29 Ocak 2012 Pazar

Dersim Yalanları Ve Gerçekleri -1- Sinan MEYDAN

Daha önce kamuoyuyla paylaşılmayan belge ve bilgilerle yeni bir Dersim Dosyası:


Genç Cumhuriyetin Dersim'e yönelik operasyonunun nedeni Kürtleri yok etmek, soykırıma uğratmak mıdır, yoksa rejim karşıtı, bölücü bir isyanı bastırmak mıdır? Neden sadece Dersim olaylarının sonuçlarından söz edilirken olayların nedenlerinden hiç söz edilmemektedir?
Şimdi gelin hep birlikte 1937-1938'e uzanıp, Dersim İsyanı'nı anlamaya çalışalım.


En kanıksanmış Cumhuriyet tarihi yalanlarından biri "Atatürk'ün ve İsmet İnönü'nün liderliğindeki genç Cumhuriyetin, 1937-1938 yıllarında Dersim'de Kürtleri katlettiği!" biçimindedir. Ülkemizde bugün, tarihçisinden gazetecisine, eğitimcisinden siyasetçisine kadar neredeyse herkes, Türkiye Cumhuriyeti'nin Dersim'de bir kıyım ve katliam yaptığını peşinen kabul etmiş gibidir.
Örneğin, İsmail Beşikçi'nin bir kitabının adı, Tunceli Kanunu (1935) ve Dersim Jenosidi' dir. Hasan Cemal'in bir yazısının adı da, Dersim Katliamını Mazur Göstermeye Çalışmanın Ahmaklığı Üzerine'dir.
"Dersim yalanı" Türkiye'de son zamanlarda sıkça siyasete alet edilmeye de başlanmıştır. Örneğin, Türkiye Cumhuriyeti'nin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Meclis kürsüsünden defalarca "Tek Parti döneminde Dersim'de katliam yapıldı!" demiştir.
"Dersim'de katliam yapıldı!" iddiaları, bugün bazı iç ve dış Cumhuriyet düşmanlarınca, Türkiye'yi soykırımla suçlamak için kullanılmak istenmektedir. Örneğin, 13 Kasım 2008'de Avrupa Parlamentosu himayesinde Dersim Soykırımı Konferansı düzenlenmiştir. Düzenleyenler, bu konferansın amacını, Ermeni, Süryani, Pontus Rumlarına karşı soykırım suçu işleyen Türkiye'nin suçlar listesine yeni bir insanlık suçu daha ekleniyor: "Dersim soykırımı" biçiminde açıklanmıştır. Prof. Dr. Ronald Mönch, Dersim'de yaşananların insanlık suçu olduğunu savunarak Atatürk ve dönemin Bakanlar Kurulu üyeleri ile üst düzey askeri yetkililer için, "Yaşasalardı savaş suçlusu olarak yargılanmaları gerekirdi!" demiştir.
19 Kasım 2009'da Dersim Soykırımı Konferansı'nın ikincisi yine Brüksel'de yapılmıştır. Bu toplantılardan sonra, Dersim harekatının 'soykırım' olarak tanımlanmasını isteyen bir heyet, bu olayları Uluslararası Ceza Mahkemesi'ne götürmek için harekete geçmiştir. Aralarında ABD'li avukat Prof. Dr. Barry Fisher ile Dink davası avukatı Erdal Doğan'ın da bulunduğu heyet, 12 Nisan 2011'de Tunceli'de incelemelerde bulunmuştur. Dersim yalanı, kartopu misali büyüdükçe büyümüş ve sonunda 1937-1938 Dersim isyanını bastıran CHP içinden bazıları bile bugün "Evet! Dersim'de katliam yapıldı!" deme noktasına gelmiştir.
Peki ama gerçekte Dersim'de ne olmuştur?
Gerçekten de Atatürk ve İnönü, Dersim'de Kürtlerin katledilmesini mi emretmiştir?

Genç Cumhuriyetin Dersim'e yönelik operasyonunun nedeni Kürtleri yok etmek, soykırıma uğratmak mıdır, yoksa rejim karşıtı, bölücü bir isyanı bastırmak mıdır? Neden sadece Dersim olaylarının sonuçlarından söz edilirken olayların nedenlerinden hiç söz edilmemektedir?
Şimdi gelin hep birlikte 1937-1938'e uzanıp, Dersim İsyanı'nı anlamaya çalışalım.

D ersim İsyanı'nın Kökleri Koçgiri İsyanı'nda gizlidir.

Dersim İsyanı ve sonrasındaki Dersim harekatını anlamak için öncelikle Kurtuluş Savaşı yıllarındaki Koçgiri İsyanı'na (1921) bakmak gerekir. Koçgiri İsyanı'nın zamanlaması, isyandaki emperyalizm parmağı, isyanda rol alan aktörler, isyanın bastırılma biçimi, isyanının bastırılma biçiminin istismar edilmesi, Cumhuriyet dönemindeki Dersim İsyanı'nı çağrıştırmaktadır. Dikkatli bir göz, Dersim İsyanı'nın köklerinin Koçgiri İsyanı'nda gizli olduğunu çok kolay bir biçimde görebilir. "Dersim sonuçtur; başlangıç Koçgiri İsyanı'dır"
Şimdi, sırasıyla Koçgiri İsyanı'ndan Dersim İsyanı'na uzanan düşünsel ve eylemsel çizgiye göz atalım ve Dersim'in Koçgiri'deki köklerini görelim:
1. Koçgiri İsyanı da Dersim İsyanı gibi emperyalistlerce kullanılmıştır: Koçgiri İsyanı'nı planlayan Kürt Teali Cemiyeti İngilizlerin kontrolünde bir cemiyettir. İngilizler,Kemalistlerin, Çerkez Ethem'le ve Yunan ilerleyişiyle iyice köşeye sıkıştığı bir zamanda Koçgiri İsyanı'nı organize ederek Milli hareketi sonuçsuz bırakmak istemişlerdir. Dersim İsyanı'nın arkasında da -Hatay meselesinin tartışıldığı günlerde Türkiye'nin elini zayıflatmak isteyen-Fransız emperyalizmi olduğu anlaşılmaktadır.
2. Koçgiri İsyanı da Dersim İsyanı gibi Bağımsız Kürdistan parolasıyla başlatılmıştır: Koçgiri İsyanında isyancıların taşıdığı yeşil, kırmızı, beyaz Kürdistan bayrağı ve isyancıların dillerindeki Kürdistan marşı, Baytar Nuri'nin Sivas'ın Kangal ilçesinin Yellice bucağında Hüseyin Abdal Tekkesi'nde yaptığı toplantıda, Sevr Antlaşması'na uygun olarak bir Kürt devleti kurulması düşüncesini kabul ettirmesi, isyan sırasında Şadan aşiretinin Refahiye ilçesindeki hükümet konağına Kürt bayrağı çekmesi, Hozat toplantısı sonunda Baytar Nuri'nin babası İbrahim Ağa'nın hazırladığı 15 Kasım tarihli bildiriyle ayrılıkçı Kürt aşiretlerinin Ankara hükümetinden bir tür "özerk Kürdistan" talep etmeleri, Batı Dersim aşiretlerinin de 25 Kasım tarihli başka bir bildiriyle bağımsız Kürdistan talep etmeleri, İmranlı'daki yönetimi ele geçiren isyancıların hükümet konağına Kürt bayrağı çekmeleri ve Baytar Nuri'nin, "İlk önce Dersim'de Kürdistan istiklali ilan edilecek. Hozat'a Kürdistan bayrağı çekilecek. Kürt milli kuvveti, Elazığ, Malatya istikametinden Sivas'a doğru hareket ederek Ankara Hükümeti'nden resmen Kürdistan istiklalini,i tanımasını isteyecek" diyerek Koçgiri İsyanın amacını açıklaması, Koçgiri İsyanı'nın bağımsız Kürdistan isteğiyle çıkarıldığını şüpheye yer bırakmayacak bir biçimde kanıtlamaktadır.

3. Koçgiri İsyanının baş aktörleri Dersim İsyanı'nda da karşımıza çıkmıştır:
Koçgiri İsyanı'yla Dersim İsyanı arasındaki bağın ve sürekliliğin en açık kanıtlarından biri, 1921 Koçgiri İsyanı'nda ön saflarda yer alan Baytar Nuri, Alişer ve Seyit Rıza gibi isimlerin, Dersim İsyanı'nda da karşımıza çıkacak olmasıdır. Dersim İsyanı'nın ele başı Seyit Rıza'nın,Koçgiri İsyanı'nın perde arkasındaki kışkırtıcılarından biri olduğu gerçeği nedense Cumhuriyet tarihi yalancılarınca hep gözden kaçırılmaktadır. Bazı Kürt aşiret liderlerinin ayrılıkçı Kürtlerden ayrılarak Ankara'ya gidip TBMM'ye katılmaları üzerine Seyit Rıza ön plana çıkmıştır. Adamlarıyla birlikte köyünden çıkarak Dersim'e gelen Seyit Rıza, Sivas'taki isyancılara gidecek yardımı organize etmeye başlamıştır. Bütün plan ve program hazırlanmıştır, kış atlatılır atlatılmaz bağımsızlık ilan edilecektir. İsyancılardan Baytar Nuri, bu planı şöyle açıklamıştır:
"İlk önce Dersim'de Kürdistan istiklali ilan edilecek. Hozat'a Kürdistan bayrağı çekilecek. Kürt milli kuvveti, Elazığ, Malatya istikametinden Sivas'a doğru hareket ederek Ankara Hükümeti'nden resmen Kürdistan istiklalini tanımasını isteyecek."
İsyanın yeni önderlerinden Seyit Rıza, TBMM'ye katılan Kürt milletvekillerinin Dersim'i temsil etmediklerini, çünkü Doğu Anadolu'da bir Kürt yönetimi kurularak bağımsızlığın ilan edildiğini bildirmiştir. Bu sırada Dersim'deki ayrılıkçı aşiret liderleri üzerindeki baskısını artıran
TBMM, Baytar Nuri'yi tutuklamıştır. Baytar Nuri'nin tutuklanmasına isyancı aşiretler büyük bir tepki göstermişlerdir. Seyit Rıza, Baytar Nuri'nin hemen serbest bırakılmasını aksi halde hiç zaman kaybetmeden Dersim'den Sivas'a saldıracaklarını bildirmiştir. Bir taraftan Yunan ilerleyişi, diğer taraftan da iç isyanlarla uğraşan TBMM, yeni bir isyanı göze alamayarak Seyit Rıza'nın isteğini kabul etmiş ve Baytar Nuri'yi serbest bırakmıştır. Bu arada Dersim mutasarrıfı da tehdit edilerek bölgeden uzaklaştırılmış ve bölgenin tüm hakimiyeti aşiretlerin eline geçmiştir.
4. Koçgiri İsyanı da Dersim İsyanı gibi "bastırılması sırasında aşırı güç kullanıldığı" iddiasıyla tartışma konusu olmuştur: Dersim isyanını bastırmakla görevlendirilen Nurettin Paşa'nın "aşırı güç kullandığı, Kürtlere baskı yaptığı, suçsuz insanları da öldürdüğü" iddiaları ve bu doğrultuda başlatılan propaganda çalışmaları sonunda, hem bir af çıkartılarak Kurtuluş Savaşı'nın en kritik aşamasında isyancı Kürtçülerin çoğu serbest bırakılmış, hem de Kürtçü propaganda çalışmalarıyla isyancı Kürtçüler adeta mağdur durumuna getirilmiştir. Bu mağdur edebiyatı, ayrılıkçı Kürtçü hareketin işini kolaylaştırmaktan başka hiçbir şeye yaramamıştır. Bilindiği gibi benzer bir aşırı güç kullanma iddiası ve bir mağdur edebiyatı da Dersim İsyanı'ndan sonra başlatılmıştır. 1921 Koçgiri İsyanı'nın TBMM temsilcisi Nurettin Paşa tarafından çok sert bir biçimde bastırılması ve bunun ayrılıkçı Kürtçülerce propaganda malzemesi haline getirilmesi, Kürt hafızasında "Kemalist sistemin Alevi-Kürtlere düşman olduğu" biçiminde yer etmiştir ve bu hafıza, sonradan 1937-1938'deki Alevi-Kürt Dersim İsyanı'na meşruiyet kazandırmak için kullanılmıştır.
Özetle, emperyalizm ve onun yerli işbirlikçisi durumundaki ayrılıkçı Kürtçü aşiret liderleri, Kurtuluş Savaşı sırasında Koçgiri İsyanı'yla gerçekleştiremedikleri bağımsız Kürdistan projesini, Cumhuriyet döneminde gerçekleştirmek için, bir anlamda kaldıkları yerden işe başlayarak Dersim İsyanı'nı örgütlemişlerdir. Yani, Dersim'in kökleri Koçgiri'de gizlidir... Dersim'in kökleri bir başka yerde daha gizlidir...

D ersim İsyanı'nın Kökleri: Hoybun Cemiyeti ve Ağrı İsyanları

Türkiye'de 1919'daki Koçgiri İsyanı'yla 1937-38'deki Dersim İsyanı arasında, emperyalizm destekli, "bölücü" ve "irticacı" çok sayıda Kürtçü isyan çıkmıştır. Bu isyanlar içinde, Şeyh Sait İsyanı'ndan sonra en etkili Kürtçü isyan Ağrı İsyanlarıdır.
Koçgiri İsyanı, Nasturi İsyanı, Şeyh Sait İsyanı ve Ağrı İsyanlarının başarısız olması üzerine Dersim İsyanı; tertiplenmiştir. İlk Ağrı İsyanı Mayıs 1926'da, ikincisi Eylül 1927'de,üçüncüsü de Eylül1930'da çıkmıştır. Ağrı İsyanlarının arkasında Kürt-Ermeni dayanışmasıyla kurulan ayrılıkçı Hoybun Cemiyeti vardır. Hoybun Cemiyeti, Şeyh Sait İsyanı'ndan sonra yurt dışına kaçan ve İngilizlerle işbirliğine giren Kürt liderleriyle Ermeni Taşnak liderleri arasındaki işbirliği sonunda kurulmuştur. Hoybun Cemiyeti'nin kuruluşuyla ilgili ilk toplantı 1927 Şubat'ında İngilizlerin Revandiz Kaymakamlığı'na getirdikleri Seyyit Taha'nnn evinde yapılmıştır. İngiltere'nin Irak olağanüstü komiser yardımcısı Edmons'un organize ettiği bu toplantıda Türkiye'de çıkarılacak bir isyanla ilgili olarak şu kararlar alınmıştır:
a)İngilizler, Kürtlere para ve ihtiyaç halinde silah yardımı yapacaklardır.
b)Nasturiler, Kürt kıyafetleri giyerek isyana katılacaklardır.
c)Hazırlıklar tamamlandıktan sonra harekete geçilecektir.
d)İsyan Şemdinli Yüksekova'dan başlayacak ve hedef Van'ın ele geçirilmesi olacaktır.
Taşnak Ermenilerinden Leon Emirizyon, Sultanyan ve Aris adlı kişilerinde katıldığı ikinci toplantı Mart 1927'de yine Siyyit Taha'nın evinde yapılmıştır. Şeyh Sait'in oğlu Ali Rıza ile kaçak subaylardan Kasım ve İhsan Nuri'nin de katıldığı bu toplantıda Cemiyetin adı Hoybun olarak tesbit edilmiştir.
Kuruluş hazırlıklarına Irak'ta İngilizlerin kontrolünde başlanan Hoybun Cemiyeti, esas kuruluş kongresini Fransa'nın kontrolünde ve Ermenilerin güçlü olduğu bir bölgede yapmıştır. Kongrede cemiyetin başkanlığına Celadet Ali Bedirhan seçilmiştir. Merkez heyeti üyeliklerine ise, Süreyya Bedirhan, Kamuran Ali Bedirhan, Memduh Selim, Nizamettin, Tevfîk Cemil, Haso Ağa, Mustafa Bozan, Halil Rahmi, Cesim Ağa (Şihnu) Şerif, İbrahim ve Emin Ali Ağa seçilmişlerdir. Hoybon Cemiyeti, doğrudan genç Türkiye Cumhuriyeti parçalamak için kurulmuştur. Nitekim, kongrede Hoybun Cemiyeti'nin kuruluş amacı belirtilirken, "Türk Kürdistanı'nın bağımsızlığı olarak" tespit edilmiş, Türkiye'nin dışındaki "hiçbir millet ve devlete karşı aleyhtar ve tecavüzkar bir vaziyet almamayı şiarı ittihaz eylemiştir" denilmiştir. Hoybun Cemiyeti, isyan hazırlıklarına başlamış ve bu amaçla 1928 yılında, "Türkiye'de Kürtlerin Katliamı" adlı 48 sayfalık bir kitapçık bastırmıştır.

Hoybun Cemiyeti, özellikle para toplamak ve propaganda yapmak amacıyla Paris Taşnak Merkezi üyesi Çamlıyan ile Süreyya Bedirhan yoğun faaliyetlerde bulunmuşlardır. Çamlıyan faaliyetlerini daha çok Yunanistan, Bulgaristan, Romanya ve Mısır gibi ülkelerde yoğunlaştırmışken, Süreyya Bedirhan, Hoybun Cemiyeti'nin Avrupa temsilcisi olarak Paris'te bir büro açmış ve Avrupadaki faaliyetleri yürütmüştür. Süreyya Bedirhan, Avrupa'daki faaliyetlerinin yanında para toplamak ve Amerikan kamuoyunu etkileyerek ABD desteğini sağlamak amacıyla 1928 yılında ABD'ne gitmiştir. Hoybun Cemiyeti adına ABD'nin çeşitli yerlerinde konferanslar veren Süreyya Bedirhan ilk aşamada 20 bin dolar para toplamıştır.
Bedirhan, ABD'ndeki faaliyetleri esnasında Ermenilerle de yakın işbirliğine girmiş, Ermeni Kilisesi'nde de bir konferans vermiştir.
Süreyya Bedirhan'ın ABD'ndeki konferansları bir kitapçık halinde 1928 yılında Hoybun Cemiyeti tarafından İngilizce olarak yayınlanmıştır. Kitapçığa "Aynı Türk" başlığı adı altında bir giriş yazan Herbert Adams Gibboms; Süreyya Bedirhan'ın Kürt Milli Meclisi Hoybun'un temsilcisi olarak Kürdistan'ın durumunu Amerikan hükümeti ve insanlarına anlatmak için geldiğini belirtmiş ve Bedirhan'ın kısa bir biyografisini vermiştir.
Süreyya Bedirhan, Kürt isyanı ve medeniyeti adına Hoybun ve Kürdistan adına Amerika, İngiltere, Fransa ve İtalya'yı 1925 yılından beri Kürdistan'da Türklerin yaptıkları gaddarlığı incelemeleri için uluslararası bir komisyon kurmaya davet etmiştir.
Cemiyetin faal üyesi ve Ağrı isyanlarının elebaşısı İhsan Nuri, 1924 yılında Türkiye'den kaçarak Irak'a, dolayısıyla İngilizlere sığınmış, daha sonra 1930 yılında çıkan Ağrı İsyanları sırasında Kürtlerin davalarını Milletler Cemiyeti'ne götüreceğini basın aracılığıyla dolaylı yoldan duyurmuş, hatta Irak'ta yaptığı temaslarda böyle bir müracaatı teşvik etmiş, ayrıca Ağrı isyanları sırasında İngiltere'nin kontrolündeki Barzani Kürtleri, Irak sınırını geçerek Türkiye'ye saldırmıştır. Bütün bunlar dikkate alınacak olursa İngiltere'nin bölgedeki gelişmelerle yakından ilgilendiği ve en azından Türkiye'ye karşı yönlendirmeler ve kışkırtmalar yaptığını görülmektedir. 12 Nisan 1931 tarihinde İçişleri Bakanlığı'ndan Başbakanlığa gönderilen bir yazı ekindeki rapora göre; İngiltere'nin bölgedeki aşiretler ve gelişmelerle yakından ilgilenmesinin amacının,"Hakkari vilayeti ile Cizre'de dahil olmak üzere Irak Kürtleri hakimiyeti altında Irak ile Türkiye arasında bir Kürt hükümeti teşkil etmek" olarak değerlendirilmiş, bu amaçla Şeyh Mahmut'un Kürdistan Prensi ilan edileceği, Barzani şeyhi emri altına verecekleri, ve Nasturileri Kürtleştirmeye çalıştıkları belirtilmiştir.
Hoybun Cemiyeti, Temmuz 1929'da Halep'te iki toplantı yapmıştır. Bu toplantılara başta Celadet Ali Bedirhan, Memduh Selim, Cemilpaşa-zade Mehmet, Cemilpaşazade Kadri, Yado, Vahan Papazyan, Hrrşak Papazyan ve Karabet olmak üzere 45 kişi katılmıştır. Toplantılarda, Suriye'deki yerli ve Türkiye'den firari Kürtlerden "azami istifade edilmesi", Türkiye'ye karşı yapılacak herhangi bir hareketin tam ve mükemmel olarak tamamlanmasına karar verilmiştir.

Hoybun-Taşnak ittifakında önem verildiği vurgulanan Dersim bölgesinde Koçgirili Alişir, Hoybun bildirilerini aşiretler arasında yayarak bu bölgelerin de Ağrı İsyanı'na destek olmasına zemin hazırlamıştır. Sonuçta Dersim aşiretleri üzerinde dini bir otoriteye sahip olan Seyit Rıza, devlet görevlilerine karşı direnişe geçmiş, bunun üzerine Ağrı bölgesinden oraya da kuvvet kaydırılmak zorunda kalınmıştır. Böylece merkezi Ağrı olan ayaklanmanın bütün Doğu Anadolu bölgesine yayılması hedeflenmiştir. Hoybun Cemiyeti dağıttığı bildiriler ve yaptığı propaganda ile isyancıların moralini yüksek tutmaya çalışmıştır. Nitekim Cemiyet, 1 Eylül'de yayınladığı bir bildiride, Türk ordusuna büyük kayıplar verdirildiği belirtilmiş ve aynı zamanda Türk kuvvetlerini, bazı köyleri yağmalamak ve bir çok insanı öldürmekle suçlamıştır.
Birinci Ağrı İsyanı, 16 Mayıs 1926'da Yusuf Taşo ve çetesinin İran sınırını geçip Beyazit köylerinden hayvan çalarak Ağrı yayalarına sığınması ve Hası Telli'nin halkı kışkırtmasıyla başlamıştır. İsyan başarıya ulaşmadan bir ay sonra bastırılmıştır.
1927 Eylül'ünde İkinci Ağrı İsyanı başlamıştır. Avrupa'da ve Amerika'da etkili olan ve Amerika'da bir şubesini açan Hoybun Cemiyeti, İkinci Ağrı İsyanı'nı desteklemiştir. Türkiye, Temmuz 1927'de Sovyet Rusya ile yaptığı bir anlaşma ile Kürt isyanlarına karşı Rusya'yı kendi yanına çekmeye çalışmıştır. Ağrı İsyanı'nda Sovyet orduları sınıra asker yığarak isyancıların hareket alanını daraltmıştır. 1928 yılına gelindiğinde
İhsan Nuri liderliğindeki isyancı Kürt grupları Ağrı dağına hakim olmuşlardır. 2 bin kişiden fazla isyancı Kürt, dağlara çıkmıştır.
Hoybun Cemiyeti'nin organize ettiği Üçüncü Ağrı isyanı, 1930 yılında başlamıştır. Bölgedeki Celali, Süphanlı, Haydaranlı, Milanlı, Hasenanlı, Zirkanlı, Cibranlı ve Mokorlu aşiretlerinin katıldığı Ağrı İsyanı'nın lider kadrosuna Türk ordusundan firari yüzbaşı İhsan Nuri, Ermeni Zilan ve Bro Haso Telli oluşturmuştur. İsyana katılan aşiret mensuplarının yanında Ermeni ve Nasturi çeteleri de yer almıştır.
Genç Türkiye Cumhuriyeti, Hoybun Cemiyeti'nin organize ettiği Ağrı İsyanına karşı 1930 Haziran'ından itibaren askeri harekata başlama kararı almıştır. Mayıs 1930'da 4. ve 6. Kolordular Ağrı dağı yakınlarında toplanarak Ağrı İsyanı'nı bastırmak için harekete geçmiştir. İsyancılar, Türk ordusunun bir bölümünü üzerlerine çekerek asıl büyük ayaklanmaya destek vermek üzere aynı anda iki olay daha çıkarmışlardır. Bunlardan biri, 20 Haziran 1930 tarihinde Kör Hüseyin ve Eminpaşaoğullarının İran sınırını geçerek Zeylan'da başlattıkları isyandır. Bu isyanda öldürülen isyancının birinin üzerinde halkı isyana teşvik eden birkaç Hoybun Cemiyeti bildirisi ile mührü çıkmıştır. Bu sırada Doğu Anadolu'nun Dersim, Palu ve Viranşehir bölgelerinde de Hoybun Cemiyeti bildiriler dağıtarak halkı isyana çağırmıştır. Türkiye bu olayları bastırmaya çalışırken Irak'taki Şeyh Barzani ve Molla Hüseyin Şerif idaresindeki bir grup, Irak sınırından geçerek Oramar, Şal ve Şemdinli bölgelerinde de isyan çıkarmıştır.
7-14 Eylül 1930 tarihleri arasında yapılan askeri harekâtla Ağrı isyanı tamamen bastırılmıştır.

Özetlemek gerekirse;
1919'daki Koçgiri İsyanı'nı İngiltere desteklemiştir; Koçgiri İsyanı'na katılan isyancıların ele başları 1937-38'de Dersim İsyanı'nda da karşımıza çıkmıştır.
1924'te çıkan Nasturi İsyanı'nı İngiltere desteklemiştir.
1925'te çıkan Şeyh Sait İsyanı'nı İngiltere desteklemiştir.
1925'teki Şeyh Sait İsyanı sonrasında yurt dışına kaçan isyancılardan bazıları
1927 yılında Ermenilerle birlikte Hoybun Cemiyeti'ni kurmuştur. Hoybun Cemiyeti'ni İngiltere, Fransa ve ABD desteklemiştir.
1930'daki Ağrı İsyanı'nı Hoybun Cemiyeti'nce desteklenmiştir.
1937-38'deki Dersim İsyanı'nın alt yapısı 1928-29'da hazırlanmıştır.

Not:"Dersim Dosyası"ndaki bilgi ve belgelerin kaynaklarına, "Cumhuriyet Tarihi Yalanları, 2.Kitap" adlı kitabımdan ulaşılabilir.

10 Ocak 2012 Salı

Kılıçdaroğlu'nun grup toplantısı konuşması 10- Ocak -2012


CHP GENEL BAŞKANI KEMAL KILIÇDAROĞLU’NUN; 10.01.2012 TARİHİNDE GRUP GENEL KURUL TOPLANTISINDA YAPTIĞI KONUŞMA

CHP Genel Başkanı Kemal KILIÇDAROĞLU – Hiç meraklanmayın, dinlemeseler de dinleteceğiz onlara. (Alkışlar) Demokrasi nedir, özgürlük nedir, hukuk nedir, hukukun üstünlüğü nedir bunu öğreteceğiz. Önce onlara öğreteceğiz. Bu ülkede herkesin demokrasiyi isteme hakkı var. Herkesin özgürlük isteme hakkı var. Herkesin arzu ettiği gibi düşünme hakkı var. (Alkışlar) Onlara demokrasiyi ve özgürlüğü öğreteceğiz.

Değerli arkadaşlarım, saygıdeğer basın mensupları, televizyonları başında bizi izleyen saygıdeğer yurttaşlarım; hatırlarsınız, geçen hafta koşulsuz asgari ücretin altına imza atan Türk-İş’i eleştirmiştim. Neden bunu yapıyorsunuz? İşçinin hakkına, emekçinin hakkına neden sahip çıkmıyorsunuz diye eleştirmiştim. Eleştirdiğim gün Türk-İş bana bir mektup göndermiş. Mektubun birinci bölümünün bir paragrafında diyor ki: “Efendim, CHP Genel Başkanı bu eleştiriyi yaparak Türk-İş bizim arka bahçemiz olsun diyor.” Bu kadar sığ, bu kadar kısır, demokrasiden nasibini almamış böyle bir anlayışı şiddetle reddediyorum. Sadece bir meslek kuruluşu, bir sivil toplum örgütü, bir işçi sendikası değil, hangi kuruluş olursa olsun hiçbir kuruluşun hiçbir siyasal partinin arka bahçesi hâline dönüşmesini istemiyoruz, her ortamda da bunu şiddetle reddederiz. (Alkışlar) Ama burada ciddi bir itiraf var. Bu itiraf, nasıl oldu da gözlerden kaçtı, ben gerçekten şaşırıyorum. Ya korku imparatorluğunun bir sonucudur bu gözden kaçıyor, yazılmıyor ve bunu yapan Türk-İş’in de hangi gerekçeyle bunu yazdığını da, bana gönderilen mektupta bunu yazdığını da kamuoyuna açıklamasını istiyorum. Cümleyi aynen okuyorum: “Türk-İş, alınan zam oranının yetersiz olduğunu vurgulamış, ancak işçileri daha düşük bir zamma mahkûm etmemek için söz konusu orana onay verdiğini de açıklamıştır.” Bir dakika, çok önemli bir itiraf. Diyor ki “Biz muhalefet şerhi yazsaydık daha düşük bir fiyat verilecekti. Ama muhalefet yazmadık, daha yukarıda bir asgari ücret rakamı belirlendi. Sen Türk-İş olarak Seyfi Demirsoy’un mirasını, Halil Tunçların mirasını nasıl korku imparatorluğuna teslim edersin. Senin görevin korkuya direnmektir, ayağa kalkmaktır, asgari ücret düşükse bunu haykırmaktır ve söylemektir. (Alkışlar) Ve bir Türk-İş düşünün korku imparatorluğuna teslim oluyor, şantaja teslim oluyor. Şantaja teslim olan bir işçi sendikası olabilir mi? Ya bunu imzala dediler ya da sana küçük rakam vereceğiz dediler. O da paşa paşa gitti, altına bastı imzayı. İnsanda biraz utanma olur. Şiddetle ama şiddetle reddediyorum. Ve buradan söylüyorum: Hangi sendikaya üye olursa olsun, her işçiye, sendikalı, sendikasız işçiye ve Türkiye’deki bütün taşeron işçilere sahip çıkan tek parti vardır, onun adresi, yeri, adı Cumhuriyet Halk Partisidir. (Alkışlar)
Saygıdeğer arkadaşlarım, bugün 10 Ocak, Dünya Gazeteciler Günü. Çalışana gazeteciler günü olarak bizim 1961 yılında kabul ettiğimiz bir gün. Gönül isterdi ki bugünü bir bayram günü olarak kutlayalım. Gönül isterdi ki bugünü özgür bir basının var olduğu, basın emekçilerinin özgür olduğu, demokratik bir ülkenin özgürlük bayramı olarak kutlayalım. Ne yazık ki içinde bulunduğumuz şartlar bize bu imkânı vermiyor. Ağzını her açtığında “Demokrasi bir kurumlar ve kurallar rejimidir” diyenlerin şu soruyu kendilerine sormalarını isterim: Özgür basını temel bir kurum olarak içinde barındıramayan bir rejime demokrasi denebilir mi? Basının özgürlüğünü yitirdiği bir ülkede demokrasi varlığını sürdürebilir mi? Özgür basının demokrasi olmazsa olmaz bir kurumu olduğunu herkesten çok medyanın, sivil toplumun, yurttaşların, aydınların, akademisyenlerin bilmesi gerekiyor. Demokrasi, kanaatlerin esir alınmamış vicdanlı bireylerin rejimidir. Demokrasi, düşüncelere, fikirlere fırsat eşitliğinin verildiği bir rejimdir. Demokrasi, vatandaşların gerçek bilgiye, hakikate serbestçe ulaşabildikleri rejimin adıdır. Demokrasi, her vatandaşın bilgiye yani malumata özgürce ulaşabildiği ve bundan dolayı kendi kanaatine oluştururken seçenek sahibi olduğunu bildiği rejimin adıdır. Eğer bir ülkede basın özgür değilse, o ülkenin sivil toplum kuruluşlarının sesi duyulmaz. O ülkede gerçekte olup bitenlerden vatandaşın haberi olmaz. O ülkede farklı fikirleri insanların ruhu bile duymaz. O ülkede gerçekler karartılır, hakikat perdelenir. Onun içindir ki “medya demokrasiyle vardır” sözüne hiç inanmayın. Bu söz doğru bir söz değildir. Medya, demokrasinin esamisinin olmadığı dönemlerde de vardı. Medya, hâlâ diktatörlükle yönetilen ülkelerde çok daha güçlü olarak var. Medya bu tür rejimlerde iktidarın elinin altındaki borazan gibidir, onun sopası gibidir ve öyle çalışır. Önemli olan, özgür medyadır, hür medyadır. Medya, demokrasiyle var değildir, demokrasi özgür medya ile vardır. Medyanın sesini kısmak demokrasinin sesini kesmektir. O ses hepimizin sesidir. O ses, sivil toplumun sesidir. O ses, esilenin, mazlumun sesidir. O ses, İzmir’de karakolda dayak yiyen kadının sesidir. (Alkışlar) O ses, kendi uçağı tarafından bombalanarak can veren 35 yurttaşımızın sesidir. (Alkışlar) Onun için diyorum ki medyanın sesini kesmek aynı zamanda hepimizin dilini kesmek demektir. Dilsiz demokrasiyse örtülü diktatörlüktür. Onun için basın özgürlüğü sadece gazetecilerin değil hepimizin özgürlüğüdür. Gazetecileri hapse atarak onları sadece susturmuş olmuyorsunuz, toplumun vicdanını da susturmuş oluyorsunuz. Türkiye Gazeteciler Sendikasının rakamları var, onları bilginize sunmak isterim. 2009’un Nisanında 29, Ağustosunda 35, Aralık ayında da 44 gazeteci; 2010’un sonunda 58 gazeteci; 2011’in Şubatında 61, Martında da 68 gazeteci; bugün itibarıyla da 97 gazeteci hapiste tutuluyor, bunun 18’i kadın. Böyle bir rejim 12 Eylül sıkıyönetim döneminde bile yaşanmayan bir tablonun oluşmasını sağladı. Hiçbir gazeteci geleceğinden emin değil, yazdığından emin değil. Halkın özgür haber alma hakkı elinden alınmış demektir. Böyle bir demokrasi anlayışı olabilir mi?
Değerli arkadaşlarım, 97 gazetecimiz hapiste, seçimlerden sonra hapse giren gazeteci sayısında büyük bir artış var. Şimdi çıkıp halkın desteğiyle biz 97 gazeteciyi hapse attık desinler bakalım. Halk size böyle bir yetki vermedi. (Alkışlar) İçeriye atılan gazeteci, aslında topluma yöneltilen bir tehdittir. Dışarıdaki basın mensuplarına da aba altından sopa göstermektir. Bak ha, yarın senin de başına gelebilir. Değerli arkadaşlarım, eğer bir ülkede hapishanedeki gazeteci sayısının azlığı ve fazlalığıyla demokrasi ölçülüyorsa bizim ülkemizde demokrasi yoktur, kimse birbirini kandırmasın. (Alkışlar) AKP Hükümeti döneminde bu konuda dünya çapında bir rekora imza attık. Hapisteki gazeteci sayısı açısından dünya ikincisiyiz. AKP ne kadar övünse azdır. Her hâlde diyecekler ki “Bu birinci kim? Niçin biz birinci değiliz?” Atın, 97’i 187’ye çıkarın, 500’e çıkarın. Ama bine dâhi çıkarsanız Cumhuriyet Halk Partisini susturamayacaksınız, konuşacağız onların özgürlüğü için. (Alkışlar)
Şimdi, gazeteci arkadaşlarıma gerçekten sormak istiyorum: İçinizden doğruları yazarken hiçbir baskıyla karşılaşamayacağınızı acaba düşünüyor musunuz? Bu rahatlık içinde mesleğinizi icra edebiliyor musunuz? Telefonlarınızın dinlenmediğinden emin misiniz? Yarın gün doğmadan polisin kapınızı çalacağını biliyorsunuz. Böyle bir tablo her an başınıza gelebilir, bunu da çok iyi biliyorsunuz. Akla, hayale gelmeyen suçlamalarla aylarca hapiste tutuklu kalacağınızın da farkındasınız. Bundan emin olmayın, hayır, ben özgür bir toplumda yaşıyorum, başıma hiçbir şey gelmez, Anayasa, basın hürdür, sansür edilemez dedi, ben de özgür bir toplumda yaşıyorum ve istediğimi yazıyorum diyen acaba kaç gazeteci var Türkiye’de?
Değerli arkadaşlarım, herkes kendi psikolojisini gözden geçirsin. Kendi vicdanına sorsun, ülkedeki demokrasi seviyesiyle ilgili kararı kendisi versin. Bugünü, yani 10 Ocak günü çalışan gazeteciler bayramı yapan, elli yıl önceki meslektaşlarının kahramanca direnişini bugünkü gazeteci arkadaşlarıma hatırlatmak isterim. Onların mücadelesi bunu sağladı. (Alkışlar) Ben, 10 Ocak 1961’de kahramanca mücadele eden, bütün baskılara karşı direnen o gazetecilerin önünde saygıyla ve hürmetle eğiliyorum. (Alkışlar) 21’inci Yüzyıldayız ve utanarak itiraf ediyorum.2012’nin Türkiye’sinde basın özgürlüğü açısından 10 Ocak 1961’in gerisindeyiz. Bu ayıbı bu toplum kaldıramaz. Bu ayıp, 21’inci Yüzyılın Türkiye’sine yakışan bir ayıp değildir. Bu ayıbı kendi tarihinizden silip atmak zorundayız. Görev hepimize düşüyor. Önce medyaya, önce gazetecilere, önce onların yıpranma haklarını ellerinden aldılar, sonra baskılar kurdular, sendikalarını ellerinden aldılar. Şimdi işlerini ellerinden alıyorlar. Biraz yazdın mı, konuştun mu, hükümet aleyhine yazdın mı doğru Silivri’ye. Bu konuda mücadelenin ana eksinin Cumhuriyet Halk Partisi olduğunu hiçbir gazeteci arkadaşım unutmasın. Sizin yanınızdayız, bizi eleştirseniz dahi yanınızdayız. Sizi savunacağız, sonuna kadar savunacağız. (Alkışlar)
Değerli arkadaşlarım, televizyonları başında bizi dinleyen saygıdeğer yurttaşlarım; hatırlarsınız, “ben bu davanın savcısıyım” diyen bir sayın başbakan vardı. Ben, şimdi o Başbakana açıkça soruyorum: Bir insanın şiir okuduğu için hapse atılmasıyla kitap yazdığı için hapse atılması arasında ne fark var? Siz, halkın iradesiyle seçilmiş milletvekillerini, aradan bu kadar süre geçmiş olmamasına rağmen, milli iradeye rağmen, Anayasa’nın 90’ıncı maddesine rağmen hangi gerekçeyle, hangi yasal dayanağa dayanarak içeride tutuyorsunuz? Siz bu şiiri okudunuz diye sizin milletvekili seçilme hakkınız elinizden alınmıştı. Yüzde 34 vatandaş size oy vermişti. Cumhuriyet Halk Partisi olarak, demokrasinin savunucusu Cumhuriyet Halk Partisi olarak, özgürlüğü savunan Cumhuriyet Halk Partisi olarak dedik ki yüzde 34 oy veren vatandaşın iradesine saygı duyuyoruz, milli iradeye saygı duyuyoruz, bu ayıbı kaldıracağız, sana da seçme, seçilme hakkını getireceğiz. Destek verdik, geldin. Şimdi, niçin sen bu tabloyu yaratıyorsun bu Türkiye’de? Bir tek fark var arkadaşlar. Dünün mazlumu bugünün zalimi oldu, fark budur. (Alkışlar)
Değerli arkadaşlarım, her şeyi düşünürdük de ama bir şey hiç aklımıza gelmezdi. En sonunda o da oldu. Artık bizim de bir terörist Genelkurmay Başkanımız var. Her şeyimiz vardı, bir tek bu eksikti. (Alkışlar) Ben samimi söylüyorum. Özel yetkili mahkemelerin savcılarının daha yaratıcı olduğunu düşünüyorum. Biraz düşünmeli, daha iyi espriler bulurlar, daha farklı konulardan da insanları içeri alabilirler. Şimdi bir espri bekliyorum arkadaşlar, yeni bir espri. Bir ülkenin Genelkurmay Başkanı terörist olursa, o ülkenin Başbakanı ne olur? (Alkışlar) Herhâlde bunun cevabını bekliyoruz. (Alkışlar) Bizim bir güzel lafımız var, onu da söylemekten kendimi alamıyorum. Allah size akıl, fikir, izan versin, nereden çıktı bu? (Alkışlar) Bu iddianamelerin ciddiyetinin ne olduğunu artık daha iyi öğrendik. Bunların ne kadar büyük palavraların eseri olduğunu daha iyi öğrendik. İnsaf denen bir şey var. Onlara ciddiyete davet edelim diyorum ama yine içimden geldi söylememekten kendimi alamıyorum. Mizah dergilerine havale ediyorum, sanıyorum güzel espriler bulurlar. (Alkışlar)
Bakınız, bir konuda tümünüzün dikkatini çekmek isterim. Sayın İlker Başbuğ, bu Hükümetin onayıyla orgeneralliğe terfi etti. Bu hükümetin onayıyla Genelkurmay İkinci Başkanlığına getirildi. Bu hükümetin onayıyla Ordu Komutanı ve Kara Kuvvetleri Komutanı yapıldı. Bu hükümetin onayıyla Genelkurmay Başkanlığı yaptı ve bu hükümetle uyum içinde çalıştı, zamanı geldi emekli oldu. Değerli arkadaşlar, peki nasıl oluyor da bütün bunlardan sonra böyle bir tabloyla karşılaşmak istiyoruz. Burada iki ihtimal var. İhtimallerden birisi şu: Sayın Başbakan, İlker Başbuğ’un terör örgütü yönettiğini biliyordu fakat işlem yapmadı. Bu açıkça bir suçtur. Siz, terör örgütü kuran bir teröristle, Genelkurmay Başkanıyla nasıl çalışıyorsunuz? Devletin bütün bilgilerini nasıl paylaşıyorsunuz?
İkinci ihtimal şu: Sayın Başbakan, İlker Başbuğ’un bir terör örgütünü yönettiğini bilmiyordu. Bu daha büyük bir ayıp ve daha büyük bir gaflet. Nasıl olur siz, böyle bir şeyi bilmezsiniz? İstihbarat örgütleriniz var, çalışmalarınız var, MİT var, size bilgi veren pek çok çevre var, Batı’nın egemen güçleri var senin danışmanlığını yapan, sana yol gösteren, sana ufuk açan insanlarınız var. (Alkışlar) Tabii bir ihtimal daha var. O da, ben bunu biliyordum, terör örgütünün başındaydı ama gücüm yetmediği için sesimi çıkarmadım. Şimdi gücüm yetiyor, şimdi sesimi çıkarıyorum. (Alkışlar) O zaman sormak gerekiyor: Demek ki bütün mahkemeler senin emrinde. Ne zaman istiyorsan davayı o zaman açıyorlar. Şimdi bir daha Sayın Başbakana soruyorum: Sayın Başbakan, siz bu davanın hâlâ savcısı mısınız, değil misiniz çıkıp bir anlatın? (Alkışlar)
Değerli arkadaşlarım, insanların özgürlüklerinin, şeref ve haysiyetlerinin söz konusunun söz konusu olduğu bu kadar önemli bir konuda herkesi sorumlu davranmaya, demokrasi, hukuk ve adalet ilkelerine bağlı kalmaya davet ediyorum. Bu, Cumhuriyet Halk Partisinin yürekten bir davetidir. İnsan sevgisi üzerine kuruludur bu davet. Bu davet, hukukun üstünlüğü üzerine dile getirilen bir davettir. Bu davet, çocuklarımızın geleceği için çok önemlidir. (Alkışlar) Hukuka inanacağız, hukukun üstünlüğüne inanacağız, kamu vicdanına inanacağız, halkımıza inanacağız ve bizim bu davetimize toplumun her kesiminin kulak vermesini isteriz. Demokratik, hukuk devletinde vatandaşlar, hukuk ve adalet karşısında unvanlarına göre, kariyerlerine göre, bulunduğu mevkilere göre veya rütbelerine göre imtiyaz sahibi olmazlar. Anayasa çok açık, okuyorum: “Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.” Bu birinci gerçektir. İkinci gerçeğimiz şudur; Baştan beri söylediğimiz gibi, demokratik, hukuk devletlerinde devlet güvenlik mahkemeleri, özel yetkili mahkemeler gibi garabetler olmaz. Normal, doğal yargı sistemi vardır ve o sistem içinde her şey çözülür. Özel yetkili mahkemelerin iktidarın elindeki bir sopa olduğunu, özgürlükleri kısıtlamak için, insan hakkı ihlallerini meşrulaştırmak için elinde bulundurduğu bir sopa olduğunu da hepimizin bilmesi gerekir. Demokrasilerde bu tür uygulamalara yer yoktur. Ve burada önemli olan tutuklanan kişinin eski bir Genelkurmay Başkanı olması değildir, daha önce çok sayıda gazeteci, yazar, düşünür, akademisyen, avukat, doktor, öğrenci pek çok kişi hukuksuz yere, hukuk çiğnenerek, adaletsiz bir ortamda tutuklandılar. Burada bizim savunmamız gereken şey hukuktur. Çiğnetmememiz gereken şey hukuktur. Ben herkesi, kişileri değil, önce hukuku savunmaya çağırıyorum. Kişiler şudur budur hiç önemli değil ama bu ülkede adalet bozulursa, hukuk çiğnenirse tuz kokmuş demektir. Tuzu kokutmamak, bu ülkedeki 74 milyon insanın hakkıdır ve görevidir, herkesi göreve davet ediyorum. (Alkışlar)
Burada dikkatimi çeken bir şey daha var değerli arkadaşlarım. Bu haber basına şöyle yansıdı. “İlk kez bir Genelkurmay Başkanı sivil bir savcı tarafından tutuklandı.” Yani ben merak ediyorum. Basında bu haberi yazan arkadaşlar için de benim merakım var. Özel yetkili mahkemeleri nasıl bir sivil bir mahkeme olarak adlandırırsınız? Orada görev yapan savcıyı nasıl sivil bir savcı diye tanımlarsınız. (Alkışlar) Siyasi otorite karar verecek, gereğini bunlar yapacak. Siz bunlara yargı mı diyorsunuz? Yine söylüyorum: Silivri’de bir çadır tiyatrosu kurulmuş, orada sözde adalet dağıtıyorlar. Adalet dağıtmıyorlar orada. (Alkışlar) Eğer sivillik emir komuta sisteminin dışında bir yapıyı ifade ediyorsa, özel yetkili mahkemeler ve onların savcılarına sivil demek en hafif deyimiyle bir hukuk ayıbıdır. Onlar sivil falan değillerdir. Onlar, askerî mahkemeler ve devlet güvenlik mahkemelerinden çok daha ağır, çok daha taraflı ve açık söylemek gerekirse, o mahkemeler bu özel yetkili mahkemelerden daha sivildi. Onun için kimse bize, bunlar sivil mahkemelerde yargılanıyor demesin. Orası bir toplama kampıdır, Almanya’nın toplama kampının 21’inci Yüzyıl versiyonudur. (Alkışlar)
Orada, o toplama kampında sadece bizim ülkemizin insanlarını değil, demokrasiden yana olan, özgürlüklerden yana olan, hukukun üstünlüğünden yana olan, düşünce özgürlüğünden yana olan dünyadaki bütün kuruluşları Silivri’ye davet ediyorum. Gelin, tiyatroyu orada görün bakalım. (Alkışlar)
Değerli arkadaşlarım, tabii meselenin bir de başka bir yönü var, zamanlaması. Her şey duruyor, AKP sıkışmış bir köşede, göndermişsiniz uçakları bombalamışsın 35 yurttaşımız ölmüş –ki bunlardan birisi gazi çocuğu- sen kalkmışsın çekmeceden bir dosya çıkarıyorsun, hemen ertesi gün işleme koyuyorsun, eski Genelkurmay Başkanını terörist diye tutukluyorsun. Şimdi, bu ilk olay değil yalnız, söyleyeyim. Ne zaman AKP sıkışsa çekmeceden bir dosya çıkıyor. Dosyayı çıkaran kim? Özel yetkili mahkemeler. O özel yetkili mahkemeler, bence AKP Genel Merkezinde bir kat ayırsınlar, belki ilişkiler daha rahat sürdürülmüş olur. (Alkışlar) Bir şeyin bütün halkımız tarafından çok iyi bilinmesini isterim.
Cumhuriyet Halk Partisi darbecilere sonuna kadar karşıdır. Cumhuriyet Halk Partisi demokrasi düşmanlarına sonuna kadar karşıdır. Cumhuriyet Halk Partisi hukuk devleti düşmanlarına sonuna kadar karşıdır. Cumhuriyet Halk Partisi askerî cuntalara da sonuna kadar karşıdır. Ancak Cumhuriyet Halk Partisi, bugün oluşturulmak istenen sivil diktatörlüğün de sonuna kadar karşıdır. (Alkışlar) Karşısında olmaya devam edecektir. Halkımızın bilmesini isterim. Bizi demokrasi yolundan hiçbir güç alıkoyamaz. Hedefimiz budur, gönlümüz bundan yanardır. Hiçbir baskıya, hiçbir korkuya, hiçbir şantaja boyun eğmek bizim kitabımızda yoktur. (Alkışlar)
Değerli arkadaşlarım, şunu da herkesin çok iyi bilmesini isterim: Ben, bireysel olarak hiç kimsenin avukatı değilim, kişileri savunmak benim meselem değil. Ben, ilkelerle ilgiliyim, ben demokrasinin avukatıyım. Ben hukuk devletinin avukatıyım. Ben, milletimin avukatıyım. Ben, yaşayan çocukların avukatıyım. Ben çöpte kâğıt toplayan insanların avukatıyım. (Alkışlar) Ben herkesin evrensel hukuk içinde yargılanmasını savunan birisiyim. Bireylere yöneltilen suç ne olursa olsun, altını çiziyorum bireylere yöneltilen suç ne olursa olsun onların, hukukun üstünlüğü kuralları çerçevesinde yargılanmasından yanayım. Öyle birilerinin talimatıyla “At içeri”, birilerinin talimatıyla “Gözünün üstünde kaşın var, tutun bunu.” Bu kişi kim olursa olsun biz onun destekçisi olacağız. Hukukun üstünlüğünü savunacağız, bu bizim temel normumuzdur. Çünkü ben, adalet arıyorum. Mahkeme kararları hukuka uygun olmalı, yargılamanın kendisi hukuka uygun olmalı, suçlama da hukuka ve toplum vicdanına uygun olmalı, bizim aradığımız mesele budur, hukukun üstünlüğüdür. Hukukun üstünlüğünün olduğu yerde boynumuz kıldan incedir. Gider orada adam gibi yargılanırız. Hiçbir sorunumuz yoktur. (Alkışlar) Ama kan davasına dönüşen bir yargılama süreci, ne Türkiye’ye ne topluma asla güven vermez. Biz güvenmiyoruz. Bu yargılama düzenine de, bu hukuk düzenine de asla ve asla toplu iğne kadar güvenmiyorum, oradan adalet çıkmaz. (Alkışlar)
Bakınız değerli arkadaşlarım, bu ülkenin halen görev yapan mevcut Genelkurmay Başkanı terör örgütünün kandırdığı gençler için şunu söylüyor: “Terörist demeye dilim varmıyor çünkü onlar da bu ülkenin çocukları.” deme inceliğini gösteriyor. Bu devletin savcısı, bir önceki Genelkurmay Başkanına da “Terörist” suçlamasında bulunabiliyorsa açıkça söylüyorum, bu ülkenin çivisi çıkmıştır, geldiğimiz nokta budur. (Alkışlar) Bazıları buna “Normalleşme” diyor. Böyle normalleşme olmaz arkadaşlar. Normalleşme, birinin diğerinden intikam alması demek değildir. Normal demokratik kuralların işlediği bir sistemdir normalleşme. Onun kuralları, kurumlarıdır, güçler ayrılığıdır, yargı bağımsızlığıdır. Normal olan özgür basındır. Bir ülkede suç işlediğine inanılan kişileri linç etmek normalleşme sayılmaz. Bunca asırlık devlet geleneğine, bunca yıllık demokrasi birikimine sahip olan bir ülkede yargının bir siyasi kan davasına dönüşmesini normalleşme olarak kabul edemeyiz. Yargının gündem saptıracak bir piar aracına dönüştürülmesi ayıptır. Buna meydan vermeyeceğiz ve bunun her yerde her zaman karşısında olacağız. (Alkışlar)
Değerli arkadaşlarım, Uludere’de öldürülen 35 vatandaşımızın nasıl ve neden öldürüldüğünü sormaya devam edeceğiz. Herkesi şu konuda düşünmeye davet ediyorum: Önce nereden geldiği hâlâ açıklanamayan bir istihbarat üzerine Uludere’de 35 vatandaşımız öldürülüyor. Hemen arkasından emekli bir Genelkurmay Başkanı hakkında terörist suçlaması yapılıyor ve tutuklanıyor, onun arkasından da ana muhalefet liderinin dokunulmazlığının kaldırılması isteniyor. Hepsi 12 güne sığdırılıyor. Yarın ne olacağını kimse kestiremiyor. Bu nasıl bir tezgâhtır? Kim ne yapmak istiyor? Uludere olayı yanlış istihbarat diyerek geçiştirilecek bir olay değildir. Gülyazı köyündeki alay komutanını açığa alarak da bu olayı örtemezsiniz. Türkiye, bu olayın sorumlularını en kısa zamanda yargı karşısına çıkaramazsa başımıza gelecekleri düşünmek istemiyorum. Ve bu konuda ilk gün sorduğum soruyu tekrarlıyorum: Siz bu istihbaratı nereden aldınız? (Alkışlar) MİT Müsteşarı diyor ki “Biz vermedik.” Bir değil, birkaç kez açıklama yaptı. Genelkurmay Başkanı “Bize istihbarat geldi, biz de gereğini yaptık” diyor. İkisinden birisi ya doğruyu söylüyor ya da söylemiyor ya da halktan gizlenen başka bir şey var.
Değerli arkadaşlarım, açıkça sormamız gerekiyor: Bu istihbaratı heronlardan mı aldınız, yoksa bu istihbaratı İncirlik’e konuşlanmış insansız hava araçlarından mı aldınız? (Alkışlar) Yani açıkça söylüyorum, İsrail’den mi aldınız, Amerika’dan mı aldınız? (Alkışlar) Niye gerçeği açıklamıyorsunuz? Neden gerçeği açıklamıyorsunuz? Oysa bütün bu organlar biliyorlar gerçeği, istihbaratın nereden geldiğini de biliyorlar. Neden gizliyorsunuz halktan? Neden gizliyorsunuz? Yoksa bunu açıkladığınızda, ülkenin güvenliğinin ihale edildiği odakların halk tarafından öğrenileceğinden mi korkuyorsunuz? (Alkışlar) Kendi güvenliğini başkalarının istihbaratına emanet edenlerin sonu işte geldikleri bu noktadır. (Alkışlar) Bir yandan soruşturma açtık, soruşturma gizli gidiyor. Sen bırak soruşturmayı, istihbaratı nereden aldın açıkla, zaten biz biliriz onu. Bu kadar zor bir şey değil o. (Alkışlar)
Değerli arkadaşlarım, bir düşünün, bu olay İngiltere’de olsaydı, Almanya’da olsaydı, Fransa’da olsaydı, Japonya’da olsaydı ne olurdu? Ben söyleyeyim. Hemen o yetkililer görevden alınır, sorumlu olan Milli Savunma Bakanı da görevden istifa ederdi. Bizde istifa edebilir mi? İstifa edebilmesi için demokrasiyi bilmesi lazım, demokrasiyi içselleştirmesi lazım, halkına saygı duyması lazım ve en önemlisi ar damarının çatlamamış olması lazım. (Alkışlar) Dile kolay, gazi çocuğunun da olduğu 35 yurttaşımız öldürülüyor. Efendim neymiş? Yok çadıra gitmiş de, yok bunu yapmış da… Sen bırak o martavalları, açıkça söyle bana, kim bu istihbaratı verdi arkadaş? Niye gizliyorsun sen bunu? Yerine gelince efendim ben belge açıklarım, şunu açıklarım diyorsun. Sana basit bir soru sorduk, vereceğim tek cümle, sana bu istihbaratı kim verdi arkadaş? Korkudan açıklamıyorsun, cesaretin yok, açıklayamıyorsun. Çünkü ülkenin istihbaratını başka güçlere teslim ettin sen. (Alkışlar)
Değerli arkadaşlarım, dokunulmazlığımın kaldırılması için fezleke düzenlenmiş. Suçum? Adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs etmekmiş. Bunların adil yargısı, basılmamış kitabı toplatan yargıdır. Bunların adil yargısı “Parasız eğitim istiyoruz” diyen üniversite öğrencilerini aylarca hapiste tutan adil yargıdır. (Alkışlar) Eski bir Genelkurmay Başkanını “Terörist” diye tutuklamayı akıl etmek yine ilk kez bu adil yargılama yapan arkadaşlara nasip olmuştur. Biz bunların adil yargılamalarının ne olduğunu çok iyi biliriz. Önümüzde Deniz Feneri davası varken, siz adil yargılamadan mı söz edeceksiniz? (Alkışlar)
Değerli arkadaşlarım, benim dokunulmazlığa ihtiyacım yok. Dilekçem burada, grup toplantısından sonra göndereceğim. (Alkışlar) Ben korkuyla siyaset yapanlardan değilim. Halkı için yola çıkanların kitabında korku yoktur, böyle bir şey olamaz zaten. (Alkışlar) CHP Genel Başkanıyla hesaplaşmak mı istiyorsunuz, kaldırın dokunulmazlığımı, evet kaldırın dokunulmazlığımı. (Alkışlar) Ben yola çıkarken dokunulmazlığa güvenerek yola çıkan birisi değilim. Ben bu oyunun nerelerde kurgulandığını da çok iyi biliyorum. Egemen güçlere taşeronluk yapanların tehditlerine boyun eğmem ben. (Alkışlar) Ben sizin özel yetkili mahkemelerinizden korkmam. Beni, özel yetkili mahkemelerinizle yıldıramazsınız, onların savcılarıyla yıldıramazsınız. Siz kim oluyorsunuz? Siz, kime diz çöktürmek istiyorsunuz? (Alkışlar) Ben sizden çekinmem. Ben sizin ağababalarınızdan da çekinmem. (Alkışlar) Ben yalnızca kendi ulusumun emrindeyim. (Alkışlar) Ben sadece kendi milletimin önünde eğilirim. (Alkışlar) Beni hapse atmak değil, darağacına da çıkarsanız söyleyeceğim budur. (Alkışlar)