünlü
Çanakkale, Geyikli

7 Eylül 2011 Çarşamba

Feto ile Haham... - İlhan Selçuk

Tuncay Güney..
Ve Fethullah Gülen..
Birisi Kanada’da yaşıyor..
Öteki Amerika’da..
İkisi de Türkiye’de buluşuyorlar...
Nerede?..
Ergenekon’da...
*
Fethullah Gülen’in gazetesi Zaman’ın dünkü manşeti:
“Albay Özden suikastı Ergenekon dosyasında...”
Haberin girişinden dört beş satır:
“Eski Mardin İl Jandarma Alay Komutanı Albay Rıdvan Özden’in ölümü üzerindeki sis perdesi aralanıyor.”
Ergenekon iddianamesini hazırlayan savcılar, 1995 yılında şehit düşen Albayın ölümüne de el atmışlar...
Neden?..
Albayı PKK şehit etmiş değil, Ergenekon çetesi öldürmüş...
Fethullah’ın gazetesi Zaman’ın manşetlik haberi bu...
Peki, haberin kaynağı?..
Artık çok iyi bilinen eski yöntem geçerli; savcı ya da polis, sözüm ona haberi dinci gazeteye sızdırıyor...
Amaç?..
Ergenekon TSK’yi ele geçirmiş, darbe ortamı hazırlamak için 13 yıl önce Albayı öldürüyor, sonra bu işi PKK yaptı diyor...
Tüm Ergenekon iddianamesinin çarpık mantığı bu...
*
Tezgâhın önde gelen destekçilerinden Fethullah’ın yanı sıra kullanılan elemanlarının başında Tuncay Güney geliyor..
Kim bu Tuncay Güney?..
Ben de merak ettim, Güney hakkında çıkan kitaplara göz atmaya başladım, polis sorgulamalarındaki yanıtlarını, röportajlarındaki açıklamalarını okudum, iddianamedeki işlevini tarttım..
“Ergenekon iddianamesinin ortadireği” Tuncay Güney kim mi?..
Tam bir ruh hastası...
Fethullah gibi o da dinci...
Ama ne diyor:
- Ben hahamım!..
Yahudi cemaati yalanlamak için açıklama yapıyor, ama, nafile...
Tuncay Güney postu Kanada’ya sermiş...
Ergenekon polisine ve savcılarına ilham veriyor...
Sorgularında ve de röportajlarında anlattıklarına bakarsanız, bir kafa keşmekeşi içinde sayıklayan ruh hastası...
Neden bu kadar önemsendi?..
Ergenekon savcısı Zekeriya Öz’ün ilham perisi...
*
Peki, Ergenekon iddianamesi yalnız Fethullah’ın gazetesiyle, dinci medyayla ve haham Tuncay’ın ifadesiyle mi destekleniyor?..
Yok canım...
Bu iddianamenin iki savcısı var...
Başbakan RTE ne dedi:
“- Ben bu iddianamenin savcısıyım...”
Başsavcının altında kim var?..
Savcı Zekeriya Öz...
*
Sıralarsak:
Başbakan RTE..
Savcı Zekeriya Öz..
Amerika’daki Feto..
Kanada’daki Güney..
Bunlar hangi amaçta buluşuyorlar?..
Ergenekon iddianamesinin formülü bu sorunun yanıtında somutlaşıyor.