24 Kasım 2011 Perşembe

Besmele ile İstavroz... - İlhan Selçuk

Yazıya alengirli bir haberle girmekte yarar var:
'Laik Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı RTE ' , Ürdün'de, 'Genç Arap Liderleri Forumu' na katılmış, konuşacak..
Kürsüye çıkmış..
Söze nasıl başlamış?..
Besmeleyle..
Hazreti Muhammet demiş ki:
"- Bismillah ile başlamayan hiçbir işin sonunda hayır yoktur..."
Günlük yaşamda çoğu Müslüman besmeleyle adım atar, ama, politika toplantısında Bismillah çekmek laik Cumhuriyetin Başbakanına yakışır mı?.. Bir Müslüman Türk için siyasete din karıştırmak günah-ı kebâirden sayılmalı...
***
Gerçekte Müslümanlık çok kolaydır; besmeleyle işe başlamak yeter; kelime-i şahadet getirdin mi vaziyet tamamdır...
Vaktiyle Ortaköy'de Bektaşi ile Papaz çok dost imişler, yedikleri içtikleri ayrı gitmezmiş...
Bir gün Bektaşi'ye haber vermişler:
- Hemen gel, Papaz çok hasta...
Bektaşi varmış bakmış ki dostu ölüm döşeğinde yatıyor... Bektaşi'yi görünce Papaz'ın dudakları titremeye başlamış, konuştu konuşacak...
Baba Erenler hemen eliyle Papaz'ın ağzını kapatmış...
Çevreden bozulanlar sormuşlar:
- Ne yapıyorsun yahu?..
Bektaşi:
- Ben bu pezevengi bilirim, demiş, şimdi bir besmele çeker, doğru Cennet'e gider...
*
Cumhuriyet'te ilk yıllarım...
İran Şahı Pehlevi Türkiye'yi ziyaret ediyor; oturdum zehir zemberek bir yazı döşendim; komşumuzda dine dayalı bir diktatörlük yok muydu?.. Laik aydınların icabına bakmıyorlar mıydı?..
Rahmetli Cevat Fehmi Genel Yayın Müdürü'ydü, biraz sonra odama girdi:
- İlhan , dedi, Cumhuriyet'te kuraldır, ülkeyi ziyaret eden devlet başkanları aleyhine Türkiye'de konuk oldukları sürece yayın yapmayız; bir başka yazı yazamaz mısın?..
Geçmiş zaman anısı!..
***
Şimdi bakıyorum, izliyorum, Papa aleyhine köpüren medyanın yazdıkları vurguluyor ki, bambaşka bir dünyada yaşıyoruz...
Öyleyse bu modaya katılmak yolunda bir Bektaşi fıkrası daha...
Bektaşi, Papaz dostuna sormuş:
- Bana bak, siz Hıristiyanlar ikide bir neden istavroz çıkarıyorsunuz?..
Papaz:
- Yahudiler Hazreti İsa' yı çarmıha gerdiler ya, peygamberimizi anıyoruz...
Bektaşi:
- Şükredin ulan, demiş, ya İsa'yı kazığa oturtsalardı, ne yapacaktınız?..

İlhan Selçuk

10 Kasım 2011 Perşembe

Atatürkçülük Değil, Atatürkçüler Suçlu - Yekta Güngör Özden

Tam bağımsızlığı, özgürlüğü, ulusal egemenliği, çağdaşlaşmayı amaçlayarak başarılan Ulusal Kurtuluş Savaşı’ ndan sonra bilimin ve teknolojinin son gereklerine göre kurulan yepyeni Türkiye Cumhuriyeti’ ni laik, demokrat ve sosyal bir hukuk devleti olarak tüm öğeleriyle donatarak sonsuza değin yaşatmak için öngörülen ilkeler dizini (Kemalizm) Atatürkçülüktür.
Günün koşullarına uyarak kendini sürekli yenileyen, evrensel değerlere koşut ilerici ilkeler, Türkiyemize özgü atılım izlencesini oluşturmaktadır.
Amaçlı, bilgi yoksunu kimiler Türkiye ve Atatürk karşıtları nedeniyle yaşam felsefemiz olan bu ilkeleri kötülemekte, Osmanlı’nın yıkıntıları ve külleri temizlenerek gelinen düzeyi eleştirmektedirler.
Özellikle 1950 sonrasının halk dalkavukluğu, inanç sömürüsü ve şamata ile yürütülen siyasetinin ilkelerden ödün verdiğini, kendi iktidarları için ülke temelinin yıkılmasına göz yumduklarını unutmaktadırlar.
Kuralları uygulayanların, kurumlarını yönetenlerin kusurlarını ilkelere yüklemek kolaylığı, tembelliği yeğleyenlerin yöntemidir. Oysa Atatürk, ulusal değerlerimizin simgesi, Türkiye’mizle özdeşleşerek kurumlaşmış en büyük Türk, Türkiye aydınlanmasının kaynağı, Türk Devrimi’nin temeli olan ilkelerin özüdür. Yurdumuzu ve ulusumuzu kurtarmış, demokrasiyi amaçlayan cumhuriyeti kurarak yurtseverliğin gereklerini yerine getirmiştir. Bunları yaptığı için suçlu sayanlar, bu ülkenin yurttaşı ve insan olamazlar.
Koşullanmış, önyargılı, bağımlı, değerbilmez, yurt, ulus, devlet, hukuk, insanlık, din, laiklik, demokrasi, cumhuriyet, devrim, anayasa kurum ve kavramlarını anlayamamış, kişisel bozukluklar taşıyan Atatürk düşmanlarının ve Atatürkçü görünerek ya da Atatürkçü olduğunu sanıp söyleyerek her tür aykırılık ve kötülüğü yapan- yaptıran sahte Atatürkçülerin ne olduklarını göstermeyen, onları engellemeyen, ilgisiz ve tepkisiz kalan, özelliklerini ve düşünce özgürlüklerini koruyarak kendi aralarında anlaşamayan, birleşemeyen, bencil, birbirleriyle kavga eden, kendisiyle barışık olmayan, özlenen örnek davranışları sergileyemeyen özverisiz Atatürkçüler suçludur.
Kanımca bunlar sözde Atatürkçüdür ve sözde milliyetçilerden, sözde demokratlardan, sözde dindarlardan, sözde ilericilerden hiçbir ayrılıkları yoktur.
Bunlar kendilerine yaraşır olanları, kendilerinden beklenenleri yapsalardı bugün yakındığımız durumlara düşmez, onurumuzla bağdaşmayan, utandıran olumsuzlukları yaşamazdık.
Bir araya gelebilseler, etkin bir güç oluştursalar, ün, san, mevki- makam, çıkar peşinde koşmasalar, gösterişe kaçmasalar, Atatürk’ü tanıtsalar, Atatürkçülüğü anlatsalar, güven verseler, insanımızın gülmeyi unutan yüzünde mutluluk çiçekleri açardı.
Ne yazık ki aralarından ikiyüzlüler, yalancılar, korkaklar, çıkarcılar, dönekler çıktığına rastlanmaktadır.
Kimi tören ve toplantı Atatürkçüleri de bunlardandır. Oysa, rozet takmakla, nutuk atmakla ve resim asmakla asla Atatürkçü olunamaz. Atatürkçü derneklere üye olmakla da yetmez.

Atatürkçülük bir yürek ve beyin işidir , bu onuru her omuz kaldıramaz.

Laik Türkiye Cumhuriyeti karşıtlarının yönetimindeki siyaset gemisi, zikzaklarla sarsılıp savrularak, karaya oturmadan dalgalar arasında parçalanıp batmak tehlikesiyle karşı karşıyadır.

...Görünen budur. Geleceğe ilişkin umut verici bir belirti yoktur. Karamsar olmamakla birlikte gerçekçiliğimizin verdiği kanı budur.
Atatürk olmasaydı ulus, devlet, cumhuriyet ve demokrasi olmazdı. Demokrasi olmasaydı günümüzün hakları ve özgürlükleri olmazdı. Atatürkçüler gerçek Atatürkçü olsaydı, (Nadir Nadi’nin “ Ben Atatürkçü Değilim” ve Ahmet Taner Kışlalı’nın “ Ben Demokrat Değilim” sözlerini anımsamamak olanaksız ) günümüzün aykırılıklarını, çelişkilerini yaşar mıydık ?
Sonuç : Hepimiz, herkes sorumludur. Gerçek Atatürkçü, gerçek aydındır. Ülkesini kimsenin çiftliği ve çöplüğü yaptırmaz. Küreselleşme dişlileri, AB ve ABD zincirlerinde kıyıma uğrayınca mı birleşilir ?
Tekelci emperyalizm, tekelci medya ne derse desin tarikat, aşiret, ağa düzenine, beylik yapısına, tüm kötülüklere karşı savaşım için dayanışma ve kaynaşma gerekir. Değil mi ? Atatürkçülerin dağınıklığı ve yavaşlığı karşıtlarının umudu ve gücü olmaktadır. Düşünelim ve çalışalım.

Yekta Güngör ÖZDEN/Cumhuriyet /13 Mart 2003

İzindeyiz.. - İlhan Selçuk

Evet... Ya kendisini arkadan vurmak için izindeyiz... Bir ev peşinde dolaşır gibi.
Ya, mezuniyetimizi kullanır gibi izindeyiz... Yan gelip yatmak için...
Ya, kendisine yetişemediğimiz için izindeyiz. Çünkü 1923’ün Atatürkçülüğü, 1963 Türkiyesi için bile bir uzak hedef... Ve biz, çok gerilerden her yıldönümünde bağırmakla kendimizi avutuyoruz:
- İzindeyiz!
Ya, aldatmak için izindeyiz. Ya, kendi çıkarımız için izindeyiz. Ya, başka türlü konuşmağa korktuğumuz için izindeyiz.
Ve izindeyiz...
Lafımıza bakarsan izindeyiz... Palavralarımızı dinlersen izindeyiz... Meydan nutkuna göre izindeyiz... Resmi ağızlara kulak verirsen izindeyiz.
İzindeyiz.
Nerede bu iz?
Şu kadının yüzünde mi bu iz? Göremezsiniz ki, çarşafıyla örtülü... Şu takkeli adamın yüzünde mi bu iz? Çember sakalından görünmüyor.
Nerede bu iz?.. Nerede?.. Şu minarelerde Türkçeden Arapçaya dönen ezan sesinde mi? Şu “elif be te se” diye gırtlak paralayan sübyan mektebinin damı altında mı?
- Şu istatistik kitabındadır belki?
- Ne yazıyor o?
- Yüzde yetmiş Türk’ün yeni yazıyı sökemediğini yazıyor.
- Çevir o yaprağı... Belki bir başka sayfadadır. Ne yazıyor şurada?
- Yirmi iki milyon Türk’ün karanlıkta olduğunu yazıyor.
- Hayır, hayır...
Hiçbirinde değil onun izi. Sakın radyo hoparlöründe olmasın?
- Çevir bakalım düğmeyi... Ne var?
- Mevlit.
Demek devlet radyosunda da yok onun izi... Sakın şu adam bilmesin onun izini?
- Kim bu adam?
- Politikacı.
- Ne demek politikacı?
- Halkı idare eden adam.
- Yani Atatürk ilkelerini halk önünde savunan adam!
- ???
- Niçin sustun? Değil mi o? Gidelim öyleyse... Batı’ya gidelim. Doğu’ya gidelim... Arayalım onun izini... Susuz ve yolsuz köylerden geçelim. Kim bu adam?
- Ağa!
- Ne demek ağa? Kim bu kadınlar? Kim bu adamlar?
- Bunlar karıları... Bunlar da köylüleri...
- Ne demek karıları? Ne demek köylüleri? Hani beylik, paşalık, ağalık yok demişti Atatürk... Gidelim.
*
Bugün 10 Kasım. Ve salonlarda birtakım insanlar toplanıp “izindeyiz, izindeyiz...” diye bağıracaklar. Resmi bildiriler ustura gibi kelimelerin “anma törenlerinde” yankılanacak.
Hepsi laf... Atatürkçülük, salonlarda tören olmaktan çıkıp halkın hayatına töre olduğu gün Atatürkçülüktür. Gerisi politika gevezeliği...
Bunun içindir ki “izindeyiz” diye bağırırken üzüntüyle düşünmeliyiz. Bugün “İzindeyiz” diye bağıran birtakım ikiyüzlülerin suratında bir tokat izi olmalıydı Atatürkçülük... Bunu yapamadık. Yirmi beş yıl sonra 10 Kasım’ın Türkiye’ye verdiği keder, Atatürk’ün ölümünden çok bu halimizden doğuyor.

9 Kasım 2011 Çarşamba

Unutma, unutturma! - Tülay Hergünlü

“Samsun’a çıktığım gün genel durum ve görünüm
1919 yılı Mayısı’nın 19. Günü Samsun’a çıktım. Genel durum ve görünüm:
Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu grup, Dünya Savaşı’nda yenilmiş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, ağır şartları olan bir ateşkes anlaşması imzalanmış. Dünya Savaşı’nın uzun yılları boyunca ulus yorgun ve fakir bir durumda. Ulusu ve ülkeyi Dünya Savaşı’na sokanlar, kendi hayatlarının derdine düşerek, ülkeden kaçmışlar. Saltanat ve hilafet makamında bulunan Vahdettin soysuzlaşmış, kendini ve yalnızca tahtını güvenceye alabileceği alçakça önlemler araştırmakta. Damat Ferit Paşa’nın başkanlığındaki hükümet zavallı, beceriksiz, onursuz ve korkak; yalnızca padişahın buyruğuna bağlı ve onunla beraber kendilerini koruyabilecek herhangi bir duruma razı.
Ordunun elinden silahları, cephanesi alınmış ve alınmakta…
İtilaf devletleri, ateşkes hükümlerine uymaya gerek görmüyorlar. Birer bahaneyle, İtilaf donanmaları ve askerleri İstanbul’da. Adana ili Fransızlar; Urfa, Maraş ve Ayıntap (Antep), İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya’da İtalyan askeri birlikleri; Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor. Her tarafta yabancı subay ve görevlilerle özel ajanlar çalışmakta. Sonuçta konuşmamıza başlangıç kabul ettiğimiz tarihten dört gün önce, 15 Mayıs 1919’da İtilaf devletlerinin onayıyla Yunan ordusu İzmir’ e çıkartılıyor.
Bundan başka, ülkenin her tarafında Hıristiyanlar gizli, açık, özel istek ve amaçlarının gerçekleşmesini sağlamak ve devletin bir an önce çökmesi için çalışıyorlar.
…Daha sonra elde edilen sağlam bilgi ve belgelerle görüldü ki, İstanbul Rum Patrikhanesi’nde kurulan Mavri Mira heyeti illerde çeteler kurmak ve yönetmek, mitingler ve propagandalar yaptırmakla uğraşıyor.
Ülke içinde ve İstanbul’da ulusal varlığa düşman kuruluşlar
Kurulmaya başlayan bu cemiyetlerden başka, ülke içinde daha birtakım girişimler ve kuruluşlar da ortaya çıkmıştır. Bunlar arasında Diyarbakır, Bitlis, Elazığ illerinde, İstanbul’dan yönetilen Kürt Teali Cemiyeti vardı. Bu cemiyetin amacı, yabancı koruması altında bir Kürt devleti oluşturmaktı.
İngiliz Muhipler Cemiyeti
İstanbul’da türlü amaçlarla, gizli ve açık olmak üzere kurulmuş parti veya cemiyet adı altında birtakım kuruluşlar vardı. İstanbul’da önemli sayılacak girişimlerden biri İngiliz Muhipler Cemiyeti’ydi. (İngiliz Severler Cemiyeti T.H. notu)
…Bu cemiyete katılanların başında Osmanlı padişahı ve yeryüzünün halifesi adını taşıyan Vahdettin, Damat Ferit Paşa, İçişleri Bakanlığı’nda bulunan Ali Kemal, Adil ve Mehmet Ali beyler ve Sait Molla bulunuyordu. Cemiyette Rahip Fru (Frew) gibi İngiliz ulusundan bazı maceracılar da vardı. “
Yukarıda yer alan satırlar, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün bizzat kaleme aldığı büyük Söylevinin birinci ve dördüncü sayfalarından alınmıştır. (NUTUK)*
Bugün, Cumhuriyetin 88. Yıl kutlamalarını yaptırmayanların ve buna göz yumanların unuttuğu, unutturulduğu tarihi gerçeklerin bir tokat gibi yüzlerinde patlaması için bir kez daha hatırlatmak istiyoruz:
Unutma, unutturma!
600 yıllık cihan devleti Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinin üzerinden yeni bir devlet kuran, Anadolu’nun Hıristiyan gölü olmasına izin vermeyen Mustafa Kemal Atatürk’e, en büyük eseri olan Cumhuriyet’e ve devrimlerine dil uzatanları,
“Cumhuriyet bizim için bir amaç değil, araçtır” diyenleri
“Tek Adam yönetimi faşist bir yönetimdi” diyenleri,
Dünün vatan hainlerini bugün kahraman yapanları, bugünün vatan hainlerini ise “demokrasi” söyleminin ardına saklayanları,
Türk Ordusu’nun yönetim çatısını Hasdal’a hapsedenleri,
Anayasa’nın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddelerini tartışmaya açanları,
“İki bayrak, iki dil, iki devlet” isteyenleri,
Bölücü terör örgütü yandaşlarını Meclis’e sokanları,
Daha iyi anlayabilmek için;
Büyük Atatürk’ün NUTUK’unu 10 Kasım 2011’de bir kez daha oku, okut!
Unutma ve unutturma!
***
Büyük Atatürk, aramızdan ayrılışının 73. yılında seni özlem, minnet ve rahmetle anıyoruz…
Ruhun şâd olsun!

Tülay Hergünlü
İstanbul, 08.11.2011
*Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Gençler İçin Fotoğraflarla NUTUK.
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

7 Kasım 2011 Pazartesi

ATATÜRK ve Milli Eğitim

Hükümetin, TBMM'nin denetiminden geçirmeden, muhalefet partilerinin görüşünü almadan, bir kanun hükmünde kararname (KHK) ile silbaştan düzenlediği Milli Eğitim Bakanlığı'nın yeni Teşkilat Yasası'nı, Bakan Ömer Dinçer, 14 Eylül Çarşamba günü "Hiçbir ideolojik yönü yoktur" diyerek açıkladı.
“Ancak, ertesi gün yayın organlarından öğreniyoruz ki, Atatürk ve Cumhuriyet ilkelerine gönderme yapan şu bölümce yasadan çıkarılmış: Atatürk inkılap ve ilkelerine ve anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı, Türk milletinin milli, ahlaki, manevi, tarihi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini, seven ve daima yüceltmeye çalışan; insan haklarına ve anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş vatandaş olarak yetiştirmek üzere, Bakanlığa bağlı her kademedeki öğretim kurumlarının öğretmen ve öğrencilerine ait bütün eğitim ve öğretim hizmetlerini planlamak, programlamak, yürütmek, takip ve denetim altında bulundurmak.”
Bakanlık Müsteşarı Sayın Emin Zararsız da, bu değişikliğe neden gerek görüldüğü kendisine sorulduğunda, "Bu ilkeler Anayasa'da ve Bakanlığın temel kanununda da yazılı olduğundan Teşkilat Kanunu'nda yer verilmesine gerek görülmedi" der.
1995 yılında Sivas'ta yaptığı bir konuşmada:
"Cumhuriyet kavramının aslında artık bizim için çok fazla bir mana ifade etmediğini söylememiz de mümkündür. Türkiye Cumhuriyeti'nin başlangıçta ortaya koyduğu bütün temel ilkelerin; laiklik, cumhuriyet ve milliyetçilik gibi birçok temel ilkenin yerini daha çok katılımcı, daha ademi merkezî, daha Müslüman bir yapıya devretmesi zorunluluğu ve artık bunun zamanının geldiği düşüncesini taşıyorum" diyen bugünün Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer'in, kendisiyle aynı görüşü paylaşması doğal olan müsteşarından gelen böyle bir yanıt, ne kadar inandırıcı olabilir?..
Anayasamızın 42'ncı; Milli Eğitim Temel Yasası'nın 2'nci maddesinde yer alan bu ilkenin MEB'in Teşkilat Yasası'ndan çıkarılmasıyla ulaşılmak istenen amaç, bir iki yuvarlak sözle örtülemeyecek kadar açık. Bu değişiklikle, Atatürk devrim ve ilkelerini, Cumhuriyetin temel niteliklerini benimseyen milli ve laik eğitim sonlandırılarak etnik ve dinsel eğitime kayma eğilimi gözlenmektedir.
KHK'ler ve yeni yönetmeliklerle getirilen:
1- İlköğretim öğrencilerinin yaş sınırı aranmadan Kuran kurslarına gönderilebilmesi... (Eski düzenlemede ilköğretim öğrencileri 5'inci sınıfı bitirmiş olmaları koşuluyla 11 yaşından sonra; hafızlık eğitimi veren kurslara da ilköğretimi bitirmiş olma koşuluyla 15 yaşından sonra Kuran kurslarına katılabiliyordu.)
2-İlköğretim öğrencilerinin okula devamsızlıklarını izlemek amacıyla hazırlanan "Aşamalı Devamsızlık Yönetimi" kapsamında, devamsız öğrencinin ailesine yapılacak ev ziyaretine bölgenin imamının da katılmasının; okullarda kurulacak kurullara, ihtiyaç duyulması halinde imanların da üye olmasının sağlanması...
Gibi laiklikten uzaklaşma görünümü veren değişiklikler de basınımızda tartışılır oldu.
***
Atatürk ve devrim çınarının her gün yeni bir dalının budandığı günümüzde bazı omuzlara ağır gelmeye başlayan Cumhuriyet'in, o bunalımlı kuruluş günlerline doğru şöyle bir uzanırsak:
İkinci İnönü Savaşı'ndan üç ay sonra, cephedeki güçleri artırılıp günün modern silah ve gereçleriyle donatılan Yunan ordusu 10 Temmuz 1921'-de yeni bir genel saldırıya geçer. 16 Temmuzda Kütahya bölgesinde tam cepheli kanlı savaşlar yapılmaktadır. Ülke, yoksulluk içerisinde; ordu, yorgun ve donanımsız; Büyük Millet Meclisi gergin ve tedirgin...
Kitaplığımda, ülkenin o kara günlerinin yoksulluğunu belgeleyen bir yapıt var: Türkiye Büyük Millet Meclisi Tutanak Dergisi'nin birinci cildinin ilk baskısı.
Devletin elinde dergi bastıracak kâğıt yok: Tutanak Dergisi'nin bir bölümü, ciltlenmeye elverişli olmayan, dikkatli kullanılmazsa yırtılıverecek sarı saman kâğıtlara basılmış; onlar tükenince, bir kısım toplantıların tutanağı kareli kağıtlara, bazıları da 1940'lara kadar "kesekâğıdı" denilen ve kâğıt torba yapmada kullanılan kahverengi kâğıtlara basılmış... Gün gelmiş, basım olanağı da kalmamış, mürekkepli kalemle elde yazılı sayfalar var cildin aralarda...
Yine o günlerde Garp Cephesi Kumandanı İsmet Paşa'nın (İnönü), yazılı emirlerini iletecek kâğıt bulunamadığından, Yunan tarafının, halkı yanıltmak ve yıldırmak amacıyla uçaklarla havadan attıkları el büyüklüğündeki propaganda kâğıtlarını toplatıp onları kullandığı, savaşa katılan kumandanların anılarında yer alır.
Kâğıt, eğitim demektir; kâğıtsız eğitim olmaz!..
Bir yanda bütün şiddetiyle bağımsızlık savaşı, diğer yanda yokluklar içerisinde var olma çırpınışları sürerken 16 Temmuz 1921 günü Mustafa Kemal, Ankara'da topladığı öğretmenlerle ilk Maarif Kongresi'ni (Milli Eğitim Kurultayı) düzenler ve açılış konuşmasını da kendisi yapar. Bu konuşmadan dikkate değer birkaç bölümce ile sözü Mustafa Kemal'e bırakalım:
Bayanlar, Baylar! (...)
Yüzyılların yüklettiği derin bir yönetim savsaklamasının devlet yapısında açtığı yaraları giderecek çabaların en büyüğünü, hiç kuşkusuz eğitim yolunda harcamak gerekecek... Gerçi bugün güçlerimizin bütün kaynağını düşmanlara karşı kullanmak zorundayız... Ancak elverişli ve yeterli koşulları elde edinceye kadar geçecek savaş günlerinde de tam bir özenle işlenip çizilmiş bir ulusal eğitim programı yapmaya ve eğitim ve öğretim kuruluşlarımızı bugünden verimli bir çabayla çalıştıracak esasları hazırlamaya bakmalıyız. Şimdiye kadar sürüp gelen okuma ve yetişme yanlışlıklarının ulusumuzun gerilemesinde en önemli nedenlerden biri olduğu kanısındayım. Onun için bir ulusal eğitim izlencesinden söz ederken eski dönemin boş inançlarından ve yaradılışımızdaki niteliklere uymayan yabancı düşüncelerden; Batıdan ve Doğudan gelen etkilerden tümüyle uzak, ulusal ve tarihsel doğamıza uygun bir eğitimden söz etmek istiyorum.
Silahıyla olduğu kadar kafası ile de savaşmak durumunda olan ulusumuzun, birincisinde gösterdiği gücü ikincisinde de göstereceğinden kuşkum olmamıştır.
Ulusumuzu yetiştirmek gibi kutsal bir ödevi benimsemiş olan yüce topluluğunuzun bugünkü koşulları göz önünde bulundurarak ve her türlü güçlüğü göze alarak bu yolda sarsılmadan yürüyeceğine güvenim vardır. Ödeviniz çok önemlidir, başarılı olmanızı dilerim.
***

Tarih 2 Ekim 1922, Mudanya Barış Anlaşması imzalanır ve Türk'ün "Kurtuluş Savaşı "sona erer. Bütün dünyanın -düşmanların bile- övgüyle karşıladıkları bu büyük utkuyu kutlamak için Bursa'ya gelen İstanbul öğretmenlerine Şark Tiyatrosu'nda Mustafa Kemal'in yaptığı konuşma da, özellikle öğretmenler için tarihi önemi olan bir belgedir.
Bayanlar, Baylar!
İstanbul'dan geliyorsunuz. Hoş geldiniz!
İstanbul'un ışık ocaklarını temsil eden yüce topluluğunuz karşısında duyduğum haz sonsuzdur. Yüreklerinizdeki duyguları, kafalarınızdaki düşünceleri doğrudan gözlerinizde ve alınlarınızda okumak benim için olağanüstü bir sevinç kaynağıdır...
Bir ulusu, uğradığı bir yıkımdan kurtarmakta, bir ulusu uyandırmakta, aydınların ne önemli bir ödevi olduğu gözden kaçmaz. Diyebiliriz ki bugüne ulus aydınlarının, doğruluğu, namusu, ulusu ve yurdu sevip kollayan çabaları ve hele günlük çıkarları hiçe sayan yüce duygularıyla kavuşabilmişizdir. Düşünceler anlamsız, akla sığmaz saçmalarla dolu olursa, o düşünceler hastalıklıdır. Bir de sosyal yaşayış, akıldan mantıktan uzak, faydasız, zararlı birtakım gelenek ve göreneklerle dopdolu olursa yaşama sayılmaz; ilerleyemez, gelişemez... Bunlar için bilgi gerekir, teknik gerekir. Bilginin, tekniğin çalışma ve oluşma çevresi okuldur. Bunun için okullar açmak ve artırmak gerektir... Okul, genç kafalara insanlığı saymayı, ulus ve ülkeyi sevmeyi, bağımsız yaşamayı öğretir; bağımsızlık tehlikeye düştüğü zaman onu kurtarmak için tutulması gereken en doğru yolu belleten okuldur.
Yurdu ve ulusu kurtarmaya çalışanların seçtikleri yolda birer namuslu uzman , birer şerefli bilgin olmaları gerekir. Bunu sağlayan okuldur. Ancak böylelikle her türlü girişimi güzel sonuçlara ulaştırmak elimizde olabilir.
Akla uygun hiçbir nedene dayanmayan birtakım geleneklerin, inanışların korunmasında direnip duran ulusların ilerlemesi çok güç olur, belki hiç olmaz. ilerleme yolunda bağlarını ve koşullarını aşamayan uluslar çağa uygun, akla uygun bir yaşama içinde olamazlar; genel yaşamda görüşü geniş olan ulusların ellerine düşüp onlara tutsak olmaktan kurtulamazlar... Kesin olarak bilmeliyiz ki iki ayrı parça halinde yaşayan uluslar zayıftır, hastadır. Çocuklarımıza ve gençlerimize uygulayacağımız öğretim ne olursa olsun, onları:
1-Ulusa,
2-Türkiye Devletine,
3-Türkiye Büyük Millet Meclisine düşman olanlarla savaşabilecek bilgiler ve inançlarla donatacağız. Özgürlüğünü ve bağımsızlığını koruma yolunda savaş vermeyi bilmeyen uluslar için yaşama hakkı yoktur. Bu uğurda savaş gerekmektedir...
Bayanlar, Baylar! Ordularımızın kazandığı zafer, sizin eğitim ordularınızın zaferi için yer açtı, yol hazırladı. Gerçek zaferi sizler kazanacak, sizler koruyup sürdüreceksiniz. Bunu başaracağınızdan kuşkum yoktur...
***
İşte 1921, 1922'ler; işte 2000'ler... Yine de Atatürk'ün büyük bir güvenle yurt çocuklarını emanet ettiği o milli eğitim ordusunun, her şeye karşın, onun yolunda, onun ilkelerine bağlı yurttaşlar yetiştirecekleri inancıyla 24 Kasım Öğretmenler Günü'nü kutluyor, mutlu ve umutlu yarınlar diliyorum.


Orhan Velidedeoğlu(Bütün Dünya dergisi)

4 Kasım 2011 Cuma

Diktatör(!) Den birkaç anı!

Günümüzde diktatörün alâsı dururken, bu vatana ömrünü vakfetmiş bir deha ile neden uğraşılır? Çünkü Ondan gelecek bir tehlike yok. Çıkar da yok. O bedenen yaşamıyor. Cevap veremiyor.
Ama diğeri bu geçici dünyada şimdilik hancı. Hem çok korkutuyor, hem de hoşuna gidecek şeyler söyleyenlere ulûfe dağıtıyor. Karı-Koca o kanaldan bu kanala koşturup küpü dolduruyorsunuz. Yeter ki, vicdan, utanma, ahlâk, namus gibi günümüzde “para etmeyen” zararlı(!) taraflarınız olmasın! Şimdi o diktatör(!) den birkaç anı aktaralım da dincilerin, bölücülerin, kısacası kendilerini bu topluma ve bu topraklara ait hissetmeyen emperyalizmin cici çocuklarının O’nu neden sevmeyip her fırsatta o kirli dillerine doladıklarını anlatmaya çalışalım(*): “Lozan Barış’ından sonra idi. Bir akşam Atatürk’ün sofrasına Özel Kalem Müdürü telaşla yaklaştı ve bir şifreyi okudu. Çanakkale Valiliği’nden geliyordu. İki büyük devlet Çanakkale’nin bazı yerlerine kendi bayraklarını asacaklarını bildirmişler. Vali de bunu haber veriyor ve ne yapması emredileceğini soruyordu.Mesele mühimdi.Türk topraklarına yabancı milletlerin bayrakları asılacaktı.Atatürk telgrafın mahiyetini öğrenince: ‘Acelesi yok’ cevabını vererek Özel Kalem Müdürü’nü yolladı. Oysa Vali acele kaydı ile şifreyi çekmiş ve acele cevap istiyordu. Bayrak asılırken bir linç olayından veya çıkacak kavgalardan çekiniyordu. Özel Kalem Müdürü aralıklarla beş defa daha olayı hatırlattı ise de aldığı cevap aynı idi. Nihayet gün ağarırken Atatürk Özel Kalem Müdürü’nü çağırttı ve sordu: ‘Şifreye cevap verdiniz mi?’ ‘Hayır.’ ’Öyleyse yazınız. Çanakkale Valiliği’ne, Çanakkale topraklarına yabancı bayrağı çekmek isteyenler kim olurlarsa olsunlar, derhal ellerine kelepçe takarak Ankara’ya sevk ediniz’ dedi ve sordu: ’Ne yapacaksınız şimdi?’ “Şifreye şifre ile cevap vereceğiz.’ ‘Hayır’ dedi. ’Şifre ile değil, bu telgrafı açık çekeceksin.’ Telgraf çekildi ve yabancı devlet bayrakları ne bahsedilen saatte ne de hiçbir zaman çekilmedi!”
“23 Nisan 1920 tarihinde Ankara’da Büyük Millet Meclisi daha yeni açılmıştı. Memleketin her tarafından birçok mebus gelmişti.Gelenlerin bir kısmı, Ankara’da hiçbir şeyin olmadığını görünce yeise düştüler. Ne para var, ne yatacak otel, eski bir şehir. Buna mukabil İstanbul’da Dolmabahçe’de oturan bir Padişah, hazine, ordular ve cephane. Burada ise bir tek adam var. O da Mustafa Kemal Paşa… Bazılarına bu dava çürük gelmiş olacak ki, memleketlerine dönmeye karar verdiler.Bunlar geri dönerlerse Meclis’te bir huzursuzluk olacağını anlayan Atatürk bir oturumda kürsüye çıktı. O gün pek heyecanlı idi. Belki Atatürk’ün hayatında böyle canlı bir tablo daha doğmamıştı. Mebuslara hitaben: ‘İşittim ki bazı arkadaşlar yoksulluğumuzu bahane ederek memleketlerine dönmek istiyorlarmış. Ben kimseyi zorla Milli Meclis’e davet etmedim. Herkes kararlarında hürdür. İstedikleri gibi hareket edebilirler. Bunlara başkaları da katılabilir. Ben bu mukaddes davaya inanmış bir insan sıfatıyla buradan, bir daha bir yere gitmemeye karar verdim. Hatta hepiniz gidebilirsiniz.Asker Mustafa Kemal! Mavzerini eline alır, fişeklerini göğsüne dizer, bir eline de bayrağı alır, bu şekilde Elmadağ’a çıkar… Orada tek kurşunum kalana kadar vatanımı müdafaa ederim. Kurşunlarım bitince bu aciz vücudumu bayrağıma sarar, düşman kurşunlarıyla yaralanır, temiz kanımı, mukaddes bayrağıma içire içire tek başıma can veririm. Ben buna and içtim.’ deyince herkesi bir heyecan aldı ve bir daha O’nun yanından ayrılmadılar.”
“Atatürk 1923’te irticayı şöyle tanımlamaktadır: Hayatın felsefesi, tarihin garip tecellisi şudur ki; her iyi, her güzel şey karşısında onu imha edecek bir kuvvet belirir. Bizim dilimizde buna ’irtica’ derler. İyi bir şey yaptınız mı biliniz ki bunu imha etmek için karşınıza muhalif, mürteci bir kuvvet çıkacaktır. Bundan dolayı yapmadan evvel, çıkacak kara kuvvetin imhası tedbirini de almak lazımdır. Bütün millet emin ve müsterih olsun ki, bugünkü inkılâbı yapanlar ve onu tamamlamaya karar verenler, karşılarına çıkacak menfi kuvvetleri çıktığı noktada ezebilecek kudrete, kabiliyete, tedbire maliktirler. Bundan dolayı, tekrar katiyetle beyan ederim ki, milletin hakimiyeti ebedidir. Onu bozacak ve ona zarar verebilecek kuvvet yoktur ve olamaz!”

Böyle yüce bir Türk’ü neden unutturmak istediklerini, ondan neden hala korkup nefret ettiklerini ve kendi sıfatlarını O’na yakıştırmaya kalktıklarını bu örneklerden daha güzel ne anlatabilir acaba?


Reşit Çağın İLK KURŞUN 3 Kasım 2011
(*) Her Yönüyle İnsan Atatürk-İlknur Güntürkün Kalıpçı

2 Kasım 2011 Çarşamba

İsmet İnönü’yü Diline Dolayanlar Bu Mektubtan Utanacak Mı

İsmet İnönü’nün yurtdışında (ABD) okuyan oğluna yazdığı mektuplar 1988’de, “Baba İnönü’den Oğul İnönü’ye Mektuplar” (Bilgi) adıyla yayınlanmıştı.
Can Dündar, Erdal İnönü’nün de babasına ABD’den yazıp gönderdiği mektuplarla, baba İnönü’nün yazdıklarını karşılıklı yayınladı: “Canım Erdalım, Sevgili Babacığım” (Can)
Yakın tarihe meraklılar için hayli ilginç bilgilerin bulunduğu mektuplar, Cumhurbaşkanı baba ile üniversite öğrencisi oğlun ilişkisinin ne derece sıcak, düzeyli, saygılı olduğunu gözler önüne seriyor.
Son yıllarda İsmet İnönü AKP’liler tarafından siyaset malzemesi yapılıyor ve neredeyse “faşist” denmeye getiriliyor. Bu nedenle baba-oğlun birer mektubunu yayınlıyoruz. 1950 seçimini DP kazanmış ve iktidara gelmiştir. 12 yıllık “Milli Şef” iktidarı son bulmuştu.
Bakın oğul Erdal İnönü 16 Mayıs 1950’de babasına yazdığı mektupta ne diyor:
EN BÜYÜK ZAFERİMİZ
16 Mayıs 1950 / Salı
“Sevgili Babacığım,
Dün sabah erkenden Ömer'in çoğunluğu kaybettiğimizi bildiren telgrafını aldım. Akşam gazetelerinde biraz havadis vardı. Malatya'dan seçildiğinizi, fakat genel sonucun 150'ye karşı 300 civarında olduğunu yazıyordu. Geçmiş olsun. Ne kadar ihtiyatlı beklenmiş olursa olsun gene bir şok tesiri yapmıştır herhalde. Umarım şimdiye kadar hepsi geçmiş, neşeniz yerine gelmiştir.
Teferruattan haberim yok tabii. Bir haberde seçimlerin gayet muntazam geçtiğini, büyük bir çokluğun seçimlere katıldığını okudum, çok sevindim. Asıl başarı bu. Netice itibarıyle memleketimizde demokrasi olduğunu dünyaya ispat edecek kesin olay, düzgün, hadisesiz bir iktidar partisi değişmesi geçirmekti. Bunu yapabilmek, bu seçimlerin hakikatta en büyük zaferimizi ilan ettiği anlaşılacak. Gerisinin ne ehemmiyeti var, canınız sağ olsun.
Bir defa da muhalefet liderliğini tecrübe etmek mukaddermiş demek. Bunun da başka bir tadı olacak herhalde. Memlekete hayırlı olsun. İnşallah Demokrat Parti iktidarı bir duraklama devresi olmaz, yürümekte olduğumuz ilerleme yolunda sendelemeyiz.
Yeni Kamutay ne zaman toplanıyor acaba; o zamana kadar sıkıntılarınız bitmeyecektir. Bir an evvel toplansa da dinlenecek hale gelseniz. Rahat rahat dinlendiğinizi, keyfinizin yerinde olduğunu duymaktan büyük sevinç duyacağım.
Sevgilerle, özleyişle ellerinizden öperim canım babacığım!
Erdal İnönü”
İsmet İnönü oğlundan gelen bu mektubu son bakanlar kurulu toplantısında okudu.
Sonra oğluna da yanıt yazdı:
NE KADAR İYİ YÜREKLİ YAZIYORSUN
22 Mayıs 1950 / Pazartesi
“Sevgili Erdalım,
Şimdi mektubunu aldık. İlk duyguların. Ne kadar iyi yürekli, filozofik ve ahlaklı yazıyorsun. Teşekkür ederim. Seninle bir daha iftihar ettim.
Evimize taşındık. İçinden hiç çıkmamış gibi bir rahatlık içindeyim. Bu mektubumu eski kütüphanemden yazıyorum. Annen bir haftadır taşınma için pek çok çalıştı. Yorgun olduğunu görüyorum. Amma sıhhati, neşesi yerinde çok şükür. Özden, Ömer, büyükannen herkes vaziyeti iyi ve tabii aldılar. Benim üzüntüye düşmemekliğim için bütün hünerlerini kullandılar. Hepsinin kıymeti gönlümde bir derece daha artmıştır, eğer buna imkan var ise...
Seçimi fena nispette kaybettik. (...) Niçin kaybettik? İnsaflı, insafsız bin bir sebebi var. Fakat en başta geleni değişiklik arzusudur. Bu da milletlerin hem masum, hem tabii bir arzularıdır. En sıkıntılı zaman, kaybolmuş bir seçimden sonra geçen bir haftadır. Şimdi bu bitti. İki gün sonra yeni cumhurbaşkanı ve hükümet seçilecektir. Saat 18.30'da da ben yeni cumhurbaşkanını tebrik edeceğim. Bu bir hafta, çok şükür sarsıntısız geçmiştir.
5 seneden beri, politikacılar benim için nasıl bir düşmanlık havası yaratmaya çalıştılar, bilirsin. Seçimin neticesini alır almaz her yerden bize karşı sempati duyulmaya çalıştı. Hatta yanlış bir şey yapıldığı hissinin halkta göründüğünü söyleyenler bile var. Bunların ehemmiyeti yalnız bir noktadadır; o da İnönü ailesine karşı düşmanlık telkini muvaffak olmamıştır; itibarımız içeride, dışarıda artmıştır. Taşıdığınız adla haklı olarak iftihar edeceksiniz.
Bu seçim, memlekette yeni bir hayat tarzı kurmak için giriştiğimiz teşebbüste ne kadar ciddi ve samimi olduğumuzu ispat etmiştir. Memleket için, hepimiz için şeref olmuştur.
Hep iyiyiz. Gözlerinden öperiz.
Sağ ol, var ol, canım Erdalım.”
Rahmetli İsmet İnönü, “İnönü ailesine karşı düşmanlık telkini muvaffak olamamıştır” diyerek ne derece yanıldığını 1950’den başlayarak görecektir.
Ve öyle ki o düşmanlık aradan 60 yıl geçmesine karşın, hâlâ devam etmektedir.
Odatv.com

1 Kasım 2011 Salı

Türkçe ve Dil Devrimi

HARF DEVRİMİ (1 KASIM 1928)


Türkiye Cumhuriyeti Yazısını Niçin Değiştirdi?

Türkiye Cumhuriyeti beşinci yılını doldurur ve birbiri arkasına devrimler yapılırken Mustafa Kemal ve arkadaşları ekin devriminin en önemli, en büyük adımını atmaya hazırlanırlar. Çünkü genç cumhuriyete, Osmanlı İmparatorluğunun kalıtı olan Arap abecesi türlü sorunlar yaratmaktadır. İmparatorluk, yüzyıllarca Arap abecesini kullanmıştır. Bu abece, doğallıkla bükünlü bir dil olan Arapçanın doğasına yatkındır; bağlantılı dil özelliği taşıyan Türkçenin doğasındaki sesleri yansıtmaktan uzak bir dizgedir; Türkçenin ünlü seslerini göstermemekte; h, k, s gibi kimi ünsüzler için birkaç ayrı harf kullanılmaktadır.

Arap abecesi, ayrıca dinsel anlamlar yüklenmiş bir dizgedir. Okuryazar olmayan halk, bu abeceyle yazılmış tüm kitaplara, gördüğü her basılı kâğıda inanç penceresinden bakmakta, kutsal kitap yazısıyla yazılmış her şeyi âdeta kutsallaştırmakta; bu nedenle salt okuma yazma bilmek bile dinle ilişkilendirilmekteydi. Okuryazar olmayan halk, dilekçesini, mektubunu yazmaktan yoksundu, eski yazıyı bilenlerin yönlendirmesine açıktı.

Yönünü çağdaş uygarlığa çeviren genç cumhuriyetin amaçladığı devrimlerin yaşama biçimi olması için ilk engellerden biri yazıdır. Kaldı ki cumhuriyet öncesi yazı ve dil, Osmanlı aydınlarınca da yoğun tartışmalara yol açmıştır. Mustafa Kemal'in yazının değiştirilmesine ilişkin düşüncesi yeni değildir, bu düşünceyi çevresiyle tartışarak geliştirmiş, o güne değin yapılan çalışmalar da göz önüne alınarak bir kurul oluşturulmuş, bu kurula "Alfabe Komisyonu" denmiş, bu adın yanına bir de "Dil Encümeni" eklenmiştir.

Bu kurulda dokuz üye bulunuyordu. Ragıp Hulusi Özden, İbrahim Grantay, Ahmet Cevat Emre, Emin Erişirgil, İhsan Sungu, Avni Başman, Falih Rıfkı Atay, Ruşen Eşref Ünaydın, Yakup Kadri Karaosmanloğlu'ndan oluşan kurul çalışmalarını kısa zamanda tamamladı.

Mustafa Kemal, yeni abeceyi Dilci İbrahim Necmi Dilmen'den öğrenmiş, 4-5 Ağustos 1928 gecesi Başbakan İsmet İnönü'ye yeni harflerle mektup yazmıştı. 9-10 Ağustos akşamı Sarayburnu'nda düzenlenen bir dinletide Falih Rıfkı Atay, Atatürk'ün yeni harflerle yazdığı açıklamayı yüksek sesle okudu:

"Arkadaşlar, güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz. Bizim güzel, ahenkli, zengin dilimiz yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Yüzyıllardan bu yana kafalarımızı demir çerçeve içinde bulundurarak anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak, bunu anlamak zorundasınız. Anladığımızın belirtilerine yakın gelecekte bütün dünya tanık olacaktır. Buna kesinlikle inanıyorum."

Atatürk, aynı gece Sarayburnu'nda halka şunları söylemiştir:

"Bugün yapmak zorunda bulunduğumuz çok değerli bir iş daha vardır: Yeni Türk harflerini çabuk öğrenmek... Kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya, bütün yurttaşlara öğretiniz... Bunu yurtseverlik, ulusseverlik görevi biliniz. Bu görevi yaparken düşününüz ki bir ulusun, bir sosyal topluluğun yüzde onu ancak okuma yazma bilir, yüzde doksanı bilmezse, bundan insan olanların utanması gerek."

Atatürk, yazıyı değiştirecek devrimi anlatabilmek için hemen yurt gezilerine başladı. Birçok yerde tahta başında yeni harfleri yazdı, yazdırdı; yeni yazıyı tanıttı, bu yazının ne denli kolay öğrenilebileceğini belirterek her konuda olduğu gibi bu işte de ulusuna öncü oldu. Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1 Kasım 1928'de 1353 Sayılı Yasayla 29 harften oluşan yeni Türk abecesini kabul etti. Yeni abecenin bütün ulusa öğretilmesi, "Millet Mektepleri" (Ulus Okulları) denilen, bir bakıma ülkedeki ekin devrimini hızlandıran kurumlar aracığıyla sağlandı.

Mustafa Kemal Atatürk'ün, 1 Kasım 1928'de TBMM'yi açarken söylediği şu sözler, Harf Devrimini ve önemini çok iyi tanımlamaktadır:

"Büyük Millet Meclisi'nin kararıyla Türk harflerinin kesinlik ve yasallık kazanması, bu memleketin yükselme uğraşında başlıbaşına bir geçit olacaktır.

Yeni Yazı, Eski Dile Ayna Tutuyor

Yeni yazı, bir gerçeği gözler önüne sermişti. Bu yazıyla Osmanlıcayı oluşturan yabancı sözcükleri, tamlamaları yazmak, yazım birliği sağlamak kolay olmuyordu. Yazı Devrimi, bir bakıma dile ayna tutmuş, Türkçenin üzerinden kalın bir perde kalkmıştı sanki. Başka dillerden, özellikle Arapça ve Farsçadan akın eden, bu dillerin yapısına uydurulmaya çalışılarak yapılan uzunlu kısalı, anlaşılması zor "terkipler"in, her biri başka başka yazılan batı kaynaklı sözcüklerin boyunduruğu altındaki Türkçe tanınmayacak durumdaydı. Kuşkusuz Osmanlıca, yüzyıllar süren bir imparatorluğun diliydi; bu nedenle yadsınamazdı; ama kendi benliğinden çok uzaklaşmış bir dille genç cumhuriyetin bilimsel, sanatsal yaratıcılığının ortaya çıkarması, düşünsel üretimin hızlanması, bütün bilim, sanat, teknik kavramların karşılanması da olanaksızdı.

Mustafa Kemal, dilin de yenileşmesi gerektiğini yakın çevresine açıklamıştı. Yazı Devrimini gerçekleştiren "Dil Encümeni" dağılmamış, Milli Eğitim Bakanlığı içinde bir birim olarak dil işleriyle ilgilenmeye başlamıştı. Yazım (imla) konusu, bu kurulun çözmesi gereken ilk sorundu, nitekim "Dil Encümeni" ilkin "İmla Lügatı" (1928) adıyla bir yazım kılavuzu hazırladı. Arkasından "Türk Söz Kitabı" adıyla sözlük hazırlığına girişildi. Ancak hem kurul üyeleri arasında anlaşmazlık vardı, hem bu anlaşmazlıklar TBMM kürsüsüne dek uzanıyordu. Bu kurulun dilin yenileşmesi için sağlıklı çalışamayacağı, siyasal erkin dil işlerine sık sık karışacağı belli olmuştu; nitekim 1931 yazında Milli Eğitim Bakanlığı ödeneğini kesince, Dil Encümeninin çalışmaları son buldu.

DİL DEVRİMİ (12 TEMMUZ 1932)


Dilde Devrim Yapmak Bir Zorunluluktu


Türkiye Cumhuriyeti'nde uluslaşma sürecini tamamlayan Türk Devriminin ya da Atatürk devrimlerinin en önemli basamaklarından ilki cumhuriyetin kuruluşundan dört yıl sonra yapılan Harf Devrimi, ikincisi de cumhuriyetin kuruluşundan dokuz yıl sonra yaşama geçen Dil Devrimidir. Dilbilimci-Yazar Prof. Dr. Tahsin Yücel, Yazı Devriminden Dil Devrimine uzanan süreci şöyle anlatır:

“Cumhuriyetten önce Türkiye’de okuryazarlığın bile herkesin erişemediği bir ayrıcalık olarak kaldığı, yurt çapında bir ulusal eğitimin varlığından söz etmenin güç olduğu göz önüne alınınca, örneğin üçgen, dörtgen, açı gibi terimlerin bile eski karşılıklarının ne Türkçeliklerinden söz edilebilirdi, ne Türkçeleşmişliklerinden. ‘Bunların hiçbir karşılığı yoktu’ demek daha doğru olurdu. Ama Türkçe de bütün diller gibi sonsuz sayıda bildiri üretmeye elverişli bir dizge olduğuna göre, yeni gereksinimleri kendi olanaklarıyla kendi kaynaklarından sağlamasından daha doğal bir şey olamazdı. Bunun için büyük Atatürk’ün söylediği gibi, onu ‘bilinçle işlemek’ yeter, bilinçle işlenebilmesi için de genellikle yazıyı sözden üstün tutma alışkanlığında olan aydınların onu bir yazı dili olarak somut biçimde algılayabilmelerini sağlamak gerekirdi.

Bu açıdan bakınca, Yazı Devriminin Dil Devriminden önce başlatılması gerçekten derin bir sezginin, gerçekten derin bir dil duygusunun belirtisidir. Atatürk, ‘Bizim zengin, uyumlu dilimiz yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir’ derken, öncelikle dilsel bir gereksinimi vurgular, ulusumuzun ‘güzel ve soylu diline kolay uyan’ bu aracın bizi ‘az emekle, kısa yoldan’ kurtaracağını söylediği ‘bilisizlik’ de aynı zamanda dilsel bir bilisizliktir. Hiç kuşkusuz başka yararları da vardır Yazı Devriminin, okuyup yazmayı kolaylaştırır. (…) Gerçekten yeni abecenin benimsenmesinin salt bir yazı değişimi olarak kalmayacağını o dönemin devrimcileri de tutucuları da seziyorlardı.

Falih Rıfkı Atay, yeni abecenin hazırlanışı sırasında çıkan tartışmalardan söz ederken açıkça ortaya koyar bunu: ‘Yeni yazı komisyonunda biz Türkçüler kazandık. Sağcılar Arap ve Farsça sözlerini bütün değerleri ile belirtecek harfler aramışlardır. Arapçada üç noktalı se başka, dişli sin başkadır: Süreyya ve selim aynı söylenmez. Biz buna karşı koyduk. Çünkü Türk ağzında bu söyleniş farkı kalmamıştır. Asıl kavga q harfinden koptu: K harfli Türkçe kelimeleri ince seslilerle ke, kalınlarla ka okuruz. Biz Türkçe alfabe için q harfine lüzum olmadığını ileri sürdük. Yabancı kelimeler ya ayıklanıp gidecek, yahut Türk ağzına uyacaktı’ der, sonra da devrimin gelişimini yakından izlemiş bir yazar olarak kesin gözlemini ekler: ‘Yeni yazı Türkçeleşme hareketine hız vermiştir. Osmanlıcanın devam etmesine imkân yoktu.’

Gerçekten de eğitimin yaygınlaşmaya, okuyanların sayısının hızla çoğalmaya başladığı bir dönemde Osmanlı yazı dili öğelerinin dilimize eskiden olduğundan da fazla karışması işten bile değilken, yeni yazı buna olanak vermedi. Tam tersine Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun söylediği gibi, ‘Harf Devrimi kesinlikle Dil Devrimini, yani karma bir dil olan Osmanlıcadan ulusal bir dil Türkçeye geçişi getirecekti ve nitekim getirdi de.’

Görüldüğü gibi, Yazı Devrimi Türkçeyi bilinçle işlemenin önkoşulu ve ilk evresidir. 12 Temmuz 1932’de Atatürk’ün öncülüğünde, Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin kurulmasından, 26 Eylül 1932’de Birinci Türk Dili Kurultayının toplanmasından sonra da bu eğilim dizgesel bir çabaya dönüşür. 1936 yılında Üçüncü Türk Dili Kurultayında, Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin adının Türk Dil Kurumu’na dönüştürülmesiyse bu çabaların kısa sürede sağladığı büyük başarıya tanıklık eder.” (Dil Devrimi ve Sonuçları, TDK Yayınları, Ankara 1982, s. 33 ve ötesi)

Bu bilgilerin ışığında Dil Devrimini kısaca, Türkçe ile düşünmeyi, Türkçenin bütün, bilim, sanat ve teknik kavramları karşılayacak yolda gelişmesini sağlayan eylemdir, diye tanımlayabiliriz. Dilbilimci Kâmile İmer de "Dil Devrimi nedir" sorusunu şöyle yanıtlıyor:

"Dili daha çok yerli öğelerin egemen olduğu bir kültür dili durumuna getirmek amacıyla yapılan ve devletin desteğini kazanmış olan ulus çapındaki dili geliştirme eylemine 'Dil Devrimi' adı verilmektedir." (Dilde Değişme ve Gelişme Açısından Türk Dil Devrimi, TDK Yayınları, Ankara, 1976, s. 31 ve ötesi)

Dil Devrimi, dilbilimcilerin belirttiği gibi, doğrudan dilin gelişmesiyle ilgilidir. Devrim süreciyle yüzyıllarca Türkçenin unutulan sözcükleri kullanılır olmuş, işletilemeyen ek-kök ya da gövdeleri işlerlik kazanmış, böylece dilimiz, Mustafa Kemal’in de belirttiği gibi “bilinçle” ele alınmıştır. Dilde devrim yapılamayacağını, türetme işinde “aşırılığa” kaçıldığını öne sürenlerse, yapılan eylemin Türkçenin işlenmesi olduğunu göz ardı ederek ve Dil Devrimini sözcük türetme eylemiyle sınırlı tutarak, türetilen sözcükleri de devrimi de küçümsemişlerdir. Yanlış kullanılan Arapça ve Farsça sözcüklerle, yanlış kurulan eski “terkip”leri bile “galatımeşhur” (yaygın yanlış) diyerek hoşgörenler, “toplum, okul, ilginç, örneğin…” gibi pek çok sözcüğün yanlış yapıldığını, “-sal /-sel” gibi kimi eklerle sözcük türetilemeyeceğini savlayarak Türkçenin kendi olanaklarıyla yapılan sözcüklerden hoşgörüyü esirgemişlerdir.

Her insan, kendi dilinin sözcükleri arasında bağ kurarak kendi tümcesini kurar ve düşüncesini anlatır. Sözcük ve kavramları zengin bir dil, düşüncenin aktarılmasını, iletişimi kolaylaştırır. Bu açıdan bakınca Türkçeye yeni sözcükler, kavramlar kazandıran Dil Devrimi aynı zamanda düşüncenin yenileşmesini sağlayan bir eylemdir. Yine İmer'in söylediği gibi, "Dil Devriminin gerçekleşmesini sağlayan etkenler, aynı zamanda onun amaçlarını ortaya koymaktadır. Uluslaşma etkeni dili yabancı öğelerden temizleme amacını, öteki de kültür dili durumuna getirmeyi amaçlamaktadır. Bu amaçların olumlu sonuçlar vermesi, ortaya çıkan ürünlerin toplumun malı olmasına bağlıdır. Devletin desteği olmaksızın dilde yapılan devrim, bireysel bir eylem olarak kalır, topluma mal olmaz. Dil Devriminin hazırlık evresindeki çabalar, bunun en güzel örnekleridir. Türk Dil Devriminin hazırlık evresi olarak nitelendirebileceğimiz ve Tanzimat Fermanı ile başlayan dönemdeki dili temizleme isteği toplumu kapsayamamıştır. Ancak cumhuriyetten sonra, 1932 yılında devletin öncülüğünde Türk Dili Tetkik Cemiyetinin kuruluşuyla dilde yapılan yenilikler, ulus çapında bir eylem olarak topluma mal olmaya başlamıştır." (Agy, s. 32)

Dil Devrimi hızla topluma mal olmaya başlamışken özellikle Atatürk’ün ölümünden sonra devrime eleştiriler yoğunlaşır.

“Dili değiştirmeye kalkan biz değiliz ki! Bu dil, en aşağı yüzyıldan beri boyuna değişiyor. Niçin değişiyor. Bir kişi öyle dilemiş de buyurmuş, onun için mi değişiyor? Olur mu öyle şey? Yüzyıldan beri boyuna değişiyorsa demek ki bir sıkıntısı var, kendi kendine yetmiyor, kendini beğenmiyor; sınırları dar geliyor” (Söyleşiler, TDK Yayını, 1962, s. 113) diyen Nurullah Ataç kuşkusuz haklıdır. Hiçbir dil kendi kendine değişemez, gelişemez. Tarihin hiçbir döneminde hiçbir dil, kendi akışına bırakılmamıştır. Gelişmiş toplumlar, bilim, sanat ve uygulayımda (teknikte) attıkları her adımı, yeni sözcüklerle, yeni kavramlarla adlandırmışlardır. Üstelik dünyada dilde devrim yapan ilk ve tek ülke Türkiye değildir. Almanya, Macaristan, İsrail ve Norveç, Türkiye’den çok çok önce dilde devrim yapma gereksinimi duymuşlardır (K. İmer, aynı yapıt, s. 36 ve ötesi).

Dil Devrimine Tepkiler Bilimsel Değil, Duygusaldır

Türkiye’deki dilde devrimin kuşaklar arasında kopukluğa yol açtığı, geçmişle bağımızı kopardığı türünden savlar, dilbilimsel veriler, olgular göz ardı edilerek yoğunlaştırılmış, 1950’den sonra bu savların sahipleri siyasal erkten de aldıkları destekle Dil Devriminin tam karşıtı olan “yaşayan Türkçe” söylemini özellikle eğitim kurumlarına egemen kılmışlardır.

Dil Devrimine karşı olanlar eleştiride olduğu gibi eleştirme biçiminde de ölçüyü kaçırmış, Dil Devrimini savunanlara, “ne idüğü bilirsiz manyaklar; kültürsüz, cahil, kasıtlı kişiler; dilimize güve gibi musallat olanlar; fareler; havhavcılar; türediler; birtakım herifler; Nurallah Ataç da olduğu gibi (işi) deliliğe kadar götüren bir ruh hastalığı ve kuru inatçı bir taassub; abesle uğraşma; ilmi tezyif ve istihkâr etme; hür teffekküre düşman olma; cehalet ve hiyanet; hoyrat; densiz; dinsiz; cibilliyetsiz; milletin aklı selimine küfretmek; gençliğin ruhi asaletini yıkan ve behimi hislerini kışkırtan sapıklık; manevi cinayet; milli facia; ilericiliğin soysuzlaşması; Hitlercilik; azılı bir ırkçılık, solculuk; komünistlik; komünistler…” gibi sıfatlar ve anlatımlarla saldırıyı yoğunlaştırmışlardır. Yazık ki bu tür sıfatları ve anlatımları yazıp konuşanlar arasında ordinaryüs profesörler, akademik sanı olan öğretim üyeleri, yazarlar, gazeteciler bulunmaktadır (T. Yücel, aynı yapıt, s.45- 69 arası). Bu kişilerin etkisi ve yönlendirmesiyle özellikle 1960’ların ortasında MEB’nin başlattığı sözcük yasaklama eylemi, sonraki yıllarda da zaman zaman depreşerek bütün devlet kurumlarına yayılmış, insanlar kullandıkları sözcüklere bakılarak “ilerici/gerici; solcu sağcı” diye adlandırılmış; başta öğretmenler olmak üzere pek çok kişi, kullandığı dil öne sürülerek cezalandırılmıştır. Devlet kurumlarının genelgeler yayımlayarak Dil Devrimiyle kazanılan yeni sözcükleri yasaklaması, genellikle “milliyetçi muhafazakâr” iktidarlar dönemine rastlamaktadır, Türkçeyi dışlayan bu “milliyetçilik” anlayışı çok düşündürücüdür. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana, ülkede konuşulan başka diller de olmasına karşın, Türkçe dışında, “resmi uyarı, buyruk, belge” niteliği taşıyan genelgelerle yasaklanan başka dil yoktur.

Dil Devrimi savunucularına yöneltilen “dili siyasaya araç yapmak” suçlamasını ise, devlet eliyle yayımlanan genelgelerle; devrimcileri yukarıda örneklerini verdiğimiz sıfatlarla aşağılayanların tavrı çürütmüştür.

Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumu’yla Dil Devrimini savunanların hiçbir yapıtında, konuşmasında sözcük yasaklama girişimi; kişileri, kurumları kullandıkları dile bakarak eleştiren, türlü sıfatlarla anan ve adlandıran yoktur. Hiç kimse “imkân, cevap, mesele, hürriyet…” gibi sözcükleri kullandığı için eleştirilmemiş, ceza almamış; ama “olanak, yanıt, sorun, özgürlük…” gibi sözcükleri kullananlar uyarılmış, soruşturma geçirmiş, kimi öğretmenler sürgünle cezalandırılmıştır.

Ancak 2000’li yıllara gelindiğinde Dil Devrimini ve devrimle kazanılan sözcükleri karalayanlardan yaşamda olanlar gibi, devrim karşıtlarının ardılları da “deli” diye anılan Ataç’ın, öteki devrimcilerin yarattığı sözcüklerle konuşup yazmaya başlayacaklardır.

Böylece Ataç’ın dediği gibi, Türkçenin ve devrimin gücü önünde durulamayacağını tarih kanıtlamıştır. En önemlisi, laik cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün ne denli uzakgörüşlü, duyarlı bir önder ve aydın olduğu yeniden ortaya çıkmıştır.

Eleştiri adıyla büyüyen ve örgütlü tepkiye dönüşen bu saldırılar, meyvesini 1980’lerin başında vermiş, Atatürk’ün Türk Dil Kurumu, olağanüstü bir dönemde militarizmin gücüne yaslananlar tarafından kapatılmıştır.

Kaynak:Dil Derneği.org

Harf ve Dil Devrimi

Harf devriminin gerekliliği

Her şeyden evvel, her gelişmenin ilk yapı taşı olan soruna değinmek isterim. Her araçtan evvel, büyük Türk milletine kolay bir okuma yazma anahtarı vermek gerekir. Büyük Türk milleti bilgisizlikten, az emekle kısa yoldan, ancak kendi güzel ve soylu diline kolay uyan böyle bir araç ile sıyrılabilir. Bu okuma yazma anahtarı, ancak Lâtin esasından alman Türk alfabesidir. Basit bir deneyim, Lâtin esasından Türk harflerinin, Türk diline ne kadar uygun olduğunu, şehirde ve köyde yaşı ilerlemiş Türk çocuklarının ne kadar kolay okuyup yazdıklarını güneş gibi meydana çıkarmıştır.
1928 (Atatürk'ün S.D.I, s. 345)
Şurasını deneyim ile ifade edeyim ki, hece ve alfabe yeniliği gerçekten çocukları güçlüklerden kurtaran, onlara küçük yaşta başarı zevkini tattıran en etkili yoldur. İnsanlar arasında kolay ve istekli okumak yolunun sağlanması, hem millî gelişmeye hem de milletler arasında anlaşmaya çok
hizmet eder.
1929 (Atatürk'ün T.T.B.IV, s. 543)
Yeni Türk harfleri
Bizim uyumlu, zengin dilimiz yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Yüzyıllardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulunduran, anlaşılmayan ve anlamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak ve bu gereği anlamak zorunluğundasınız. Anladığınızın izlerine, yakın zamanda bütün dünya tanık olacaktır. Buna kesinlikle inanıyorum.
1928 (Atatürk'ün MA.D., s. 26)

Milleti bilgisizlikten kurtarmak için kendi diline uymayan Arap harflerini bırakıp Lâtin esasından Türk harflerini kabul etmekten başka çare yoktur.
1928 (Atatürk'ün R.Y.G.S., s.346)
Yeni Türk harflerini çabuk öğrenmelidir. Her vatandaşa, kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya öğretiniz. Bunu vatanseverlik ve milliyetçilik görevi biliniz. Bu görevi yaparken düşününüz ki, bir milletin, bir toplumun yüzde onu, yirmisi okuma-yazma bilir, yüzde sekseni, doksanı bilmezse bu ayıptır. Bundan insan olanların utanması gerekir. Bu millet utanmak için yaratılmış bir millet değildir; övünmek için yaratılmış, tarihini övünçle doldurmuş bir millettir! Fakat, milletin yüzde sekseni okuma-yazma bilmiyorsa bu hata bizde değildir. Türk'ün karakterini anlamayarak kafasını birtakım zincirlerle saranlardadır. Artık geçmişin hatalarını kökünden temizlemek zamanındayız.

Hataları düzelteceğiz.Bu hataların düzeltilmesinde bütün vatandaşların çalışmasını isterim. En son bir yıl, iki yıl içinde bütün Türk toplumu yeni harfleri öğreneceklerdir. Milletimiz yazısıyla, kafasıyla bütün uygarlık âleminin yanında olduğunu gösterecektir.
1928 (Atatürk'ün M.A.D., s. 28)
Türk harflerinin kabulüyle hepimize, bu memleketin bütün vatanını seven yetişkin evlâtlarına önemli bir görev düşüyor. Bu görev, milletimizin toptan okuyup yazmak için gösterdiği istek ve aşka gerçekten hizmet ve yardım etmektir. Hepimiz, özel ve genel yaşamımızda karşılaştığımız
okuyup yazma bilmeyen erkek, kadın her vatandaşımıza öğretmek için can atmalıyız. Bu milletin yüzyıllardan beri çözümlenmeyen bir gereksinimini birkaç yıl içinde tam olarak sağlamak, yakın ufukta gözlerimizi kamaştıran bir başarı güneşidir. Hiçbir zaferin sevinçleriyle bir tutulamayan bu başarının heyecanı içindeyiz. Vatandaşlarımızı bilgisizlikten kurtaracak bir sade öğretmenliğin vicdanî zevki, varlığımızı doyurmuştur.
1928 (Atatürk'ün MA.D., s. 30)
Yeni harfler bizi çok uğraştırmalıdır. İnönü'ler, Sakarya, Dumlupınar'ın yakın günlerinde ne kadar dikkatli, ne kadar uyanık, aynı zamanda ne kadar ümit dolu olduğumuzu düşününüz; yeni harfler sorununda da o kadar dikkatli ve o kadar ümitli olmalıyız. Bu memleketin gerçekten mutlu olmasını kalpten arzu edenler, bunca başarılarına rağmen hâlâ bu milletin dilini ve yazısını ilkel kavimlerin işaretleri gibi görerek ona hiçbir önem vermek gereğini duymayanları gerçeğe getirmeli, yeni harflere ve bu harflerle oluşacak duruma bütün heyecanları, ümitleri ve dikkatleriyle önem vermeli ve uğraşmalıdırlar. Eğer bugün beynimizi demir çerçeve içinde bulunduran bu kıskacı parçalamazsak, bütün ihtilâl ve devrim başarılarının mutlu sonuçlarına rağmen parçalanırız. Kazandıklarımızla avunmayı ve özellikle gururlanmayı asla düşünmemeliyiz. Bundan sonra yapacaklarımızdan teselli nedeni aramalıyız.
1928 (Yeni Türk Yazısı ile İlk Kıraat, 1928 s. 7)
Türk harfleri, memleketin genel yaşamına tamamen uygulanmıştır. İlk güçlükler, milletin ülkü kuvveti ve uygarlığa olan sevgisi sayesinde kolaylıkla yenilmiştir.
1929 (Ayın Tarihi, Sayı : 68, 1929, s. 5024)

Türk diline verilen önem
Kültür işlerimiz üzerine, ulusça gönüllerimizin titrediğini bilirsiniz. Bu işlerin başında da Türk tarihini doğru temelleri üstüne kurmak, öz Türk diline değeri olan genişliği vermek için candan çalışılmakta olduğunu söylemeliyim. Bu çalışmaların göz kamaştırıcı verimlere ereceğine şimdiden inanabilirsiniz.
1934 (Ayın Tarihi, Sayı: 12, 1934, s. 23)
Türk dilinin, kendi benliğine, aslındaki güzellik ve zenginliğine kavuşması için, bütün devlet örgütümüzün dikkatli, İlgili olmasını İsteriz.
1932 (Atatürk'ün S.D. I, s. 358)
Türk dili kaynakları üzerinde edindiğimiz bilgiler, umduğumuzdan daha verimli çıktı. Şimdi, yalnız ana dilimizin öz varlıklarını bilmekle kalmıyoruz; bunların çok eski bir uygarlığın ilk ana dili olduğunu da öğrendik.
(İbrahim Necmi Dilmen, Ulus gazetesi, 14.XI.1938, s. 3)

Milli duygu ve dil
Millî duygu ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması, millî duygunun gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil, bilinçle işlensin.Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.
1930 (Sadrı Maksudi Arsal, Türk Dili İçin)
Millî bilinç ve dil
Millî bilincin ayakta kalabilmesi ve uyanık bulunması için dil ve tarih uğrunda çalışmak zorunluğundayız.
(Enver Behnan Şapolyo, 1951 Olağanüstü Türk Dil Kurultayı, s. 53)

Türk dilinin zenginliği
Türk milletinin dili Türkçedir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk, dilini çok sever ve onu yükseltmek için çalışır. Bir de Türk dili Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti geçirdiği sayısız felâketler içinde ahlâkını, geleneklerini, anılarını, çıkarlarını, kısacası bugün kendi milliyetini yapan her şeyin dili sayesinde korunduğunu görüyor. Türk dili, Türk milletinin kalbidir, zihnidir.
1931 (Afetinan, Türk Dili Dergisi, Sayı : 182, 1966 s. 90)
Türk dili zengin, geniş bir dildir. Her kavramı ifadeye yeteneği vardır. Yalnız onun bütün varlıklarını aramak, bulmak, toplamak, onlar üzerinde işlemek gerekir.
Türk milletini ve Türk dilini, uygarlık tarihinin ve kültür dillerinin dışında görmenin ne yaman bir yanlış olduğunu bütün dünyaya göstereceğiz.
(İbrahim Necmi Dilmen, Ulus gazetesi, 14X1.1938, s. 3)
  
Milli Türk Talebe Birliği'ne verdiği cevaptan:
Dilimiz çok zengindir, güzeldir. Bunu ortaya çıkaracaklar sizin gibi duygusu derin, yorulmaz Türk gençleridir. Türkçemizi günün en ileri bilgi dili yapmak, değerli araştırmacılarımızdan beklenir. 1932 (Atatürk'ün R.Y.G.S., s.353)
Öyle istiyorum ki, Türk dili bilim yöntemleriyle kurallarını ortaya koysun ve her dalda yazı yazanlar, bütün terimleriyle çoğunluğun anlayabileceği güzel, ahenkli dilimizi kullansınlar.     (Afetinan, Türk Dili Dergisi, Sayı: 182, 1966, s. 91)
Klâsik etimoloji*'nin karışık görüşleri karşısında bizim teorimiz ve analiz yöntemimiz çok basit görünüyor. Fakat gerçek, öncesiz ve sonrasız gerçek, basittedir. Teorimizi bir dil yasası olarak bilim âlemine tanıttığımız gün, Türklük için şanlı bir zafer günü olacaktır.
(İbrahim Necmi Dilmen, Ulus gazetesi, 14.X1.1938, s. 3)
1936 yılında 3. Türk Dil Kurultayı'na gelen yabancı dil bilginlerini kabulü sırasında söylemiştir :
Dünya dil bilginlerinin Türk bilginleriyle beraber çalışmaları, dil biliminin şimdiye kadar çözümleyemediği birçok güçlüklerin çözümünü kolaylaştıracaktır. Bundan, büyük gerçekler de meydana çıkacaktır.
1936 (Ulus gazetesi, 25.8. 1936)

Türk söz dizimi
Türk söz dizimi (sentaks) hakkında söylemiştir:
Türk, konuşurken önce somut şeyi, sonra soyut anlam bildiren kelimeyi söyler. "Ahmet geldi" der, çünkü Ahmet somut varlığı, geldi soyut anlamı ifade eder. Türkün doğal söz dizimi budur. Bunu ancak heyecan, korku, şaşkınlık gibi durumlar bozabilir.
1935 (Abdülkadir İnan, Atatürk ve Devrik Cümle, Türk Yurdu Dergisi, Sayı: 286, 1960)

Türk dilinin özleşmesi
Daha çocukken, dersler, kitaplar arasında yuvarlanırken hissederdim ki bu dilin bir şeye gereksinimi var. O gereksinimin ne olduğunu, nasıl elde edileceğini bilmezdim. Fakat kesinlikle bir şey gerektiğini duyardım.
1928 (İbrahim Necmi Dilmen, Cumhuriyet gazetesi, 10X1.1941)
En iyi savunma yöntemi, saldırıdır. Şu halde dil alanında türemiş yabancılıklara saldıralım; ağacı bir defa silkeleyelim : Görelim, hangi çürükler düşecek; kalan sağlamlar bakalım ne kadardır? Dökülmeyenler, özleri ve arınmışları bulununcaya kadar biraz daha işe yarayabilir; geçici olarak!...
(Ruşen Eşref Onaydın, Atatürk T. ve D.K.H., s. 64)
Yeni Türkçe kelimeler teklif edebiliriz. Bu yönde ısrarla çalışmalıyız. Fakat, Türk dilinin yapısını zorlamak olmaz. Bu yapı sorununu Türk dilinin olgunlaşma seyrine bırakmalıyız. Birkaç gün önce Ahmet Cevat Bey*'e söyledim:   Ketebe,  yektübü Arab'ındır;  kâtip,  kitap,  mektup Türk'ündür.
(Abdülkadir İnan, Atatürk Devrine Ait Bir Hatıra,Türk Kültürü Dergisi, Sayı: 85, 1969, s. 21)
Türk dilinin sadeleştirilmesi, zenginleştirilmesi ve kamuoyuna bunların benimsetilmesi için her yayın aracından faydalanmalıyız. Her aydın, hangi konuda olursa olsun yazarken buna dikkat edebilmeli; konuşma dilimizi ise ahenkli, güzel bir hale getirmeliyiz.
1938 (Afetinan, Atatürk ve Dil Bayramı, Atatürk'e Saygı, T.D.K. s. 54)
Dil işimizde henüz bir oturmuşluğa varamadık; daha çok ve pek çok çalışmak gerekir.
1938 (Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 222)

Yeni sözcükler hakkında
Onları ortaya atmak gerekir. Millî zevkimiz hangisinden hoşlanır ve onu kullanırsa, o zaman sözlüğümüze koyalım.
(Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 213)
Arapça bilim terimleri hakkında
Söz konusu terimler, uluslararası bilim alanında kolaylıkla ilerlememize engeldir! Bilim terimleri o şekilde yapılmalı ki, anlamları ancak istenilen şeyi ifade edebilsin.
(Âkil Muhtar Özden, Atatürk'e ait Bilinmeyen Hatıralar, Yeni Mecmua, Sayı : 21, 1939)

Yabancı terimlerin Türkçeleştirilmesi
Dil Kurumu en güzel ve verimli bir iş olarak türlü bilimlere ait Türkçe terimleri belirlemiş ve bu şekilde dilimiz, yabancı dillerin etkisinden kurtulma yolunda esaslı adımını atmıştır. 1938 (Atatürk'ün S.D.l, s.395)
Bu yıl okullarımızda öğretimin Türkçe terimlerle yazılmış kitaplarla başlamış olmasını, kültür yaşamımız için önemli bir olay olarak belirtmek isterim.
1938 (Atatürk'ün S.D.l, s.395)

Prof. Dr. Utkan KOCATÜRK