25 Aralık 2011 Pazar

İsmet Paşa Belgeseli



İsmet Paşa Belgeseli 1

İsmet Paşa Belgeseli 2

İsmet Paşa Belgeseli 3

18 Aralık 2011 Pazar

Kılıçdaroğlu,nun CHP’li İl Genel Meclisi üyeleri toplantısı konuşması

Kılıçdaroğlu,nun CHP’li İl Genel Meclisi üyeleri toplantısı konuşması

10 Aralık 2011 Cumartesi

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu,nun 2012 Bütçe Konuşması

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu,nun Bütçe Konuşması

1.Bölüm


2.Bölüm



3.Bölüm

9 Aralık 2011 Cuma

Kastamonu'da Yapılan İlk Kadın Mitingi

Bilindiği gibi, 1914 yılında başlayan 1. Dünya Savaşı, arkasında yüzbinlerce ölü ve yaralı bıraktıktan sonra 1918’de sona ermiştir.

30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi’ne göre, ülkemiz yer yer işgal edilmiş; düşman çizmesi altına giren yerlerde, insanlık tarihinin kaydetmediği en ağır mezalim yapılmıştır. Masum insanlarımız öldürülmüş; evleri, barkları yakılıp yıkılmış; ırz ve namusları ayaklar altına alınmıştır.

Anadolu insanı bir yanda bu felâketi yaşarken, diğer yanda da kötü günlerden kurtulup esenliğe kavuşmak için bir kurtarıcı aramıştır.

Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919 günü Samsun’a ayak basmış ve o andan itibaren, ülkemizin düşmanlardan kurtarılması için büyük bir mücadele başlatılmıştır. Hemen hemen her il ve ilçede “müdafaayı hukuk” cemiyetleri kurulmuş olup halk, bu cemiyetler vasıtasıyla düşmana karşı direnmeye başlamıştır.

1. Dünya Savaşı sonrasında Kastamonu işgal görmemiş; ancak Kurtuluş Savaşı’nın insan kaynağı ve diğer lojistik desteklerin büyük bir kısmı bu bölgeden sağlanmıştır.

Kastamonu’daki aydın insanlar ve özellikle gençler, daha baştan itibaren Mustafa Kemal’in yanında yer almışlardır. Bu gençler, 15 Haziran 1919’da Açıksöz gazetesini çıkarmaya başlamışlardır. Açıksöz gazetesi, ilk sayısından itibaren Kuva-yı Milliye yanlısı bir politika izlemiş ve bu tavrını savaş süresince aynen devam ettirmiştir.

Kastamonu’nun önemini bilen Mustafa Kemal Paşa, Ankara’daki 20. Kolordu Kumandanı Ali Fuat Paşa’ya emir vermiş ve buraya teşkilâtçı bir kumandanın gönderilmesini istemiştir1. Bu talimat üzerine Miralay Osman Bey, Kastamonu’ya gelmiş ve şehir, 16 Eylül 1919 günü Kuva-yı Milliye ile fiilen birleşmiştir 2. Osman Bey’in gelişiyle birlikte, aydınların, dolayısıyla Açıksöz gazetesinin gücü artmıştır. Bu arada, İstanbul Hükümeti yanlısı olan Hürriyet ve İtilâf Fırkası’nın sözcüsü durumundaki Zafer gazetesinin yayını da son bulmuştur.

Miralay Osman Bey’in Kastamonu’ya gelişini takiben Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti kurulmuştur. Basın kayıtları incelendiğinde, cemiyetin 27 Eylül 1919 tarihinde teşekkül ettiği görülmektedir 3. Bu tarihten itibaren, Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti kadınlar şubesi de kurulmaya başlanmış; fakat basın kayıtlarında kesin kuruluş tarihine tesadüf edilememiştir.

Kastamonulu hanımlar, Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti yararına gösterilecek bir filmin biletlerini satmak üzere bir komite kurmuşlardır. Bu konudaki haber, Açıksöz gazetesinin 19 Ekim 1919 tarihli nüshasında yayınlanmıştır 4. Bu komitede görev alan hanımlar, muhtemelen Müdafaayı Hukuk Cemiyeti kadınlar şubesinin kurucuları olmuşlardır. Bu takdirde, söz konusu cemiyetin kadınlar şubesinin, 27 Eylül-19 Ekim 1919 tarihleri arasında kurulmuş olduğu söylenebilir.

Kastamonulu kadınlar açısından çok önemli gördüğümüz bir konu ise onların düzenledikleri kadınlar mitingidir. Yurdumuzun yabancılar tarafından işgal edilmesini ve oralarda yapılan vahşetleri protesto etmek maksadıyla bir miting yapılması plânlanmış ve bu maksatla miting tertip heyeti kurulmuştur 5. Bu komitede görev alan kadınlar şunlardır:

1. Zekiye Hanım (Polis Müdürü Halil Bey’in eşi).

2. Kâmuran Hanım (Defterdar Ferit Bey’in eşi)

3. Saime Hanım (Sağlık Müdürü Ferruh Bey’in eşi)

4. Bedriye Hanım (Maarif Müdürü Talat Bey’in eşi)

5. Münire Hanım (Vilayet Mektupçusu Fuad Bey’in eşi)

6. Refika Hanım (Fırka Kumandanı Miralay Osman Bey’in kızı)

7. Neyyire Hanım (Reji Müdürü Ömer Bey’in kızı)

10 Aralık 1919 çarşamba günü Darülmuallimat (Kız öğretmen okulu) bahçesinde üç binden ziyade Kastamonulu kadın bir araya gelmiş; ülkemizin işgalini ve yapılan insanlık dışı vahşetleri şiddetle protesto etmiştir.

Mitingde; tertip komitesi başkanı olarak Zekiye Hanım, Darülmuallimat Müdiresi Hikmet Hanım ile yardımcısı İclal Hanım ve Fırka Kumandanı Miralay Osman Bey’in kızı Refika Hanım birer konuşma yapmışlar ve olaylardan duydukları üzüntüleri dile getirmişlerdir. Gazetelerdeki yer darlığı nedeniyle bunlardan sadece Zekiye Hanım’ın konuşması yayınlanmış; diğerlerine yer verilememiştir. Bu konuda Kastamonu gazetesi aynen şunları yazmıştır:

“Miting heyet-i idaresini teşkil eden hanımefendiler tarafından irâd edildiğini beyan ettiğimiz nutukların cümlesini aynen derce, sütunlarımız müsait olmadığından yalnız reise Zekiye Halil Hanımefendi’nin nutkunu dere ile iktifaya mecbur kalıyoruz. Diğer hanımefendilerin aflarını temenni ederiz” 6.

Aynı şekilde Açıksöz gazetesi de, sadece Zekiye Hanım’ın konuşmasını yayınlamış; diğer hanımların konuşmaları ve çekilen telgrafları, yer darlığı nedeniyle yayınlayamadığını yazmak gereğini duymuştur 7.

Miting tertip heyeti başkanı Zekiye Hanım, yaptığı kısa ve ateşli konuşmada, işgalleri ve yapılan vahşetleri şiddetle kınamış ve gerekirse vatanı kurtarmak için kendilerinin de cepheye gideceklerini ifade etmiştir. Zekiye Hanım’ın konuşması aynen şu şekildedir:

“Kardeşler, hemşireler!

Daha bir sene evvel kırmızı rengi ile başımızda dalgalanan ulu sancağımız, görüyorsunuz ki siyahlara, matemlere büründü. Muharebe meydanlarında vatan ve din uğrunda binlerce evlâdımızı gömdükten sonra; haktan, adaletten bahseden Avrupalıların, bir seneden beri, yenildik diye başımıza açmadıkları felâket kalmadı.

Haktan en çok bahsedenler, haksızlığın en büyüğünü yaptılar. Daha dün bizim gibi refah ve saadeti; evi, barkı olan İzmir’deki dindaşlarımız, beyaz saçlı kadınlarımız, kundaktaki yavrularımız Yunanlıların süngüsünden geçti. Her tarafı yüksek minarelerinden beş vakitte ism-i celâlullah bağırdan Adanamız, Antalyamız ve en nihayet güzel Ayıntab, Maraş, Urfamız elimizden alınmak isteniyor.

Hanımlar!

Büyük felâketlerimiz önünde evlâtlarımızın, kardeşlerimizin kanıyla suladığımız yurtlarımızın işgaline, kardeşlerimizin felâketine susacak mıyız?

Hayır hanımefendiler! Mağlubuz, silâhımız yok, fakat göğsümüzde imanımız, bütün dünyayı halkeden Allahımız var.

İşte biz de imanımıza ve Allahımıza istinaden haksızlara haksızlıklarını yüzlerine vurur ve cihan huzurunda ilân ettikleri adaleti taleb ederiz.

Hanımlar!

Biz, dünyayı kanlara boğan, insanları tavuklar gibi boğazlayan erkeklere müracaat edecek değiliz.

Bizim gibi şefkatle, merhametle düşündüklerine şüphe etmediğimiz İtilâf devletlerinin büyük kadınlarına müracaat edecek ve birer telgrafla, bize yapılan haksızlıkları yazacak ve anlatacağız. Eğer onlar da hakkımızı teslim etmezlerse, evlâtlarımızın kanlarına kendi kanımızı karıştırarak erkeklerimizle bir safta, dinimiz ve istiklâlimiz için ölecek; haksızlara, zalimlere tarihin lanetlerini terkederek şehâmetle öleceğiz” 8.

Basına yansıyan miting kararları aynen şu şekildedir:

1. Mütarekeden beri memleketimizin uğradığı haksızlıkların tamiri esbabının istiklâli için icâbedenlere irâdât-ı seniyelerinin şerefsüdûr ve sünûh buyurulması istirhamına dair zât-ı akdes-i hilâfetpenâhiye bir arîza-i telgrafıye keşidesi.

2. Hukuk-ı meşrûamızın teminine delâlet buyurmaları zımnında İngiltere ve İtalya kraliçeleri hazerâtıyla Madam Wilson ve Madam Puankara’ya telgraflar keşidesi.

3. İşbu telgrafların birer suretlerinin matbuat-ı Osmaniyye ve ecnebiyye ile İtilâf devletleri mümessillerine tebliği istirhamına dair sadâret-i uzmâya bir telgraf keşidesi 9.

Mitingde alınan bu kararlar doğrultusunda; padişaha ve sadrazama telgraflar çekilmiş ve bilgi verilmiştir. Ayrıca ABD Başkanı Wilson ile Fransa Cumhurbaşkanı Puankara’nın eşine ve İngiltere Kraliçesine birer telgraf gönderilmiş ve işgaller kınanmıştır. Bu telgrafların hepsi, Kastamonu gazetesinde aynen yayınlanmıştır. Ancak gazetedeki bir ifadeden, İtalya Kraliçesi ile Hindistan İmparatoriçesine de telgraf gönderildiği anlaşılmakta; fakat bu telgrafların metinlerine yer verilmediği görülmektedir. Ancak konunun takdiminden, telgrafların, İngiltere Kraliçesine çekilen telgraf metninin benzeri olduğu anlaşılmaktadır 10.

Miting sonrasında çekilen telgraflar şunlardır:

1. Padişah’a çekilen telgraf:

“Cenâb-ı Hak, zât-ı akdes-i hümâyûnlarım taht-ı muallâ-yı saltanat-ı Osmaniyye’de kemâl-i mes’adetle edebnisîn buyursun, âmin.

Kastamonu Müslüman kadınlarının akdettiği muazzam bir mitingde, İngiltere ve İtalya kraliçeleri ile Madam Wilson ve Madam Puankara’ya telgraflarla müracaata karar verildiğini arz ve iblâğa ve mütârekeden beri memleketimizin düçâr olduğu taarruz ve tecâvüzden müteessir ve me’yus olarak hukuk-ı meşrûamızın tanınmasını ve şimdiye kadar yapılan haksızlıkların bir an evvel tamiri esbabının istikmâli için icâb edenlere irâde-i keramet ifâde-i hilafetpenâhilerinin şerefsüdûr ve sünûh buyurulmasını istirhâmâmat mücâseret eyleriz. Ol babda ve kâtıbe-i ahvalde emr-uferman şevketin, kudretli, padişahımız efendimiz hazretler nindir”11 .

2. Sadrazam’a çekilen telgraf:

“Kastamonu Müslüman kadınlarının çarşamba günü akdettiği muazzam bir mitingde İngiltere, İtalya kraliçeleri hazretleriyle Madam Wilson ve Madam Puankara cenaplarına keşidesi takarrür eden telgrafnâme suretleri bervech-i zîr arz olunmuştur. Mündericâtının matbuât-ı Osmaniyye ve ecnebiyyeye ve düvel-i mu’telife mümessillerine tebliğ buyurulmasını üç bini mütecaviz Kastamonu İslâm kadınları nâmına arz ve istirham eylerim, ferman”12.

3. İngiltere Kraliçesi’ne çekilen telgraf:

“Biz, Kastamonu Müslüman kadınları bugün akdettiğimiz büyük bir mitingde işbu telgrafla zât-ı haşmetpenâhilerine milletimizin ızdırâbâtını, vatanımızın âlâmını arza karar verdik.

Haşmetmeâb, cihanın adaleti, insaniyetin refah ve saadeti uğrunda harp eden necip milletiniz, tarih ve cihan huzurunda milliyetlerin hakkını ızdırâbât-ı insâniyenin teskinini vaad ve ilân etmiş olduğu halde mütârekeden beri, biz Türklerin maruz kaldığı mezâlim sevgili vatanımızın uğradığı haksızlıklar önünde vicdan-ı insaniyet hiç muzdarip olmadı mı? Necâbet ve asâlet-i ırkıyyeniz müverrih ve seyyahlarınızın itirâfâtıyla sabit ve tarihi dostunuz biz Türklerin ve Türk vatanının âlâm ve ızdırâbâtı o kadar büyüktür ki, kalbi, hiss-i adl-i insaniyetle çarpan her ferdin âlâmımıza iştirak etmemesi imkânsızdır.

Mütârekeden beri, ahâlisi Türk ve Müslüman olan Antalya, Adana birer suretle işgal edilmiş ve en nihayet zalim Yunan kuvvetlerinin sevgili İzmirimize girmesine ve orada yüzbinlerce dindaşımızın süngüden geçmesine ve kadınlığın ismet ve nezâketinin pâmâl edilmesine iğmâz-ı ayn edilmiştir. Yunanilerin vahşetinden kaçan yüzbinlerce kadın, sabi, yetim mevsimin öldürücü soğuğunun sarsar kahrıyla can vererek medenî milletlerden ve bilhassa ekseriyet-i tebaası dindaşımız ve heyet-i umûmîyesi tarihi dostumuz Büyük Britanya imparatorluğu’ndan adalet beklerken öz yurdumuz Urfa-Maraş da istilâ edildi.

Haşmetmeâb. Cihan huzurunda berhâl, devletinizin ilân ettiği hakk-ı adi ü milliyet düsturlarının tecellisini görmek istiyoruz. Sevgili vatan ve milletimizin mütevâli felâketleri önünde daima sızlayan kalplerimizden kopan karar budur. İnsaniyyet hakkı, adalet şerefi, gözlen hümmâ-yı ihtiras ile bulunan politikacılar arasında heder olacaksa tarihin tel’inâtım tamamen haksızlara bırakmağa karar verdik. Büyük milletinize rabt ettiğimiz ümidi, huzur-ı asilânelerine arz ediyoruz. Hakk-ı beşeri pâmâl ve cihan huzurunda ilân edilen taahhüdattan inhiraf galipler için caiz ise, sevgili yurdumuzu namus kanı ile yıkamak da bize aittir. Taleb-i istirhamımız, hakk-ı millimizin temini ve Türk olan vatanımızın tahlisidir. Pek haklı ve insanî olduğundan kani bulunduğumuz bu ricamızın kalb-i haş-metânelerinde ma’kes bulacağını ümid ve arz-ı ta’zimât eyleriz” .

4. ABD Başkanı Wilson’un eşine çekilen telgraf:

“Kastamonu’nun biz Müslüman kadınları bugün akdettiğimiz büyük bir mitingde işbu telgrafla cihan-ı insaniyetin hürriyet ve adaleti uğrunda harbe giren ve bunu temin ettiğini yüzlerce defa ilan eyleyen Amerikalıların büyük ve necip valideleri zât-ı aliyye-i necibânelerine, sevgili vatanımızın ve mazlum milletimizin âlâmını arza karar verdik.

Pek insanî ve haklı olan bu müracaatımızın kalb-i asilânelerinde ve bütün Amerika kadınları nezdinde cây-ı kabul bulacağını ümid ederiz.

Madam cenapları. Vatanımızı gezen ve milletimizi gören arkadaşlarınızın da itiraf edeceği biz Müslüman ve Türklerin büyük annesi öz vatanı ne haldedir bilir misiniz? Mütârekenin akdinden beri hergün birer suretle bizi ezenfecâyi’ ve vekâyi’ o kadar çoktur ki, insanlık hissiyle çarpan hiçbir kalbin buna karşı lâkayıt kalmasına imkân yoktur.

İzmirimiz’de zâlim Yunanîlerin süngüleri ile boğazlanan yüzbinlerce evlâtlarımızdan başka bu zâlim kavmin idaresinden hem de medenî olduğunu iddia eden Avrupa’nın gözleri önünde yapılan mezâlimden kaçarak yurdunu, mülkünü, refah ve saadetini terk eden yüzbinlerce kadın, erkek, sabi, yetim dindaşlarımız karlar, buzlar altında can vermekte ve bizler bu cinayetlerin tamirini bunu milletlerden beklerken sevgili Adana’mız, öz yurdumuz, güzel Antalya’mız her türlü kuyûd-ı adi ü hakka münâfi olarak işgal edilmiş ve ahiren de Türk olan Ayıntab, Maraş, Urfa da Fransızlar tarafından aynı akıbete uğratılmış, orada da Türk ve Müslüman olmaktan başka kabahati olmayan dindaşlarımız tazyik altına alınmıştır. Ye’simiz, âlâmımız o kadar büyüktür ki, ağlayan sevgili vatanın teellümâtını ızdırap ve ye’sle dinlemekten ise erkeklerimizle bir safta istiklalimizi müdafaa uğrunda can vermeyi göze aldık.

Madam cenapları. Milleti nâmımı oniki maddelik prensibiyle tarih ve bütün dünya huzurunda milliyet ve edyânın hukukunu ilân eden zevc-i necibinizin taahhüdâtı ne oldu? Hakkın sesi, ihtirâsât gürültüleriyle boğuldu mu? Sizler galipsiniz, kavisiniz. Fakat biz hak istiyor ve Wilson cenaplarının dünya huzurunda tatbikini taahhüd ettiği prensiplerinin icrasını talep ediyoruz. Sevgili Anadolu’yu yeni bir kan deryasına boyamadan, binlerce sabiyi yetim bırakmadan, insaniyet ve milliyet hakkımızın teminine muavenet ve müzaheret buyurmanız, istirhâmâtımızın muzdârip ve melul ihtirâmâtımıza terflkan arz eyleriz, madam cenapları”14.

5. Fransa Cumhurbaşkanı Poincare’nin eşine çekilen telgraf:

“Biz Kastamonu’nun Müslüman kadınları, bugün akdettiğimiz büyük bir mitingde işbu telgrafla zât-ı necibânelerine milletimizin ızdırâbâtını, vatanımızın âlâmını arza karar verdik.

Madam cenapları. Cihanın adaleti, insaniyetin refah ve saadeti uğrunda harbeden necip milletiniz, tarih ve cihan huzurunda milliyetlerin hakkını, ızdırâbât-i insaniyetlin teskinini vaad ve ilân etmiş olduğu halde, mütârekeden beri biz Türklerin maruz kaldığı mezâlim, sevgili vatanımızın uğradığı haksızlıklar önünde vicdân-ı insaniyet hiç muzdarip olmadı mı? Necâbet ve asâlet-i ırkıyemiz müverrih ve seyyahlarınızın itirâfâtıyla sabit ve tarihi dostunuz biz Türklerin ve Türk vatanının âlâm ve ızdırâbâtı o kadar büyüktür ki, kalbi, hiss-i adl-i insaniyetle çarpan her ferdin âlâmımıza iştirak etmemesi imkânsızdır. Mütârekeden beri, Türk ve Müslüman olan Antalya, Adana birer suretle işgal edilmiş ve en nihayet zâlim Yunan kuvvetlerinin sevgili İzmir’imize girmesine ve orada yüzbinlerce dindaşımızın süngüden geçmesine ve kadınlığın ismet ve mezâhetinin pâmâl edilmesine iğmâz-ı ayn edilmiştir.

Yunanîlerin vahşetinden kaçan yüzbinlerce kadın, sabi, yetim, mevsimin öldürücü soğuğunun sarsar kahrıyla can vererek ilk muhâdeneti Avrupa’da Fransızla tesis ettiği tarihin şahâdetiyle sabit ve her münevver Türk’ün lisanınızı kendi lisanı gibi tekellüm etmesi ve bu suretle Fransız ırkının ahlâk ve adâb ve irfanını benimsemiş olduğu gayr-ı kabil-i inkâr olan biz Türklerin bu âlâm-ı bînihâyesine ve ızdırâbât-ı fevkalâdesine Fransız kalplerinin ma’kes olacağını ümid eden ırkımız, bu defa da irfan ve adaletine rabt-ı ümid ettiğimiz Fransızlar, sevgili Ayıntab, Urfa ve Maraş’ın işgal edildiğini işitmekle müteellim ve mütehayyirdir.

Madam cenapları. Cihan huzurunda ricâl-i devletinizin ilân ettiği hakk-ı adi ü milliyet düsturlarına teyid etmek istiyoruz. Sevgili vatan ve milletimizin mütevâli felâketleri önünde daima sızlayan kalplerimizden kopan karar budur.

İnsaniyet hakkı, adalet şerefi, gözlen hümmâ-yı ihtiras ile bulunan politikacılar arasında heder olacaksa, esaretle yaşamaktansa erkeklerimizle bir safta şehâmet ile ölmeye ve haksızlara tarihin telinâtını bırakmağa karar verdik. Büyük milletinize rabt ettiğimiz ümidi kalb-i necibânelerine arz ediyoruz. Hakk-ı beşeri pâ-mâl ve cihan huzurunda ilân edilen taahhüdattan inhiraf, galipler için caiz ise, sevgili yurdumuzu namus kanıyla yıkamak da bize aittir. Taleb-i istirhamımız, hakk-ı millimizin ve Türk olan vatanımızın tahlisidir. Pek haklı ve insanî olduğundan kani bulunduğumuz bu ricamızın kalb-i necibânelerinde bir nıa’kes bulacağını ümid ve arz-ı ta’zimât eyleriz”15.

Kastamonu’da yapılan ilk kadın mitingiyle ilgili olarak basın organlarına yansıyan bilgiler bunlardan ibarettir.

Bizim dikkatimizi çeken en büyük nokta, hanımların bu tür bir faaliyete katılmakta gösterdikleri azim ve kararlılıklarıdır. Üçbinden fazla kadını bir araya toplamak, hangi devirde olursa olsun son derece zordur. Üstelik bu toplantının bir taşra vilayeti olan Kastamonu’da gerçekleşmiş olması daha da dikkat çekicidir.

Burada unutulmaması gereken konulardan birisi, şüphesiz ki o günlerin havasıdır. Çünkü her kadının eşi, kardeşi, çocuğu veya hiç değilse bir yakını ya şehit düşmüştür veya yaralanmıştır. Kısaca ifade etmek gerekirse, her evde mutlaka bir üzüntü kaynağı bulunmuştur.

Bütün bunlardan ayrı olarak, Kastamonu kadınlarının kültür seviyelerinin yüksekliği de bu mitingde kendini göstermiştir. Zira katılımcılıkta en büyük etkenlerden birisi şüphesiz, kültüre ve bilgiye dayalı bilinçlenme faktörüdür.

Bu yıl, Kastamonu’da yapılan ilk kadın mitinginin 75. yıl dönümüdür. Bu gün, Kastamonulu hanımlar için olduğu kadar, ülkemiz kadınları açısından da bir şeref günüdür.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa Eski
ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 27, Cilt: IX, Temmuz-Kasım 1993
--------------------------------------------------------------------------------

1 - Nurettin Peker, İstiklâl Savaşı Resim ve Vesikalarla İnebolu-Kastamonu ve Havalisi Deniz ve Kara Harekâtı, Gün Basımevi, İstanbul, 1955, s. 63.
2- Mustafa Eski, Mustafa Necati Bey’in Kastamonu’daki Çalışmaları, Kastamonu Eğitim Yüksekokulu Yayını, Ay-Yıldız Matbaası, Ankara, 1990, s. 12.
3- Açıksöz Gazetesi, 28.9.1919, salı: 14; Kastamonu Gazetesi, 29.9.1919, sayı: 2330
4- Açıksöz Gazetesi, 19.10.1919, sayı: 17
5- Kastamonu Gazetesi, 18.12.1919, sayı: 2331
6- Kastamonu Gazetesi, 18.12.1919, sayı: 2331
7- Açıksöz Gazetesi, 14.12.1919, sayı: 25.
8- Kastamonu Gazetesi, 18.12.1919, sayı: 2331; Açıksöz Gazetesi, 14.12.1919, sayı: 25.
9- Kastamonu Gazetesi, 18.12.1919, sayı: 2331
10- Kastamonu Gazetesi, 18.12.1919, sayı: 2331
11- Kastamonu Gazetesi, 18.12.1919, sayı: 2331
12- Kastamonu Gazetesi, 18.12.1919, sayı: 2331
13- Kastamonu Gazetesi, 18.12.1919, sayı: 2331
14- Kastamonu Gazetesi, 18.12.1919, sayı: 2331
15- Kastamonu Gazetesi, 18.12.1919, sayı: 2331

8 Aralık 2011 Perşembe

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun TÜRK-İŞ konuşması...



“Ben Türk-İş’in Genel Kurulunda 4/C’li işçilerin haklarının alındığını ve teslim edildiğini duymak isterdim. Tıpkı  Taksim meydanının alındığı gibi. Bedel ödenmeden hak alınmaz”


İletişim Koordinatörlüğü ( Ankara ) – Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu TÜRK-İŞ Genel Kurulu’nda  konuştu. “Ben daha güçlü, sesi daha gür çıkan, işçinin hakkını arayan, ülkenin sorunlarına sahip çıkan  ve  sorunlarını daha güçlü haykıran bir Türk-İş istiyorum” diyen Kılıçdaroğlu’nun konuşması şöyle;


“Sayın Başkan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetimizin saygıdeğer Başbakanı, Türkiye Büyük Millet Meclisimizin Başkanvekili, Sayın Bakanlar, siyasal partilerimizin değerli yöneticileri, sivil toplum kuruluşlarının, işçi, işveren, esnaf kuruluşlarının değerli başkanları, Türk-İş’in 21. Olağan Genel Kuruluna katılmaktan büyük bir onur duyuyorum. Bu onuru bana verdiğiniz içinde hepinize yürekten teşekkür ediyorum.
Kısa konuşacağım, ama kusura bakmayın birazda iğneleyeceğim. Bunu bileceğiz. Çünkü siyasete atılırken söz verdim her yerde bildiğim doğruları söyleyeceğim diye.
Birincisi şu; sizin güzel bir sloganınız var, burada dağıtıldı. Susma sustukça sıra sana gelecek. Güzel, slogan çok güzel. Meydanlarda zaman zaman atıldı. Sayın Başkan az önce konuşurken özelleştirmelerden şikayet etti. Bütün dünya özelleştirme yapıyor. Ama Allah aşkına insanı yok sayan bir özelleştirme anlayışı olabilir mi? İşçiyi yok sayan bir özelleştirme anlayışı olabilir mi? Ne oldu? Özelleştirme yapıldı, özelleştirme yapılmayan kuruluştaki arkadaşlarımız seslerini çıkarmadılar. Öbürleri bağırdı, çağırdı, bir süre sonra yok oldu. Sıra öbürlerine geldi baktılar ki, ya öbürü gitti sıra bizde. Önümüzdeki süreç içinde göreceksiniz hep beraber ihalelere de çıkılıyor sıra Şeker-İş’e geldi. Hadi gözünüz aydın.
Eğer demokrasi istiyorsak, özgürlük istiyorsak, demokrasi ve özgürlüğün bir tek varlık nedeni vardır insan. İnsan özgür yaşamak ister. Özgürlüğün temelinde kişinin ekonomik güvencesi vardır. Benim güvencem olmalı, benim gelirim olmalı ki ben özgürlüğümün tadına varayım. Özgürlük nedir? Seyahat etmektir. Özgürlük gazete okumaktır. Özgürlük sinemaya, tiyatroya gitmektir. Özgürlük komşusuna gitmektir. Özgürlük kurban bayramında imkan olursa kurban kesmektir. Özgürlük ekonomik güvencedir. Ekonomik güvenceniz yok, işsizsiniz hangi özgürlükten söz edeceksiniz? Aç adama, karnı doymayan bir adama özgürlüğü nasıl anlatacaksınız? O halde yapmamız gereken, düşünmemiz gereken şudur; şikayet böyle salonlarda yapılmamalı. Siz işçisiniz üretimden gelen bir gücünüz var. Gücünüzü salonlarda kullanırsanız kusura bakmayın yarın gazetelerde haber bile olamazsınız. Gücünüz meydanlarda olmalı, meydanlarda göstermelisiniz gücünüzü.
Anayasamızda hüküm var sendika kurma özgürlüğü. E güzel. Hatta birde referandum yaptık biliyorsunuz. Belki arkadaşlarımızın çoğu da evet kullanmıştır. Efendim bir sendika yetmez, işçi isterse ikinci sendikaya da üye olacak. Buyurun gidelim bir işyerine sendikası olmayan bir işyerine. Bakalım bir işçi sendikaya üye olsun başına ne geliyor? Ne özgürlüğünden bahsediyorsunuz siz? Anayasal güvencesi olmayan bir sendikacılıktan mı söz edeceğiz biz? Ben gidiyorum sendikaya üye olacağım beni kapının önüne koyacaklar. Ve anayasa diyecek ki, herkes sendika kurabilir, sendikaya üye olma özgürlüğü vardır. O özgürlüğü siz benim külahıma anlatın. Kusura bakmayın hayat öyle değil. Hayatı bileceksiniz.
Taşeron işçilikten şikayet ettik. Güzel. E ben size bir soru soruyum en büyük taşeron işveren kim? Devletin kendisi. 1 milyon taşeron işçi çalışıyor devletin kendisinde. Anayasasında sendikal özgürlük olan bir ülkede eğer bir devlet, bir hükümet 1 milyona yakın taşeron işçi çalıştırıyorsa sormayacak mısınız kendinize bu taşeron işçileri bu devlet niye çalıştırıyor? Ben size söyleyeyim yanıtı basit. Sendikadan korkuyor da onun için. Sendika olmasın. Ne demek sendika? İş güvencesiymiş. Ne demek iş güvencesi? İşçi sağlığıymış. Ne demek işçi sağlığı? Taşeron 21. yüzyılın kölelik rejimidir bunu asla unutmayın. Siz taşeron işçi olan arkadaşlarımız var mı bilmiyorum. Benim hem arkadaşlarım, hem akrabalarım var. Öyle 8 saat falan hikaye. Ne 8 saati, 18 saat çalıştırırlar. Öyle izin falan. Yok öyle bir şey. Çalışacaksın. Şimdi diyoruz ki taşeron işçilere efendim haklarınıza sahip çıkın. Buyurun bir taşeron işçi gitsin bir yerde ben sendikalı olayım desin. Ertesi gün kapının önündedir.
Türk-İş’e bir sözüm var. Bir sözüm var benim bütün işçi arkadaşlarıma. Taşeron işçilerin haklarına sendikalı işçiler sahip çıkacaktır. Eğer Türk-İş sendikalı işçiler işçinin hakkına sahip çıkmazsa taşeron işçinin hakkına da sahip çıkmaz. O taşeron işçilerin haklarına sahip çıkın onların haklarını seslendirin ki, onlar yarın sendikalı olarak sizin aranızda yer alsınlar. Onlara saygı göstereceğiz. Ama bugün onlar konuşamazlar. Onlar eylem yapamazlar, onlar sokağa çıkamazlar. Çünkü çıktıkları zaman aldıkları asgari ücrette ellerinden alınır. Onları çok iyi biliyorlar.
Ve size bir şey daha söyleyeyim. Öyle bir yüzkarası olaylar var ki, aldığı asgari ücret, asgari ücretin bir kısmını dahi geri alıyorlar. Gidin sorun bir kısmını dahi ellerinden geri alıyor. Çocuğuna mı bakacak, yoksa bu haksızlığa karşı sessiz mi kalacak? Yüreğine taş basıyor bu haksızlığa sessiz kalıyor. İşte onların sesi siz olacaksınız. Siyasette biz oluyoruz. Vadimiz var. O vadimizin arkasındayız. CHP iktidarında taşeron işçiliği Türkiye’de tarihe gömeceğiz. Herkes sendikalı, herkes toplu sözleşmeli, herkes grevli hakkına sahip olacak. Sanıyorsunuz ki bu ülkede grevler oluyor. Geçiniz onları. Sanıyorsunuz ki bu ülkede işçiler haklarını alıyor. Geçiniz onları kusura bakmayın. Hakem heyeti var değil mi? Oturdunuz pazarlığa hakem heyeti bir karar verecek. O karar için siz mahkemeye gidebiliyor musunuz? Ya bu karar haksızdır diyebiliyor musunuz? Diyemiyorsunuz çünkü kesin. E nerede hak aramak? Niye birbirimizi kandırıyoruz? Birbirimizi kandırmayalım. Kayıt dışı çalışma. Ülkede çalışanların yarısı kayıt dışı. Bunu ben söylemiyorum bütün resmi bilgiler öyle. Yarısı kayıt dışı. Kayıt dışı nedir biliyor musunuz arkadaşlar? Bir insanın eşinin ve çocuklarının geleceğini elinden almak demektir. Sigortasız, sağlık güvencesiz, emeklisiniz, kıdem tazminatsız ve bu insan bu toplumda yaşayacak? Nasıl? Kayıt dışı yaşayacak.  Buna itiraz etmeyecek misiniz?
Örgütlü toplum hak arayan toplumdur. Yoksa örgütlülüğün hiçbir anlamı yoktur. Hak aranacak ki sizler örgütleniyorsunuz. Kendi haklarınızı arıyorsunuz siz. Sizin haklarınıza sahip çıkmak bizim görevimizdir. Biz öyle uygulanamaz, altı üstü, sınırları olmayan bir hakkın peşinde değiliz. Bizim savunduğumuz uygar dünyanın kabul ettiği Uluslararası Çalışma Örgütünün kabul ettiği normlardır. Hem uygar ülke diyorsun, hem o normları getirmiyorsun. Buna evet mi diyeceğiz? Hayır. Eğer uygar dünyaysak OECD’de yer alıyorsak, İLO’da yer alıyorsak, pek çok uluslararası kuruluşta yer alıyorsak, o kuruluşların gereğini yapıyorsak, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Sözleşmesine saygılıysak, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin altına imza atmışsak o zaman İLO normlarının Türkiye’ye gelmesi lazım. Bunu normlar emeğin, alın terinin korunması ve onların özgürce hak arama normlarıdır. Bu normların olmadığı bir ülkede demokrasi her zaman tartışmalıdır. Her zaman demokrasi tartışılacak. Az önce söylediniz 1 Mayıs’ta eylem yaptık Taksim’i açtık. Bedel ödenmeden hak alınmaz arkadaşlar. Bedel ödemeyi göze alacaksınız. Bedel ödeyeceksiniz ki, birileri size hakkınızı versin. Oturduğunuz yerde kimse size hak vermez. Ağlamayan çocuğa kimse mama vermez. Kusura bakmayın doğruları söyleyeceğiz. Doğruların peşinde gideceğiz hakkımızı demokratik yollardan, yasalara uygun olarak, yasaların verdiği hakları sonuna kadar kullanarak arayacağız. Özgürlük hak aramayla geçer. Budur bu işin özü.
Tekel işçilerinin dramı. Ne oldu tekel işçileri? Ankara’da kışın soğuğunda havuza atıldılar, coplandılar. Haklarını alabildiler mi? Alamadılar. Ben Türk-İş’in Genel Kurulunda 4/C’li işçilerin haklarının alındığını ve teslim edildiğini duymak isterdim. Alındığını ve teslim edildiğini. Tıpkı Taksim meydanının alındığı gibi. O işçiler sizin arkadaşlarınız. Onlar sendikalıydı. Ve onlara o kadar ağır suçlamalar yapıldı ki, toplu sözleşmeyle aldıkları haklar için dahi siz kul hakkı yiyorsunuz dediler. Onlar yolsuzluk mu yaptı? Onlar devletimi dolandırdı? Onlar fakir fukarayı dolandırıp aldıkları paralarla gemiler mi aldılar? Onlar alın teri döktüler, emeklerinin hakkıydı. Bu ağır suçlama karşısında dahi eğer onlara hakkını teslim edememişsek bu sorun hepimizin sorunudur. Bunu kabul etmemiz lazım.
İşsizlik, önünüzdeki en büyük tehlike o arkadaşlar. En büyük tehlike işsizlik. Toplu sözleşmemi yapacaksınız şu söyleri size. Kardeşim dışarıda binlerce adam var. Asgari ücretin altında dahi çalışmaya razı. Sen bu paraya otur kalk dua et. Peki hiç düşündünüz mü nasıl oluyor da bu işsizlik bu ülkede kronik hale geliyor? Nasıl oluyor da Türkiye çağ atlıyor, büyüyor %10’lar, 15’ler, 20’ler. Bu işsizlik niye azalmıyor? Hiç sormadınız mı kendinize ya bu ülke büyüyorsa bu işsizlik niye artıyor? Yalancının mumu yatsıya kadar yanar. İşsizlik meydanda. Gidin ulusa, gidin işsiz kahvelerine, genç işsizlikte oranımız kaç biliyor musunuz? %22. Bütün OECD ülkelerinin en sonunda yer alıyoruz. Peki bu çocuklar ne olacak? Üreten ekonomi güçlü ekonomidir. Üreten ve istihdam yaratan ekonomi güçlü ekonomidir. Eğer bir ülkede toplumsal barış aranıyorsa herkesin karnının doyabileceği bir düzen gereklidir. Bu düzen değişmedikçe, herkesin karnı doymadıkça bu ülkede toplumsal düzeni sağlayamazsınız siz. Toplumsal barışı sağlayamazsınız siz.
İş kazaları,  meslek hastalıkları. Dünyada üçüncüyüz, Avrupa’da da birinci. Hiç sormuyor musunuz kendinize ya nasıl oluyor arkadaş işçi dünyanın her tarafında çalışıyor. Avrupa’nın her tarafında işçiler var. Orada nasıl oluyor da insanlar bizden daha az ölüyorlar. Biz niye Avrupa birincisiyiz işçi ölümlerinde, iş kazalarında, meslek hastalıklarında? Niye birinciyiz arkadaşlar? Yeraltına inersiniz, çalışırsınız, alın teri dökersiniz, grizu olur ölürsünüz gelir birisi derki güzel öldüler. Siz buna bir tepki verdiniz mi arkadaşlar? Birisi gelir, bu yeraltında çalışıyorsa zaten bunun kaderi ölmektir. Siz buna tepki verdiniz mi? Birbirimizi kandırmayacağız. Doğruları söyleyeceğiz. İşçi ölüyorsa, bir lokma için ölüyorsa, alın teri döküp o grizu olmasına karşın yerin altına o tehlikeyi bilip yerin altına iniyorsa onun yaşadığı şartları bilmemiz gerekiyor.
Ve size bir şey daha arkadaşlar. Ekonomik Sosyal Konseyiniz var hayırlı olsun. Birde yetmedi dedi ki bunu bir anayasal kurum haline getirelim. Hayırlı olsun, anayasal kurum haline de geldi. En son ne zaman toplandı Ekonomik Sosyal Konsey hiç hatırlayan var mı? Bunun belli aralıklarla toplanması lazım kanuna göre. Hiç toplanmıyor. Gerek de duyulmuyor. Ses çıkmıyor ki toplansın, isteyen yok ki toplansın. Ölü toprağı serpilmiş işçi sınıfının üstüne. Böyle bir şey olabilir mi? Ben hakkımı Başbakanın olduğu yerde, bakanların olduğu yerde söylemezsen nerede söyleyeceğim. Ekonomik Sosyal Konseyin varlık nedeni bu değil midir? İşçisi de orada olacak, işvereni de olacak, esnafı da olacak, işçi sendikası başkanı diyecek ki, arkadaş bizim işçilerin şu derdi var. Ekonomik Sosyal Konsey budur. Ekonomik Sosyal Konsey bir toplumsal uzlaşma merkezidir. Toplanmıyor. İsteyende yok zaten. Belki şunu söyleyeceksiniz umudumuz yok ki zaten oradan bir şey çıkmaz. Onu söyleyeceğiz. Orada haklısınız bakın orada bir şey demiyorum. Orada haklısınız.
Efendim şehitlerimiz var. Onlar bizim onurumuzdur diyoruz eyvallah. En yüce mertebe. Yeni bir kanun çıktı bastır 30 bin lirayı al tezkereyi. Evet bastır 30 bin lirayı al tezkereyi. Hiç askere maskere gitmeye gerek bile yok. 21 güne bile gerek yok. Kim askere gidecek? Fakir fukaranın çocuğu, sizin çocuklarınız yani. Bilmiyorum aranızda 30 bin lirayı bastırıp çocuğunu askere göndermek istemeyen kaç kişi vardır onu bilmiyorum. Göndermek isteyen. O zaman yapmamız gereken şu; eğer şehitlik mertebesiyse, şehitliği bu kadar yüceltiyorsak 30 bin liraya askerliği satın almamalıyız. Ayıptır. Ben daha güçlü, sesi daha güçlü çıkan, işçinin hakkını arayan, ülkenin sorunlarına sahip çıkan, ülkenin sorunlarını daha güçlü haykıran bir Türk-İş istiyorum. Sayın Başkanımız orada söyledi. Uzun tutukluluk sürelerinden şikayetçi, demokrasi istiyoruz. İsteyeceğiz. Özgürlük istiyoruz. İsteyeceğiz. Emeğin, alın terinin karşılığını istiyoruz.  İsteyeceğiz. Bu sizin en doğal hakkınız. Bunu yaptığınız zaman göreceksiniz ki herkes size kulak kabartacaktır. Türk-İş ne diyor diyeceklerdir. Ankara’da Türk-İş var diyeceklerdir. Bunu istiyorum ben sizden. Taşeron işçinin hakkını savunan Türk-İş istiyorum ben.
Onun için sizlere bu Genel Kurula katılmaktan ötürü onur duyduğumu ifade ettim. Her zaman söylüyorum, alın teri kutsaldır, emek kutsaldır, boğazdan aşağı inen lokmada helaldir. İşin özü budur. Kimseyi dolandırmadan, kimseyi kandırmadan, yetimin hakkına göz dikmeden, onuruyla, alın teriyle çalışıp evine ekmek götüren herkes benim başımın üstünde yeri vardır. Onların hepsine saygı duyarım kim olursa olsun.
Ve sizden bir isteğim daha. Sendikacılık ücret sendikacılığı değildir. Dedim doğruları söyleyeceğim. Aynı alanda çalışıyorsunuz işçiyle işverenler. Riskler taşıyorsunuz. O işverenin istihdam yarattığını da unutmayacağız. Ona da yeri geldiğinde sahip çıkacağız. Ben kamuda görevliyken bir gün bir sendika başkanı geldi bizim işyerimiz iflas edecek prim borçlarını erteleyin işçilerde 3 ay aylık almayacaklar. Biz burayı yaşatacağız dedi. Kalktım o sendikacıyı alnından öptüm. Önemli olan üretimdir. Önemli olan o üretimde çalışan işçilerdir. Önemli olan onların alın terinin karşılığını vermektir. Onun için ücret sendikacılığına da hayır diyeceğiz. Ülkenin sorunlarına sahip çıkan, ülkenin sorunlarının çözülmesi için mücadele eden, yeri geldiğinde eylem yapmaktan çekinmeyen bir Türk-İş.
Hepinize saygılar sunuyorum. Ben aranızdan ayrılacağım kusura bakmayın. Parlamentoda bütçe görüşmeleri var. Bu Genel Kurulun hayırlı olmasını diliyorum, hepinize saygılar sunuyorum.

6 Aralık 2011 Salı

Atatürk ve İnönü

İSMET İnönü’nün kızı Özden Toker telefonda; Atatürk’le İnönü arasında, 25 ve 26 Temmuz 1938’de yazılan iki mektubu anlattı, sordum “Kamuoyuna ilk defa açıklıyoruz” dedi...

Olay şu: Bu iki silah ve inkılap arkadaşının arası 1937’de açılmış ve 19 Eylül’de Atatürk, İnönü’yü başbakanlıktan uzaklaştırarak, Celal Bayar’ı getirmiştir.
Çünkü ekonomi politikalarında ve ‘hükümet etme’ tarzında ciddi görüş ayrılıkları olmuştur. İnönü Cumhurbaşkanı oluncaya kadar ‘evine çekilmiş’ bir hayat yaşayacak, hatta suikasta uğrayacağı kaygıları bile ortaya çıkacaktır.
Malum, Lozan 24 Temmuz 1923’te imzalanmıştı. 1938’de Lozan’ın yıldönümünde İsmet Paşa’nın adı geçiyor diye kimse Lozan’dan bahsetmemiştir! İşte İnönü’nün günce olarak tuttuğu Defterler’ine o gün yazdığı not:
“Lozan gününde kimseye bir kelime yazdırmadılar!”
CNN Türk’te pazar akşamı Eğrisi Doğrusu programında tarihçi Ahmet Demirel ve Mehmet Alkan’la bunları konuşmuştuk. Sayın Özden Toker Hanımefendi telefonla aradı, Atatürk’le İnönü arasında 25 ve 26 Temmuz 1938 günü Lozan konusunda yazılan mektuplardan bahsetti. Rica ettim gönderdi. Ben de okurlarımın ve tarihçilerin dikkatine sunuyorum.
Atatürk’ten İnönü’ye
Dolmabahçe’de hasta yatan Atatürk’ün, Ankara’da evinde hasta yatan İnönü’ye ulaştırılmak üzere, Genel Sekreter Hasan Rıza Soyak’a yazdırdığı 25 Temmuz 1938 günlü mesajın aslı:

Mesajın, parantezler benim olmak üzere, okunuşu şöyle:
25.7.938
D.Bahçe Saat 17.00
H.Rıza Soyak:
Esas hastalık tekrar yürümeye başlamıştır. 12-13 gündür (ateşi) 39’a çıktıktan, Marmara ve Karadeniz’e seyahatten sonra, dün kavga gürültü, koltukla saraya naklettik. Şimdi 37 derecedir.
Bugün kendine gelince:
“Lozan Günü idi; kendisini büyük takdirle, muhabbetle düşünüyorum. Tebrik ederim. O da ben de rahatsız, fena günler geçiriyoruz. O günü hatırlıyorum. Mukabeleye (cevap vermeye) kalkışmasın, yorulmasın. Vedit (Uzgören) arzetsin.”
Evet, Atatürk yüksek ataşten kendine gelir gelmez Lozan’ı hatırlıyor, İnönü’ye takdir mesajı gönderiyor.
İnönü’nün cevabı
İnönü’nün hemen ertesi gün kendi yazısıyla Atatürk’e gönderdiği cevabi mektup:
Mektup matbu harflerle şöyle:

Büyük, Sevgili Atatürk
Lozan Günü vesilesiyle iltifatınızı söyletmek lütfunda bulundunuz. Kendi ızdırabınızı unutarak bana yeniden sağlık, bahtiyarlık verdiniz. Şükran ve minnetlerimi kabul buyurunuz.
Velinimetim Atatürk,
Katiyen eminim ki bu hastalık günlerini geçireceğiz. Siz bütün afiyet ve neşenizle ve şerefle daha çok uzun seneler millet ve memleketi idare buyuracaksınız.
Derin tâzimle ve dayanılmaz bir özleyişle ellerinizden öperim velinimetim.
26.7.38
Zarf: Büyük Reisi Cumhur Atatürk, Yüce huzuruna
Yüksek ateşle yatan Atatürk, kendine gelir gelmez “Lozan günü”nü hatırlaması, İnönü’ye takdir ve tebriklerini yazdırması son derece önemlidir.
Peki İnönü’nün adı geçmesin diye, yıldönümünde Lozan’dan bahsetmeyenler kimlerdi?
Bu evvela o zamanki basın için kötü bir siyasi ahlak notudur!
İkincisi, İnönü Defterler’indeki notlardan; bunu yaptıranın İçişleri Bakanı Şükrü Kaya olduğu anlaşılıyor. Hem İnönü’ye hem Karabekir ve Rauf Bey’e ‘derin’ suikast şüphelerinin yaşandığı bir dönemin İçişleri Bakanı’dır Şükrü Kaya.
Ayrıntılar için İnönü’nün Defterler’ini okumanızı tavsiye ederim. (Yapı Kredi Yayınları)

Taha Akyol/Hürriyet

2 Aralık 2011 Cuma

İşte 10 Maddede Dersim Gerçeği

Dersim tartışmasının devam ettiği bugünlerde Soner Yalçın'ın 2 yıl önce Hürriyet'te kaleme aldığı yazısını tekrar hatırlatma gereği duyduk. İşte 10 maddede Dersim gerçeği...

Dersim’in asıl adı nedir? Bu bölgede oturanlar nereden, ne zaman gelmişlerdir? Akrabaları hangi ülkede yaşamaktadır? Türk müdürler; Kürt müdürler? Yoksa nedirler? Dillerinin özelliği nedir? Alevi midirler? Eğer önyargılarınızın tutsağı iseniz bu yazıyı hiç okumayınız. Yok anlamak-öğrenmek istiyorsanız; işte size 10 maddede Dersim gerçeği…
Albert Einstein’ın sözünü bilirsiniz:
“Önyargıları parçalamak atomu parçalamaktan daha zordur.”
Ama bu baş belası tabuları yıkmak zorundayız.
Çünkü…
Hacı Bektaşi Veli’nin söylediği gibi, “ilimle gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.”
Bu arada şu görüşümü tekrarlayayım:
Kişi kendini hangi kimlikte görüyorsa, hissediyorsa öyledir. Ve saygındır.
Ayrıca, kimileri gibi “alternatif tarih” adına inkarcılık yapacak da değilim.
O halde…
Gelelim Dersim derslerine…

Madde 1) Dersim’in kökü nereye dayanıyor?

Anadolu kavimler kapısıdır…
Dersim bölgesine ilk yerleşimin M.Ö 6 binlere kadar uzandığı biliniyor.
Subarlar, Hurriler, Asurlular, Hititler, Akadlar, Frigyalılar, Urartular, Medler, Persler, Makedonyalılar, Kapadokyalılar, Romalılar, Sasaniler, Araplar, Bizanslılar, Selçuklular, Moğollar, Akkoyunlular, Osmanlılar gibi kimler gelip kimler geçti.
Dersim bölgesine kimi “İşuva” adını verdi: kimi “Supani”…
Yaşayanlara kimi “Muştular” dedi; kimi “ Müşkiler”…
Ne diyordu koca Ahmet Arif:
“Beşikler vermişim Nuh'a
Salıncaklar, hamaklar,
Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır,
Anadoluyum ben,
Tanıyor musun ?..”

Madde 2) Dersim’in adı nereden geliyor?

Dersim; Farsça, “der” (kapı), “sim” (gümüş) sözcüklerinden oluşan bir isim tamlamasıdır. Türkçe’ye “Gümüşkapı” olarak çevirebiliriz.
Güney ağızlarında Dersim, “Darsim” diye telaffuz ediliyor. Kimi tarihçi bunun sadece söyleniş olmadığını belirtiyor. Onlara göre “Darsım” Zazaca bir sözcük; ‘dar” (ağaç) ve “sim” (gümüş) idi; ve Darsım aslında “Gümüşağaç” demekti.
Bu teze göre, Dersimliler “ağaca tapınmaları” nedeniyle bu ismi kullanıyorlardı!
Ancak yazdığımız gibi bölgeye birçok uygarlıklar geldi. Ve bunların çoğu isim değiştirdiler.
Örneğin Çemişkezek bölgesine; Hititler “Zuhma”; Urartular “ Tamişkiş”; Romalılar “Hieroplis”; Bizanslılar “Tsimisca” dediler…
Dersim’in adı uzun yıllar “Daranalis” olarak kaldı. Bu ismin, M.Ö 519’da Doğu Anadolu’yu fetheden Pers Kralı Dara’nın adından kaynaklandığı ileri sürülüyor.
Bu noktada “Daranalis” ve Persler’in adını geçirmemizin özel bir nedeni var. Çünkü Dersimlilerin asıl yurtları Anadolu değil; İran.

Madde 3) Dersimliler aslında nerelidir?

Horasanlıdırlar.
Hazar Denizi’nin güney batısında (Tahran’ın kuzeyinde) Deylem/Daylam bölgesinde, Pers öncesi halklardan bir topluluk yaşardı: Deylemliler/Daylamlılar!
İran’daki Büveyhoğulları Devleti’ni (932-1056) bunların kurduğu biliniyor.
Bu halk 13’üncü yüzyılda Moğol istilasından kaçarak Anadolu’ya geldiler. Anadolu’da yaşadıkları bu bölgeye kendi adlarını verdiler.

Madde 4 ) Dersimlilerin akrabaları kimler?

Günümüz İran’ın Kuzey Horasan Eyaleti’nde Deylaman bölgesi vardır. Lahican, Siya, Kal, Koh, Mazendaran, Rast, Gibal, Pir Pulur, Fumen, Gerekerd, Gilan, Teberistan, Chalus, Kalar, Enzeli, Varemin, Bar, Tufem, Rudsa, Muvaz, Kohaman, Hasan Rud, Emurluh gibi yerlerde yaşayanlar Dersimlilerin akrabalarıdır.
Konuştukları dil ise Zazacadır.
“Dersim’de Kökler” adlı kitabından yararlandığımız Ali Kara, İran’daki “Dersimliler” konusunda araştırma yaptı. Anadolu’daki Dersimlilerle konuşma, türkü söyleme, inanç, yaşam tarzı konusunda aynı olduklarını yazdı. Kadın-erkek eşitliğini; kadınların başlarını kapatmadığını, isimlerin doğa adları olduğunu gözlemledi. “Cem”lerine katıldı. Aslında Şamanizm’in, Zerdüştlüğün hala yaşatıldığını fark etti.


Madde 5)
Dersim dilinin kökeni nedir?

Persler’in “Bisitun Kitabeleri”nde Deylemlilerin konuştukları dile “Zuzu” deniyor. “Zuzu” bugünün anlamıyla Zaza!
Kimi dilbilimcilerine göre bu dilin adı, Deylem’den türeyen “Dımılıce”dir.
Bu nedenle bilimsel sınıflandırmada bu dil ailesinin "Kuzeybatı İranî diller" grubunda yer aldığı belirtilmektedir.
Dil bilimcileri ve Zazalar, Zazaca/Dımılıce’yi bir dil olarak kabul eder.
Keza İranoloji dilbilimine göre de, Zazaca başlıbaşına bir dildir.
Kürdolojinin babası sayılan V. Minorsky; ve David Mc Kenze, Prof, Goiche Kojima, Susani, Oskar Mann ile Karl Hadank gibi bilim adamları Zazaca'nın bir Kürt lehçesi olmadığını kanıtlamışlardır.
Zazaca; eski dillerden Partça’nın devamı olarak kabul edilir
Fakat bazı Kürdologlar bu durumu kabul etmezler; Zazaca'yı Kürtçe'nin dört lehçesi arasında sayarlar.
Bütün Kürtler meseleye “milliyetçilik penceresinden” bakmazlar; “Kürdistan Milliyetçilik ve Dil” kitabının yazarı Amir Hassanpour gibi kimi Kürt dilbilimciler, Zazaca’nın Kürt lehçelerinden yapısal olarak farklı olduğunu yazar.
Yine de bazı Kürt “aydınlar”, Zazalar’ın Kürt olmadığını iddia edenlere ateş püskürürler. Ebubekir Pamukçu, Ali Kaya veya Kürt M Şerif Fırat gibi yazarları “inkarcılıkla” suçlarlar!
Şurası bir gerçektir ki, Zazalar’ın önemli bir bölümü günümüzde Kürt kimliğini benimsemişlerdir.
Bu arada…
Bazı Türkologlar da, Zazaca'yı Türkçe'nin bir lehçesi varsayar ve; Zazaların Horasan'dan gelen Türk boyu olduğunu iddia ederler. Bunlara göre Zazalar, Dersim’e gidince Kürtleşmişlerdir!
Devletin resmi tarih tezi de böyledir.
Kuşkusuz bu “resmi tarihtir ve mutlaka yanlıştır” anlayışı doğru değildir.
Madde 6 ) Zazaca konuşulan iller hangisi?
Tunceli(bütün ilçeler);
Bingöl (bütün ilçeler);
Elazığ (Batı bölgesi hariç);
Diyarbakır (Ergani, Çermik, Dicle, Lice, Çüngüş, Hani, Kulp, Eğil, Hazro); Urfa (Siverek, Bucak);
Muş (Varto);
Sivas (Zara, İmranlı, Ulaş, Kangal, Hafik, Divriği, Gürün) Adıyaman (Gerger);
Erzincan(merkez ve Tunceli'ye yakın yerlerde); Batman (Merkez, Sason); Bitlis(Mutki,Tatvan);
Malatya (Pötürge, Doğanyol, Arguvan);
Ardahan(Göle); Uşat Eşme gibi Batı’daki bazı ilçe ve köylerde de sürgünler nedeniyle konuşulmaktadır.
Zazaca sadece Türkiye’de konuşulmuyor. İran’da da en az 1 milyon insanın Zazaca konuştuğu biliniyor. Bunların küçük bir bölümü, Çaldıran Savaşı’ndan sonra Anadolu’dan kaçan Türkmen aşiretleridir.

Madde 7) Dersimliler Alevi midir?
Zerdüşt/Yezidi olan Deylaman halkı 873’te Müslüman oldu.
917’de ise Caferi Sadık mezhebini / Aleviliği kabul ettiler.
Kimi tarihçiye göre Zaza Aleviliği; Şii inancıyla, Zerdüştlüğün gelenek ve göreneklerinin bileşiminden oluşmuştur.
Gelelim Anadolu’daki Dersimlilere…
Dersim denince akla 126 aşiret ve boyun birleşmesi geliyor. Bunların hepsi Zaza değil. İçlerinde Türkmen aşiretleri de var.
Bu aşiretlerin hepsinin tarihsel hikayesi farklı olduğu için hepsini ayrı ayrı ele almak gerekir. Bölgeye geliş tarihleri bile farklılıklar gösterir. Örneğin Hz. Muhammed soyundan geldiklerini iddia eden Kureyşan Aşireti, Melihşah döneminde Dersim’e geldi.
Geliş tarihleri farklı olsa da Dersim bölgesindeki Zazalar’ın büyük çoğunluğu Alevi’dir. Fakat Sünni olan Zazalar’ın bulunduğunu da eklemeliyiz:
Örneğin Cibranlı Halit Bey Sünni bir Zaza Kürdü’ydü.

Madde 8) “Tunceli” adı ne zaman verildi?
Vakit Gazetesi yazarı Abdurrahman Dilipak 1937-38 Dersim İsyanı’nı bastıran askeri harekatın adının “Tunç- Eli” olduğunu ve operasyondan sonra Dersim’e “Tunceli” adının verildiğini yazdı. Doğru değildir.
Osmanlı, Tanzimatla birlikte yeni idari yapılanmaya gitti.
O tarihe kadar “başına buyruk olan” Dersim sancaktı.
1847’te; Hozat merkez olmak üzere Erzurum vilayetine bağlıydı;.
1859’da; Harput eyaletine; 1867’de ise topraklarının bir bölümü Erzincan sancağına dahil edildi.
1879’da ayrı bir vilayet oldu.
1886’da tekrar mutasarraflığa indirildi.
1892’de Elazığ’a bağlandı.
Görüldüğü gibi Osmanlı, Dersim’i hep bölerek yönetmek tavrı içinde oldu.
Gelelim Cumhuriyet dönemine:
Dersim 1923’te ilçe yapılarak Elazığ’a bağlandı.
Ancak…
25 Aralık 1935’te, 3195 sayılı, 2884 no’lu kanunla “Tunceli” adıyla il yapıldı.
Sünniliği devletin resmi ideolojisi haline getiren Osmanlı’nın Dersim’e bakışı belliydi. Peki ya Cumhuriyet’in?
Bunu İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın isteğiyle sadece 100 adet basılan “Dersim” kitapçıktan anlayabiliyoruz:
“Dersim’in coğrafi ve toplumsal yapısı, çapulculuk ve isyana teşvik edicidir. Halk bu yüzden vergi vermiyor, yasa dinlemiyor ve askerlik hizmeti yapmıyor. Toprağı tarıma elverişli olmadığı için çapulculuk yapıp çevre bölgelerdeki halka baskın yapıyor. (2700 kaçak vardı.)
Halkın gerçek efendileri; şeyh, seyyid, dede, ağa ve bey takımıdır. Dersim mutlaka devletin egemenliğine girmelidir. Ancak bölgede sadece asker ve jandarma bulundurmakla itaat sağlanmaz. Köklü ıslahat şarttır.
Dersim halkı Oğuz boylarından gelmiş Türkmenlerdir. Sonradan Kürtleşmişlerdir. Türk kökenlerine çevirmek için kışlaların yanına okul yapılmalıdır.
Ağalar ve Seyyidler bölgeden Türklerin yoğun olduğu bölgelere sürülmelidir.”
Cumhuriyet, Dersim’i merkeze hükümetin kontrolüne alıp çağdaşlaştırmak istiyordu.

Madde 9) Atatürk’ü seviyorlar mı?
Dersimliler, Kurtuluş Savaşı’nda Mustafa Kemal’in yanında yer aldı.
Sivas ve Erzurum kongrelerinde 250 Zaza gönüllü koruyuculuk yaptı.
Kongrelere Diyap Ağa ve Hasan Basri’yi milletvekili olarak gönderirler.
23 Nisan 1920’de açılan Büyük Millet Meclisi’ne ise altı milletvekiliyle temsil edildiler.
Şeyh Said isyanına katılmadılar.
Dersimlilerin Atatürk sevgisinin iki nedeni vardır:
Birincisi, Cumhuriyet Aleviler’i özgürleştirmişti.
İkincisi Aleviler Atatürk’ün Alevi olduğunu düşünüyordu. Kimi Alevi’ye göre ise Atatürk “mehdi” idi.

Madde 10 ) Dersimliler niye ayaklandı?
Temel sebep; ülkenin batısını siyasi, iktisadi ve kültürel olarak “modernize eden” Cumhuriyet yönetiminin, artık ülkenin doğusuna da el atmasıydı.
Cumhuriyet bölgedeki yoksulluğu-geri kalmışlığı ortadan kaldırmak istiyordu.
O küçük bütçesine rağmen 4 milyon lira ayırmıştı. Bununla yollar, köprüler yapmayı planlıyordu.
Bölgeye “el atma”nın siyasi nedeni ise; Cumhuriyet’in, ağa ve şeyhlerin hüküm sürdüğü feodalizmi tasfiye etmek istemesiydi. Atatürk aşiret sisteminin yıkılmasını ve toprak reformu yapılmasını istiyordu.
Meselenin kültürel ayağı da vardı. Dersim halkını Kürtleşmiş Türk olarak görüyorlardı. Mecburi iskan yasası çıkarılarak, Dersim aşiretlerinin Türklerin yoğun yaşadığı bölgelere göndererek Türkleşmesinin sağlanacağını planlıyorlardı.

Ankara’daki bazı bürokrat ve siyasilerin Osmanlı döneminden kalma, “Sünniler devlete bağlıdır, Aleviler kötülüklerin başlıca nedenidir” şeklindeki Alevi düşmanlığıyla yaptıkları yönlendirmeler “reformların” sert olmasına yol açtı.
Cumhuriyet kadroları reformları hayata geçirme konusunda ikiye bölündü; Vali Cemal Bey gibi uzlaşmadan yana olanlarla, Umum Müfettişi İbrahim Tali gibi sert tedbirlerin alınmasından yana olanlar arasında.
En sert görüşler Mareşal Fevzi Çakmak’a aitti; Kürt memurlara bile karşıydı!
Diğer yanda…
Şunu da eklemem gerekiyor; 1937-38 askeri harekatı Dersim’e yapılan ilk operasyon değildi.
1861’den başlayarak Dersim’e sürekli askeri harekatlar düzenlendi.
Yazdığım gibi bunun temel nedeni iktisadiydi.
Tanzimat’ta da, II. Meşrutiyet’te de, Cumhuriyet’te de aynı durumla karşılaşılmıştı: Aşiret ağaları yeniden yapılandırılan merkezi yapının kontrolüne girmek istemiyordu. Kendi kanunlarını kendilerinin koyduğu feodal düzenin yıkılmasına karşı çıkıyorlardı.
Bölge halkının yoksul ve cahil olması, feodal düzenin sürmesini isteyenler tarafından hep kullanılmıştır.
Kuşkusuz onlarca zulme uğramış Dersimlilerin merkezi iktidarlara güvensizlikleri de bunda etken olmuştur.
Aynı bugün olduğu gibi…

Soner Yalçın
Odatv.com