31 Ekim 2010 Pazar

Aydın Sorumluluğu ve Din Üzerine

[Bu yazı, 1990 yılında, "laik" bir SanatKültür dergisine gönderdiğim yazının "dinsel konulu" olduğu gerekçesiyle reddedilmesi üzerine, yine aynı dergiye, bu kez yayın politikalarını eleştirmek üzere gönderdiğim, fakat basılmayıp geri çevrilen ikinci yazımdır. ilk kez 1998 yılında, güncelleyerek, "Matbuat" adlı dergide yayımlatabildiğim, yazılışının üzerinden yirmi yıl geçmesine karşın içeriği eskimemiş olan bu yazımı, ülkemizin bugünlere nasıl geldiğini anlamak isteyenlere yararlı olabileceği düşüncesiyle; "Bütün Dünya" okuyucularıyla paylaşıyorum. Lütfen, yirmi yıl önce yazıldığını unutmadan okuyunuz.- C.Ö.]

"Engels, parti programına dine savaş açmak anlamında açık bir tanrıtanı­mazlık bildirisi konmasına karşı çıktı; Blanqui'ci Communardların dine kar­şı gürültülü savaş açmalarını bir ap­tallık örneği saydı ve böyle bir savaşın dine ilgiyi canlandırmak için en iyi yol olduğunu; dine savaş açmanın anarşist bir tutum olduğunu söyledi. Dine karşı savaş açmak, der Engels, Bismark'ı aratmamak, yani Bismark'ın rahiplere karşı savaş deliliğini yi­nelemektir. "Kahrolsun din, yaşasın


tanrıtanımazlık," diyenlere, Marks: "bu doğru değil, bu sığ bir görüş" der... Dinsel önyargılarla savaşırken son derece dikkatli olmalıyız; kimileri dinsel duyguları inciterek bu savaşım­da çok zarara yol açıyorlar. Savaşımı aşırı sertleştirmekle yalnızca halkın öfkesini uyandırabiliriz; böyle savaşım yöntemleri, halkın mezheplere bölün­mesinin sürmesine vesile olur... İnananların dinsel duygularını incitmek­ten kaçınmaya dikkat etmek gerekir; çünkü bu yalnızca dinsel bağnazlığın artmasına yarar." V. İ. Lenin Yukarıda sözlerinden alıntılar ak­tardığımız Lenin, bir tanrıtanımazdı kuş­kusuz. Gelgelelim o bile dine karşı gürül­tülü bir savaş açarak halkın dinsel duygu­larını incitici bir tutuma girmenin, toplumda dinsel bağnazlığı artıracağı kanısın­daydı. Gericilikle, yobazlıkla, bağnazlık­la savaş, öyle üç beş aydının bir kaç ki­tap bir kaç köşe yazısı yayımlamasıyla kazanılıverecek türden kısa süreli küçük bir savaş olmadığı gibi, kuru gürültülerle, gösterilerle, sloganlarla, yürüyüşlerle kazanılabilecek bir savaş da değildir.



Çünkü halkın gerici önyargıları binlerce yıldır beyinlere kazınan hurafelerle oluşmuştur; bunların bilimle, düşünle kısa sürede giderilmesi olanaklı değildir. Türkiye'de gericilikle, tutuculukla, yo­bazlıkla, bağnazlıkla savaş, en az bir yüz yıl sürecek uzun soluklu bir aydınlanma devrimi olarak kavran­mak ve Avrupa'nın aydın­lanma deneyiminden dersler alınarak yürütülmeli­dir. Avrupa'nın geçmişin­de, Marks ve Engels'e gelinceye dek, batılı aydınlar, "altyapısal, geçimsel sorunların çözülmesiyle; üst yapısal, inançsal sorunların da kendili­ğinden çözülüvereceği" yanılgısına saplanmamış; kendi toplumlarının gün­delik yaşamlarını biçimlendiren dinsel kökenli inançlara ve bu inançlara kaynaklık eden kutsal yazılara ilgisiz kal­mamış, sırtını dönmemiş; yığınların dinsel inançlarının aydın olmayanlarca karartılmasına göz yummamıştır.
Avrupa'da, Marks ve Engels'e gelinceye dek, gerek düşünürlerin düşünsel yapıtları ve kurdukları düşünsel dizgeler, gerekse verdikleri sanatsal yapıtlar, hep Tanrı konusuna odaklanmıştır.

Batının söz konusu ettiğimiz yüz­lerce yıllık uzun geçmişinde, dinselliği ve Tanrı'yı konu edinmeyen batılı ay­dın ya da sanatçı hemen hemen yok gibidir. Nietzsche ve çağdaşlarının ki Marks ve Engels de onun çağdaşıydılar "Tanrı öldü!" yanılsamasına saplanmasından önceki yüzyıllarda, hemen hemen bütün batılı aydınların Tanrı ve din üstüne düşünmeleri ve bu konuda ürettikleri aydınlık düşün­celeri toplumla paylaşmaları sonucu, Avrupa'da, Marks ve Engels'de olduğu gibi ve onlara gelinceye dek, düşünürlerin yapıtları hep Tanrı konusuna odaklanmıştır.
yığınların inançsal biçimlenmesi, doğ­ru usyürütme becerisinden yoksun çı­karcı, saptırıcı, karanlık kimselerin yetkesine terk edilmemiştir.
Tanrı ve din konularının, Avrupa'­nın en saygın ve yetkin aydınlarınca, en üst düzeyde ele alınıp işlenmesi yo­luyla, batıda yığınlar din ağalarının ka­ranlık yolundan çıkıp, inançsal konu­larda kendi aydınlarının bilimsel din yorumları doğrultusunda yürüyebilme olanağı bulmuş; süreç içerisinde, batı­daki koyu dinsel bağnazlık, yerini bi­limsel aydınlanmaya bırakabilmiştir. Batının şimdisi, batının geçmişinin bir ürünüdür. Bizim şimdimiz de, bi­zim geçmişimizin bir ürünüdür. Bizim toplumumuzun kültürel geçmişinde, aydınların çoğu, yığınların gündelik yaşamını, düşünce yapısını biçimlen­dirmede en çok etkisi olan dinsel kö­kenli inançlar ve bu inançlara kaynak gösterilen Kur'an üzerinde düşünmek, düşünce üretmek ve hurafelere inan­dırılmış bulunan yığınlara Kur'an'ı gerçek niteliğiyle aktarmak sanki ken­di sorumluluk alanlarına girmezmiş gibi davranmış ve böylece bilisiz yığın­ların Tanrı ve din konusunda bilgilen­dirilmesi işini, din ağalarına, çıkarcı din saptırıcılara, doğru usyürütme, doğ­ru düşünme yetkinliğinden uzak, aydın olmayan karanlık kimselerin eline terk etmiştir. Aydınlarımızın büyük bir çoğunluğu "bu konulara girmek istememiş" lerdir.
İmamlar, kadılar, şeyhülislamlar, müftüler, vb. gibi din görevlilerinin din konulu yapıtları ve bu kişiler içe­risinden aydın olanların çıkıp çıkma­dığı, bu yazının konusu değildir. Din, bunların geçim aracıdır; bunlar işleri gereği, geçim araçları din olduğu için, ister istemez Tanrı ve din konusunda ürünler vermişlerdir. Bunların içerisinde sayıları çok az da olsa dine bilimsel bir bakışla eğilip toplumu karanlık gerici din yorumlarına karşı uyaranlar çıkmıştır.

Bu yazıda sözü edilen, kendileri pa­paz, haham, vb. gibi birer din görevlisi olmamalarına karşın, yığınların dinsel inançları üzerinde papazlardan, haham­lardan daha çok etkili olmuş olan batılı aydınların, sanatçıların, düşünürlerin din alanında neler yaptıkları; ve buna karşılık, bizim aydın, sanatçı ve düşü­nürlerimizin din konusunda neler yaptığıdır.

Bizim aydınlarımızın ezici çoğunluğu, batılı aydınların tersine, Tan­rı ve din konusunda önce kendileri ay­dınlanıp sonra bilisiz yığınları aydın­latmak yerine, bizim yığınlarımızın yaşamını biçimlendirmeye aday dahi olamayacak olan sözgelimi bir Charles Baudelaire'in dizeleri üzerinde kılı kırk yaran yorumlara girişmiş ve Baudelaire'in anlam ve önemini kavrama yetisinden yoksun saydığı bilisiz yığın­lara onun önemini bir türlü kavratamama sancıyla kıvranarak; "Ah, siz Baudelaire'i bir de Fransızca'sından okuyabilseydiniz, o zaman benim Baudelaire'e neden taptığımı anlayabilir­diniz!" diye yakınmış; gelgelelim ne­dense!? bu türden aydınlarımız, için­de yaşamakta oldukları kendi toplum­larının yaşama biçimini belirlediği savlanan Kur'an'ı Arapça aslından o­kuyup incelemek gibi bir çabaya gerek duymadığı gibi, çevirilerinden okuyup irdelemeye dahi gerek duymamış ve bilisiz yığınları Kur'an'ı yanlış anla­maktan ve hurafelerden korumak gibi bir kaygı taşımamışlardır. Çoğu Türk aydını, yüzyıllar süren geçmişte olduğu gibi bugün de, bilisiz yığınların dinsel, inançsal saplantı ve yanılgılarını kendi ilgi alanından dışla­mak biçimindeki geleneksel kemikleş­miş çizgisini sürdürmektedir. Bu da onun bir takım gülünç durumlara düşmesine yol açmaktadır.
Şöyle ki: Bilindiği gibi, Umberto Eco, bizim Tanrı ve din konusuna e­ğilmeyi "küçültücü" bulup kendine yakıştıramayan yerli aydınımızın tapıncağı olmuş bir batılı aydındır.
Gelgelelim, bizim "dindışlayıcı" yerli aydınımızın taptığı bu batılı ay­din, hiçbir yapıtında Tanrı ve din konu­sunu dışlamaz; tersine, Umberto Eco, bütün yapıtlarında Tanrı ve din konu­sunu derinlemesine işlemektedir.



Umberto Eco, Hıristiyanlığın önemli adlarından Aquino'lu Thomas üzerine bir irdeleme yazmış, batıdaki laik sa­nat kültür dergileri; "Bu bir din yazısı­dır, biz bunu basarsak, bizim laik nite­liğimiz bozulur, götürün siz bu yazını­zı dinci bir yayına bastırın" diyerek geri çevirmemişlerdir.
Oysa Umberto Eco, Türk olsaydı, Türkiye'de yaşıyor olsaydı, yazısı da söz gelimi

Bizim laik aydınımızın ve laik ya­yınlarımızın çoğu, batılı laik aydınların ve batılı laik yayınların yaptığının ter­sini yaparak batılı gibi davrandığını sanma yanılgısı içerisindedir.
Aydınlarımızın ezici çoğunluğu, öncelikle kendi toplumunun sorunsal­larına odaklanarak, bu sorunsalları "doğru düşünmenin evrensel ilkeleri" ile çözümleyen düşünceler üreteceği­ne, şu ya da bu batılı aydının her yaz­dığını irdelemeksizin onaylayan oku­yucuları ve okutucuları olmuş; sevdik­leri, değerli buldukları ve tapındıkları şu yada bu batılı aydına ülkemizden yandaşlar kazandırmaya çabalayan bir "fan kulüp" yöneticisi gibi davran­mıştır.
Oysa, dünyanın neresinde olursa olsun, tüm aydınların baş görevi, ön­celikle içinde yaşadıkları kendi toplum­larının sorunlarını dert edinmek, kendi yığınlarına beyinlerini bir delici mat­kap gibi kullanmayı, sorunların derini­ne inmeyi, doğru düşünmeyi öğretmek; tutarlı us yürütmeyi bir düşünsel er­dem ve en üstün değer yargısı olarak toplumuna benimseten ürünler vermek­tir. Aydın olmak demek, içinde yaşadı­ğı toplum için kaygı duyan, geçimsel olsun, inançsal olsun tanık olduğu bü­tün sorunları umursayan, önemseyen ve yaşamın her alanında sorunlara çö­zümler üreten kişi olmak demektir. Dünyanın bütün ülkelerinde "bu anlam­da batılı" olan aydınlar vardır. Bunlar Çin'de Ukrayna'da, Avustralya'da vs. doğmuş, değişik ırklardan gelmiş ola­bilirler, ancak önce insandırlar ve ön­celikle kendi içinde yaşadıkları toplu­mu, giderek tüm kişisoyunu aydınlat­mak ve yanılgılardan kurtarmak so­rumluluğunu derinlerinde duyanlardır. Böylesi bir sorumluluğu duyabilmenin olmazsa olmaz ön koşuluysa, başta kendisi aydınlanmış olmaktır.
Öyleyse, yaşadığı topraklar üzerinde­ki çoğu bilisiz yığınların günlük yaşa­mını biçimlendiren inançlara ve bu inançların kökeni olarak gösterilen Kitap'a eğilip, onu yazıldığı dilden öğrenmeye ya da çevirisinden irdele­meye boş veren; buna karşılık bizim toplumumuza bu aşamada öğretecek her hangi bir şeyi bulunmayan  örne­ğin Baudelaire vb. gibi yabancı ozan­ları Fransızca'sından okumakla böbür­lenen birine, bırakalım doğuluyu ba­tılıyı, "aydın" diyebilir miyiz? Aydın kişi, içinde yaşadığı toplumun bilisiz yığınlarının "inanıyoruz ve buyrukları­na göre yaşıyoruz," dediği bir Kutsal Kitap konusunda, nasıl olur da kendi toplumundan daha bilgisiz olabilir?..
Soru: Ne yani, şimdi aydınlar işleri güçlerini bırakıp yığınlara imamlık mı edecekler?
Yanıt: Voltaire, Rousseau, Kant ya da Hegel, haham mıydılar, papaz mıydılar? Yığınların hurafelerle, boş inançlarla karartılmış; iyicil olmaktan çıkartılmış; sevgi değil ürkü saçan; barışçıl değil acımasız; kıyıcı, kandökücü çarpık inançlarını, Kutsal Kitap­ların özünde zaten var olan kimi uygar değerleri öne çıkararak eleştirip, böy­lece yığınları kargaların kılavuzluğun­dan kurtarmak için, ille de din adamı mı olmak gerekiyor?..


Batının kültürel geçmişinde, aydınlar, Tanrı ve din üzerine yapıtlar vere­rek, halkı bu konularda aydınlatma görevini papazlara dahi bırakmamış; pek çok dinsel, inançsal sorunsalda, kendi papazlarını dahi aydınlatmış; dinağalarının yığınlara aşıladığı dinsel kandökücülüğe ve dinsel karanlığa karşı, kutsal kitapların özünde zaten var olan evrensel barış, evrensel sevgi ve kardeşlik özlemini, dinsel söylemin içinden vurgulayarak sürekli diri tut­muş ve çıkarları bilisiz yığınlara bu uygar ve iyicil değerleri unutturmayı gerektiren din sömürgenleriyle, düşün­sel araçlar kullanarak savaşmışlardır. Batının kültürel geçmişinde aydın­lar böyle bir görev üstlenmemiş olsa­lardı, batının bugünkü durumu ne o­lurdu? Ya da bizim toplumumuzda, geçmişte Voltaire'in, Rousseau'nun, Spinoza'nın, Kant'ın, Hegel'in işlev­lerini üstlenen aydınlar yaşamış olsa­lardı, bizim toplumumuzun bugünü acaba yine böyle mi olurdu?..
Rousseau'ya "Emile"i, Spinoza'ya "Etika"yı, Kant'a "Basit Aklın Sınırla­rı İçerisinde Din"i, Hegel'e "Tinin Görüngübilimi"ni yazdıran sorunsallar, bizim toplumumuzun geçmişinde hiç yaşanmamış mıdır?.. Yaşanmışsa ki yaşanmıştır, yaşanıyor demek oluyor ki, bizim toplumumuzun geçmişinde, bizim Rousseau'muzu, bizim Spinoza'mızı, bizim Kant'ımızı ve bizim Hegel'imizi ortaya çıkaracak sorunsal­lar vardı, ancak aydınlarımız o sırada 'daha önemli'(?) işler ardında seğirt­tiklerinden!!! bu sorunsallara eğilemediler... Bir bahçevanın niteliği, ye­tiştirdiği çiçeklerden bellidir; bir ülke­nin aydınlarının niteliği de, kendi toplu­munun durumundan bellidir. Bugün toplumumuzun inanç tarlalarında güller değil, dikenler bitiyorsa; barış, kardeş­lik ve sevgi çiçekleri soluyor, savaş di­kenleri çoğalıyorsa; iyicilliğin yerini katılık, kötülük, kıyıcılık alıyorsa; bahçevanlarımız, aydınlarımız gerçekten sorumludurlar. Batıda bahçevanlar, yani aydınlar, yüzyıllar boyunca toplumları­nın inanç tarlalarında gördükleri yabanotlarını ayıklamış, o tarlalarda fi­lizlenen güzel çiçekleriyse sulayıp koru­muşlardır. Beethoven'ın 9. Senfoni'sinin, sözleri Schiller'in dizelerinden oluşan "Lied an die Freue", "Neşeye övgü" bölümünde, koro; Tanrı'nın iz­niyle, elçilerin yardımıyla, insanlığın iyiye, doğruya, güzele, gerçeğe ulaşaca­ğını haykırır: "Kardeş olun ey insanlar, bunu ister Tanrımız. Bu dünyada her şey geçer, yalnız dost sana kalır. in­sanlığa, doğruluğa göğsünü aç, kork­ma sen. Özgür doğar insanoğlu, özgür yaşam hakkıdır."
Tanrıtanımaz Lenin, bir 9. Senfoni dinletisinden sonra "İrtica hortladı!" gibi bir duyguya kapılmamış; tersine, "insanlığın geleceğine duyduğu umu­dun pekiştiğini" söylemiştir eşi Kurpskaya'ya...
Oysa, aynı tanrıtanımaz Lenin, bir süre önce "Tanrı fikrinin hiç bir türüne olumlu bakmadığını" söylüyordu... Hegel'i hiç okumaksızın kötüleyip durmuş olan Lenin, Hegel'i okuduktan sonra: "Biz Hegel diyalektiğinin maddeci dostlarıyız!" demiştir. Gel­gelelim "Tanrı fikri", bilindiği üzere, Hegel diyalektiğinin tam da gö­beğinde bulunur.
Carl Orff'un bizim aydınlarımız arasında pek sevilen, pek tutulan Carmina Burana'sının ana konusu da Tanrı'dır, dindir. Gelgelelim bizim tanrıtanımaz aydınlarımızın büyük bir çoğunluğu, Carmina Burana'yı ken­dilerinden geçerek dinlerken "İrtica hortladı!" gibi bir duyguya kapıl­mazlar; çünkü sözlerini (güftesini) anlamadan dinlemektedirler. Oysa batılı laik aydın, onu, sözlerini de an­layarak dinliyor ve içinde din ve Tanrı kavramları geçiyor diye bu yapıtı ka­ralayıp yadsımıyor.
Yine çoğu tanrıtanımaz aydınımı­zın bir kaç yıldır filmlerini büyük bir beğeniyle izlediği, gişeler önünde u­zun kuyruklar oluşturduğu yapıtların yaratıcısı Andrei Tarkovsky de dini bütün bir Hristiyandır. Tarkovsky, ge­rek yapıtlarıyla, gerek yazılarıyla, 'Hristiyan varoluşçuluk'u savunmuş, Tanrı ve din konulu ürünler vermiştir. Batılı toplumları dinsel bağnazlık karanlığın­dan kurtararak dinsel aydınlanmaya ve toplumsal ilerlemeye yönelten, işte sözünü ettiğimiz bu türden, Tanrı'ya düşünsel düzlemde aydınca inanan, fakat beyinleri iğdiş eden dinsel uydur­malara, hurafelere inanmayan; bilisiz yığınların Tanrı inancıyla değil onların beynini iğdiş eden hurafelerle savaşan batılı aydın ve sanatçıların, yüzyıllar boyu dinsel söylem içinden vurguladıkları evrensel barış, evrensel sevgi ve evrensel kardeşlik inancı olmuştur.



Filmlerinin gişeler önünde uzun kuyruklar oluşturduğu Andrei Tarkowsky dini bütün bir Hristiyandır.

Batılı aydınlar, böyle davranmakla kendi toplumlarını Tanrı ve din konu­sunda kargaların kılavuzluğuna terketmemiş; onu Tanrı ve din konusunda eğitmiş, bilgilendirmiş, aydınlatmış; toplumun inanç alanını yaban otların­dan ayıklayarak, din duygularının çı­kar çevrelerince sömürülmesinden ko­rumuştur. Aynı emeği, bizim toplumu­muzun aydınları, bizim bilisiz yığın­lanmıza vermemiştir. Batılı aydın yüz­yıllardır ektiklerini biçiyor; peki bizim aydınımız yığınların inanç alanlarına bugünedek ne ekmiştir ki, ne biçsin!?.
Demek ki "irtica hortladı!" demek yerine, "Aydınımız, geçmişte aydınlat­madığı bir karanlık tarafından kuşatıl­dı!" dersek, daha doğru olur.
Kur'an'da: "suçları kendilerini ku­şatanlar!" anlamında bir tümce vardır ki bu, durumumuza upuygundur.
Batıda bilisiz yığınların inanç dün­yası, Rousseau'lar, Voltaire'ler, Kant'lar, Hegel'ler, Kierkegaard'lar, Beethoven'lar, Goethe'ler, Schiller'ler ta­rafından oya gibi dokunur, damıtılır, arıtılır ve toplumun inanç bahçesi yaban otlarından ayıklanıp karanlıktan kurtulurken; bizim toplumumuzda, bi­zim toplumumuzun inanç alanı, büyük çoğunluğu tutarlı düşünceler üretme yetisinden yoksun, doğru düşünmenin evrensel ilkelerinden yoksun, aydın olmak bir yana, kendisi aydınlatılmayı gereksinen; okuma, anlama ve usyü-rütme özürlüsü bir takım kişiler tara­fından oluşturulmuştur ve aydınımızın
ezici çoğunluğu bu ürkünç oluşuma seyirci kalmıştır. Saman alevi gibi par­layıp geçen bir takım cılız aydınlan­malar dışında, bizim toplumumuzun inanç alanı, batıda olduğu gibi bir ay­dınlar ilgisi ve denetimi ortamında, sağlıklı olarak gelişmemiş; yığınla­rın din duyguları, aydın olmayan el­lerde Kur'an'a dahi yabancı inançlar­la, bilinçlere kandökücülük aşılanarak biçimlendirilmiştir.
Evet: "İrtica hortladı!".. Ve
şimdi (1990), Turan Dursun örneği birtakım aydınlarımız, panikle kaleme sarılıp "A­sıl Kur'an yakıldı!" diye haykırınca, "irtica"yı yeni­den gömütüne göndere­ceğini sanıyor. "İslam A­rap dinidir, Kur'an yalnız­ca Araplara seslenir, bu nedenle Türkler isteseler bile Müslüman olamaz­lar!" deyince, Türklerin Müslümanlıktan topluca istifa edeceklerini sanı­yor. İsmet Zeki Eyüboğlu gibi kimi yazarlarımızsa "Musa da, İsa da, Muhammed de birer çılgın, birer deliydiler. Çok tanrıcılık Tek Tanrıcı­lıktan ilericidir, Yaşasın Anadolu Tan­rıçası Kübele!" vb. gibi yazılar yaza­rak irticayı mahvettiklerini sanmakta ve "laikliği" kendilerince böyle kurtar­maktadır!..
Evet: "İrtica hortladı!".. Ve şimdi (1990) basımızda bir telaş!..
Laikliği kurtarmak için mezhep ayrılıklarını vurgulamak ve mezhep birleşmelerini önlemek gerek!..
Öyleyse kapak yapalım: Aleviler Sünnilerden iyidir! Yaşasın Aleviler, kahrolsun sünniler! Kapaklar çarpıcı, dosyalar şaşırtıcı, söylentiler acaib!.. "Laik" basın yayınımız laikliği şimdi (1990) böyle koruyor...
Evet: "İrtica hortladı!"..
Peki ama ne diyor bu hortlak?
"Biz, 'tam laiklik'ten yanayız, la­iklik tam uygulansın!" diyor. Dinağaları sanki ağız birliği etmişlercesine, "Laiklik tam uygulansın!" diyorlar. 'Garip ama gerçek', 'mizah değil ayıniyle vaki'...
Demek ki, bugün (1990), dinsel alanda genel görüntümüz şöyledir:
Bir yanda 'Laiklik elden gidiyor!" diye kaleme sarılıp, din konusunda çam üstüne çam deviren bir kaç 'aydınlanma kahramanı'; bir yanda, laikliği kurtarmak için mezhep ayrılıklarını kaşıyan, mezheplerden kimilerini tu kaka edip, kimi mezhepleri ve toplulukları, söz­gelimi kimileri Aleviliği kimileri şu ya da bu cemaati "ilerici" diye ululayan "laik" basın yayın; beri yanda 'Biz tam laiklikten yanayız, laiklik tam uygu­lansın!' diyen bir "irtica"!.. Zaten şarkısı bile var: "Bir başkadır benim mem­leketim." Sağı başka, solu başka, irticası başka, aydını başka, halkı başka, altyapısı kaval, üstyapısı Şişhane bir ülkenin irticası 'tam laik' (!) olmaz da ne olur? Peki, kimi dinağalarının "laiklik tam uygulansın" istemi nereden geliyor? Laiklik tam uygulanınca ne olacak ki, bunlar laikliğin tam uygulanmasından yanalar?.. "Tam Laik"lik diyen dinağalarının istemi özcesi şu: Devlet hiç bir biçimde din alanında olup bitenlerle ilgi­lenmeyecek, dinsaptırıcılarına, dinağalarına, dinsömürücülerine yönelik ne örgüt­sel ne düşünsel bir denetleme olmayacak; bunlar, din adına yığınları diledikleri gibi
çekip çevirmekte sınırsızca özgür olacak­lar; toplumu Tanrı ve din konusunda neye inandırmak isterlerse ona inandıra­caklar; bilisiz yığınlara Tanrı ve din konu­sunda öğrettiklerinin Kitap'a uygun olup olmadığı dahi soru konusu edilemeyecek; istedikleri 'tam laiklik' ile her türlü denetim ve eleştiriden kurtulmuş olacak­ları için, topluma din adına, Tanrı adına, Kur'an adına neler bellettikleri bilineme­yecek, eleştirilemeyecek; kimse kendileri­ne karışamayacak; çünkü onların dilinde "tam laiklik" = "devlet dine karışma­sın" demektir.
Dikkat ediniz. Bunlar 'tam laiklik'i aydınlardan değil, devletten istiyorlar; çünkü ülkemizde aydınların pek çoğu onlara, tam da onların istedikleri gibi, hep 'tam laik'(!) davranagelmiş; yani tam da onların istedikleri gibi "dine karışmamış"tır. Çoğu Türk aydını bugüne dek Türk din saptırıcılarına o denli 'tam laik' davranmıştır ki, bilisiz yığınlara din adına kimlerin neler bellettiği, belletilenlerin doğru olup olmadığı, zaten umurunda olmamıştır. Bu nedenle 'tam laiklik' isteyen dinağaları, böylesi dinle ilgilenmeyi dışlayan, küçümseyen aydınlarımıza "minnet" borçludur. Bu din saptırıcı­ları, din ağaları, din sömürücüleri, di­ne karşı, Tanrı inancına karşı kimi "Atatürkçü", kimi "Sosyalist" maskesi takarak tutarsız savlarla saldırıp öfkeler savuran tanrıtanımaz aydınlarımızın bir bölümüne de "minnet" borçludur.
Çünkü, yığınların Tann'ya inanmasını dahi suç sayan bu gibi saldırılar da en az "dine karışmamak" diye tanımlanan 'tam laiklik'(!) denli dinağalarına yaramaktadır.
Din saptırıcılarının, din sömürücü­lerinin, din ağalarının işine gelmeyen tek şey, yığınlara din diye, Tanrı diye bellettiklerinin gerçekten Kitap'a uy­gun olup olmadığının eleştirel düşü­nürler, aydınlar tarafından irdelenme­si; toplumun dinsel inançlarının kendi­leri tarafından değil aydınlarca ekilme­si; Tanrı ve din konusunda, yığınların aydınlanmış aydınlarca aydınlatılmasıdır.
Ülkemizde 'laiklik tam uygulan­sın' diyen dinağaları, din derebeyleri, bununla ne demek istediklerini açık­larken, bir yandan 'devlet bizi denetle­yenlesin'; öte yandan, bizim toplumu­muzda Voltaire, Rousseau, Kant, He­gel gibi aydınlar çıkıp da yığınların din kültürünü oluşturma, toplumun inanç dünyasını biçimlendirme işini bizim tekelimizden almaya kalkışamasın, demektedirler.
Sözgelimi, Kitap'ı kendilerinden daha doğru bilen "laik" düşünceli ay­dınlar çıkıp da, kendilerinin Kitap'a dahi aykırı bir takım karanlık inançlar yaydıklarını ve yığınları din konusun­da yanılttıklarını topluma gösterenle­sin, istiyorlar. Aydınlarımız, inanç a­lanında 'İçkin Eleştiri' (immanent Critique) yöntemini uygulayacak olur­larsa, "fareli köyün kavalcıları" gibi etkileyici ezgilerle yığınları kendi ardlarına takıp ulusu ve ülkeyi karanlığa sürükleyen dinağalarının, "inanıyo­ruz" dedikleri Kitab'a başta kendileri­nin uymadıkları ortaya çıkacak ve bu din sömürgenlerinin bi­linçsiz yığınların gözün­deki saygınlıkları yıkıla­caktır.
Batıda aydınların inanç alanında uyguladıkları e­leştirel yöntem buydu; öy­le ki batıda dinsel aydın­lanma inanç alanına içkin eleştiriyle yaklaşan aydın­ların bir başarısı olmuş­tur. İnsanımıza, din adına, Tanrı adına; "Eğer Tanrı'ya inandığını kanıtlamak istiyorsa, ka­rısını tarikat şeyhine peşkeş çekmesi gerektiğini" ya da "Tanrı'ya inandığını kanıtlamak için öz çocuğunu Tanrı'ya kurban olarak adayıp boğazlaması ge­rektiğini" belleten dinsaptırıcılar dahi çıkmıştır.
Bu tür tüyler ürpertici olaylar ba­sına yansıyınca, bir takım aydınlarımız "Gördünüz mü, işte Kur'an Müslü­manlara bunları yaptırtan, kendi kar­ısını başkalarına peşkeş çekmeyi buyu­ran, kendi yavrusunu bıçakla doğra­masını öğütleyen bir kitaptır. Kur'an'ın Tanrı'sı kendisine inananlara neler yaptırıyor görün! Kahrolsun Kur'an! Kahrolsun Kur'an'ın Tanrı'sı! Kahrol­sun Müslümanlık!" diye avaz avaz yayınlar yaptılar.
Oysa Kur'an'da böyle buyruklar yoktur ve böylesi "ateşli tanrıtanımaz" aydınlarımızın bu tür yayınlarının ül­kemizde tırmanan dinağalığını gerile­tiri en küçük bir etkisi dahi görülme­miştir; tersine, dinağaları Kur'an'a yönelik bu gibi yayınların yalan ol­duğunu belgelerle kanıtlayarak bunları Kur'an'a çamur atmakla suçlandırmış ve böylelikle daha çok sayıda Müslümanı kendi etekleri altında toplamayı başarmışlardır.
Bir ilimizde bir şeyh bir müridine çocuğunu kendi elleriyle boğazlatabiliyorsa, bir başka ilimizde bir başka şeyh müridini Tanrı adıyla kandırarak karısını peşkeş çektirebiliyorsa, yığın­ların bilisizlik düzeyinden kimlerin nasıl yararlanabildiklerini çok iyi dü­şünmek ve yobazlıkla savaşımda yapı­lacak en küçük yanlışın yobazların işi­ne yarayacağını çok çok iyi bilmek ve ona göre davranmak gerekmez mi? Kitap'a aykırı pek çok inancın, çıkarcı din ağalarınca bilisiz yığınların beyni­ne kazındığı uzun yıllar geçmişse; yı­ğınların inanç alanı aydınlarca işlenmeyip bu alan aydınlarca aydın olma­yan çıkarcı din sömürgenlerinin işle­mesine terk edilmişse, sonuç zaten ne olabilir?..
Kendilerini 'aydınlanma kahrama­nı' diye ünlendiren birileri, yığınların
Tanrı inancına öfkeyle saldırır ve on­ların inandıkları Tanrı'ya sövgüler, aşağılamalar yağdırırlarsa, sonuç zaten ne olabilir?..
Aydınlarımızın ezici çoğunluğu toplumun inanç tarlalarına kimlerin neler ektiğine yüz yıllardır boş vermişlerse, sonuç zaten ne olabilir?..
Geçmişimizde olduğu gibi bugün de 'irticaya prim vermemek' gerekçesi ardına sığınarak, toplumumuzun din­sel inançlarını aydınlık ve bilimsel dü­şünceyle yoğurma görevinden kaçan­lar, yarın belki de iş işten geçtikten ve ülkemizde dinağalığı düzeni kurul­duktan sonra, din ve Tanrı konusuna ister istemez gireceklerdir; "lakin vakit geçmiş olacak"!...
İnsanlarımız, batılı aydın Umberto Eco'nun, papaz Aquinolu Thomas i­çin ne düşündüğünü bilsin elbette; an­cak insanlarımız bundan çok, kendi aydınlarımızın özellikle de tıpkı Ro­usseau, Spinoza, Kant ve Hegel gibi, tıpkı Beethoven, Goethe ve Tarkovski gibi, Tanrı'ya düşünsel düzlemde, bir felsefi varlık kategorisi olarak aydınca inanan, fakat hurafelere karşı olan bi­zim aydınlarımızın Tanrı ve din üstüne iyicil, usa dayanan, öze yönelik, kan dökücülükten ve kıyıcılıktan uzaklaş­tırıcı, doğru düşünmeye yönlendirici, aydınlatıcı düşüncelerine gereksinimi var; Tanrı inancına ve dine karşı cep­heden ve üstelik yanlış bilgilere dayalı, sonunda kendilerini yalancı durumuna düşürerek dinağalığını güçlendirecek türden kışkırtıcı saldırılara değil...»

Cengiz Özakıncı

0 yorum:

Yorum Gönder