Osmanlı İmparatorluğu, savaş araçlarında devrimsel dönüşümlerin yaşandığı XIV. yüzyılın başlarında kuruldu. Sıkıştırılmış barutla patlatılan top ve tüfeğin icadı güçler dengesini alt üst etmişti. Kılıç, ok, mızrak, mancınık, rum ateşi gibi geleneksel silahlarla savaşan ordular, top ve tüfekle donanmış ordular karşısında çil yavrusu gibi dağılıyordu. 1453'te Fatih İstanbul'u almadan çok önce, Trakya ve Balkanlar'a doğru yayılan Osmanlılar, ordularını top ve tüfekle donatmıştı. Surlarla çevrili Bizans kentlerini kuşatıyor ve halka biri 'tatlı' diğeri 'kanlı' iki seçenek sunuyorlardı: Sur kapılarını güzellikle açıp teslim olurlarsa, Bizans'a ödeyegeldikleri vergiden çok daha az bir vergi ödeyecekler ve dinlerine, geleneklerine dokunulmayacaktı. Direnecek olurlarsa, surlar top ve tüfekle yıkılacak ve teslim olmayanlar öldürülecekti. Surlarının, ünü kulaktan kulağa yayılan Osmanlı toplarına dayanamayacağını gören kentler, savaşmadan teslim olup Bizans'tan daha az vergi ödemeyi yeğliyordu.
Osmanlı'nın Bizans topraklarında şimşek hızıyla ve olabildiğince kansız yayılmasının gizi buydu. Top, tüfek gibi patlayıcı silahların icadıyla birlikte, bunların üretiminde kullanılan madenler ve kimyasal maddeler, eski değerlerinin yanı sıra, bir de askeri-stratejik değer kazanmıştı. İşte Dersim'in Osmanlı için stratejik önemi buradan geliyordu. Çünkü Dersim, Osmanlı'nın patlayıcı silah üretimi için gereksindiği madde ve madenlerin bulunduğu bölgenin tam ortasında bulunuyordu. Dört yanını saran dağların bir kale ve çevresini kuşatan akarsuların bir hendek gibi yalıttığı Dersim, XIV. yüzyılda, pazardan çok kendi gereksinimleri için üretim yapan, kimi tarımcılıkla çoğu hayvancılıkla geçinen aşiretlerin yaşadığı bir yerdi.
Patlayıcı silahların icad edilmesinden sonra Dersim, bu silahların üretimi için gerekli madenlerden yoksun fakat bu madenlerin bulunduğu yerlerin tam ortasında bulunmaktan oldukça etkilenecek; öyle ki, 1937-1938'e dek uzanan sorunların tohumu, beş altı yüzyıl önce Osmanlı'nın kuruluş ve yükseliş döneminde atılacaktı. Dersim'in Farsça "der" (kapı) + "sim" (gümüş) = "gümüş kapı", "maden kapısı" ya da "maden yöresi" anlamlarına geldiği savlanıyor. Bu kökbilimsel çözümleme ister doğru olsun ister yanlış, gerçek şu ki, Osmanlı'nın top, gülle, mermi üretiminde kullandığı demir, bakır, kurşun, vb. gibi madenlerle, barut yapımında kullandığı güherçile, odun kömürü ve kükürt, hep Dersim'e komşu yörelerde çıkartılıyor; başta İstanbul olmak üzere çeşitli yerlerde kurulan "tophane" ve "baruthane"lerde işleniyordu. Osmanlı'nın para basınımda kullandığı bakır ve gümüşün önemli bir bölümü de yine Dersim çevresindeki maden ocaklarından çıkartılıyor; başta İstanbul olmak üzere çeşitli yerlerde kurulan "darphane"lerde işlenerek gümüş "akça" ve bakır "mangır"a dönüştürülüyordu.
Devletin onsuz olunmaz iki dayanağı vardı: ordu ve maliye... Osmanlı'nın "tophane"leri, "baruthane"leri ve "darphane"leri, önemli ölçüde Dersim dolaylarından çıkartılıp getirilen madenlerle besleniyor; ordusu da maliyesi de bu madenlere muhtaç bulunuyordu.
Madenlerden kimilerin! doğrudan kendisi işleten Osmanlı, kimilerini beşte biri devlete verilmek koşuluyla özel kişilere işlettiriyor; ancak, her iki durumda da maden ve yan sanayi alanında çalışan emekçilere, bu iş kolunun askeri stratejik öneminden dolayı, özel bir önem veriliyordu. Ülkenin diğer yörelerindeki madenlerde olduğu gibi, Dersim çevresinde maden çıkartılan yörelerde yaşayanları da din ve mezhep ayırımı yapmaksızın, ister müslim olsunlar ister gayrimüslim, madende çalışmaları koşuluyla vergilerden ve askerlik görevinden bağışık tutan Osmanlı; madenden ayrılmamaları için onlara türlü ayrıcalıklar tanıyor, madenciliğin püf noktalarını yakınlarına da öğretsinler diye bu bağışıklık ve ayrıcalıkları onların birinci dereceden yakınlarını da kapsayacak biçimde genişletiyordu.
Maden tünellerinin çökmesini önleyen kütük ve tomruklan sağlayanlar, ocaklarda kullanılan odun kömürünü üreten dağ köylüleri, maden taşıma işlerini gören katırcılar, deveciler, madene su getirenler, madende kazma sallayanlar, madenleri çuvallara dolduranlar, Samsun ve Trabzon limanlarına götürenler, depolayanlar, tophanelerde, baruthanelerde çalışanlar, "Madenciyan Fukarası" olarak adlandırılıyor, yöneticilere "Maden Emini" deniyordu. Maden iş kolunda çalışanların hukuk ve yargıları dahi ayrılmış, "Maden Kanunnameleri" ile özel olarak belirlenmişti. Bu işkolunda görev üstlenen katırcıdan yöneticiye, tepeden tırnağa herkesin kendi aralarında olsun, başkalarıyla olsun, bütün uzlaşmazlıkları, davaları, başında "Maden Emini"nin bulunduğu özel bir yargı düzeninde çözümleniyordu. Osmanlı'nın en verimli gümüş, bakır, demir ocakları Gümüşhane, Espiye, Keban, İnegöl, Ergani, Kiğı ve Bilecik'te; barut yapımında kullanılan en verimli güherçile ocakları da Akdağ, Van, Erciş, Niğde, Karaman, Kilisehisar, Malatya, Larende, İçel, Maraş ve Kayseri'deydi.
Osmanlı, birbirine yakın maden bölgelerini tek bir Maden Emini'nîn yönetimi altında birleştiriyordu. Örneğin, tam ortasında Dersim'in bulunduğu Ergani, Gümüşhane, Keban, Kığı, Kemah madenleri, tek Maden Emini'nin yönetimi altındaydı.
Siyasal Sünnilik güden Yavuz Sultan Selim komutasındaki Osmanlı ordusu, siyasal Alevilik, Kızılbaşlık güden Şah İsmail ordusuyla 1514 yılında Çaldıran'da karşı karşıya geldiklerinde, madenciliğe dayalı top tüfek gibi patlayıcı silahların, kılıç, mızrak, ok, yay, mancınık gibi geleneksel silahlara üstünlüğü bir kez daha kanıtlanacak; Sünni Osmanlı'nın çok sayıda top ve tüfekle donanmış ordusu; az sayıda ateşli silahı bulunan Şii, Alevi, Kızılbaş Şah İsmail'in ordusunu yenecekti. Şah İsmail'in Alevi-Kızılbaş emirlerce işlettiği Dersim'e yakın madenler de Çaldıran Savaşı'nda Sünni Osmanlı'nın eline geçmişti. Alevi Kızılbaş Dersim aşiretleri, yenilgilerine neden olan topların ve güllelerin, Ergani'den çıkan bakır, Keban'dan çıkan kurşun, Kiğı'dan çıkan demir ve aynı yöreden sağlanan güherçile, odun kömürü ve kükürt karışımıyla yapılan barutla çalıştığını, bunların hep Dersim çevresinde bulunan maden ocaklarından sağlandığını hiç unutmadılar.
"Maden" demek, silah demek; top, tüfek, gülle demek; gümüş "akça" ve "bakır" mangır demekti. Çaldıran Savaşı'ndan sonra Osmanlı devleti, ne zaman doğudaki komşuları Rusya ya da İran'la savaşa tutuşacak olsa, siyasal Aleviliğin, Kızılbaşlığın dağlar ve akarsularla korunaklı kalesi Dersim'in önde gelen kimi aşiretleri, Osmanlı'nın top, tüfek ve para üretiminin kaynağı olan çevredeki madenlere saldıracaktı.
Osmanlı Devleti, 1514, 1534-1535, 1548-1549, 1552-1554, 1578-1590, 1603-1611, 1615-1618, 1622-1639, 1723-1727, 1730-1732, 1735-1736, 1821-1823 tarihlerinde Alevi, Şii, Kızılbaş İran Devletiyle savaşmış; bütün bu savaşlarda, Sünni Osmanlı'nın yerli top tüfek barut üretimi, kimi Alevi-Kızılbaş Dersim aşiretleri tarafından, yöredeki madenlere yapılan silahlı baskınlarla, saldırılarla kesintiye uğratılmıştı. Cemal Şener'in yayına hazırladığı Dersim Tarihi'nde yer alan Başbakanlık Osmanlı Arşivi belgelerine göre:
- ►1729 Aralık: Kimi aşiretler Keban maden bölgesinde Besni ilçesini basmış, beşyüz emekçiyi esir alıp eşlerine, çocuklarına mallarına saldırmış; halk evini, işini, köyünü terkedip başka yörelere kaçmaya başlamıştır.


Kimi Dersim aşiretlerinin, çevrelerinde bulunan maden işletmelerini baltalama eylemleri, 1802 yılında birden bire kesilmiş, bunlardan Şeyh Hasanlı aşiretinin reisleri Padişah III. Selim'e başvurarak, bundan böyle madenlere ve maden emekçilerine saldırmayıp madenlerin korunmasında görev almak istediklerini bildirerek özetle şöyle demişlerdir:
- ►1802 Haziran: "Biz Şeyh Hasanlılar; Padişah'a boyun eğip kulları arasına yazıldık. Bundan böyle madenleri baltalamayacağımıza, Çemişgezek'ten Erzincan'a bütün maden yollarını koruyup güvenliğini sağlayacağımıza; yanımızda yöremizde bulunan köylerde maden için odun kömürü üretenleri, taşıyanları ve maden işçilerini koruyacağımıza söz veriyoruz. Çevremizdeki Kürtlerle diğer aşiretlerden sözümüze aykırı davrananlar olursa Maden Emini'nce cezalandırılsın; sözümüzde durmayacak olursak Maden Emini bizi de görevden alsın. Çarsancak, Çemişgezek voyvodalarına göstermek üzere elimize bir ferman verilmesini dileriz. Buyruk padişahımızındır."
Yüzyıllarca çevredeki madenlere saldıran Dersim Şeyh Hasanlı aşiretinin 1802 yılında birden bire tövbekar olup madenleri ve maden işçilerini korumaya söz vermesinin gizi, Osmanlı-İran ilişkilerindeki değişimde saklıydı. Birkaç yıl önce Rusya'yla savaşa tutuşan İran, başı sıkışınca Osmanlı'yla düşmanlığa ara verip birlik arayışına girmiş; söz konusu Dersim aşireti de mezhepdaşları İran'ın uydusu olduklarını ele veren bir tutumla, Osmanlı düşmanlığını bırakıp madenlerin koruyucusu kesilmişti. 1809'da Osmanlı-İran ittifak görüşmeleri başarısızlıkla sonuçlanıp İran, yeniden düşmanlığa dönünce, bu Dersim aşiretleri de İran uydusu olduklarını ele verecek biçimde yeniden çevredeki madenlere saldırmaya başlayacaklardı:
- ►1809 Ekim: Toplu öldürmeler, ırza tecavüzler, gasp, ilçe ve köy yakma eylemleri, Keban ve Ergani madenlerinde üretimin durmasına yol açmış; Palu, Harput, Çarsancak, Çemişgezek, Eğil, Malatya, Arabkir, Eğin, Keban, Ergani maden yönetimleri saldırganların peşine düşmüştür.

Yabancılar Osmanlı'ya her zaman kendi kullandıklarından daha kısa menzilli toplar ve tüfekler satıyordu. Örneğin, düşman 2000 metre uzaktan Osmanlı ordusunu vurmaya başladığında, Osmanlı'nın çok çok 1500 metreyi vurabilen ithal topları, tüfekleri, düşmanın 500 metre önüne düşüyor; komutanlar, düşmanın uzun menzilli silahlan karşısında yabancılardan satın alınan kısa menzilli silahların etkisiz kalması yüzünden yenildiğimizi bildiriyorlardı. Uzun menzil, daha nitelikli madenden yapılan namlu ve daha iyi barutla sağlanabilirdi. Maden işletmelerinin sıkça baltalanması, verimli biçimde işletilememesi buna olanak vermiyor, top, tüfek, barut gibi madenciliğe bağlı savaş araçlarında gerileyen Osmanlı'nın parası da maden üretimindeki baltalamalar ve verimsizlik nedeniyle giderek bozuluyordu.

Tophaneler, baruthaneler, darphaneler; eşdeyişle devletin ordusu ve maliyesi gerekli nitelik ve nicelikte madenden yoksun kalınca, devletin bu iki temel direği sallanmaya başlamıştı. 1839 Tanzimat Fermanı, içerde dirlik ve düzenlik sağlanamadıkça, dış saldırılara direnmenin olanaksız ve çöküşün kaçınılmaz olduğunu haykırıyor; siyasallaşmış din ve mezhep ayırımcılığından kaynaklanan iç çatışmalarla mahvolan üretim, yatırım ve verimliliğin, ancak uyruklara tanınan haklarda ve yüklenen görevlerde eşitliğin sağlanmasıyla diriltilebileceğini vurguluyordu. Devletin bu doğrultuda 1845-1849 arası, Dersim Ovacık'ta bir askeri kışla yapıp aşiret üyelerini eşit özgür bireylere dönüştürerek aşiret örgütlenmesini dağıtmaya yönelik idari, siyasi girişimleri, aşiret reislerinin tepkisiyle karşılaşacaktı. 1851'de gerçekleşen ayaklanmanın bastırılmasından sonra Padişah'a sunulan raporda "üç dört yüzyıldır devlet otoritesinin girmediği" Dersim'de birkaçı dışında çoğu aşiretlerin silahlarının toplandığı, fakat "yerleşik yaşama geçmelerinin zaman alacağı" bildiriliyordu.

Tarihinde yabancı devletlerden borç almamış olan Osmanlı, Kırım Savaşı'nda 1854, 1855 arası üç kez İngiltere'den borç almış; borç veren yabancılar, alacaklarını güvenceye almak üzere, Osmanlı maliyesine kendi görevlilerini sokarak bütün üretim alanlarım denetlemeye başlamıştı. 1856 Islahat Fermanı'yla devlet, bir yandan biricik toplumsal kurtuluş yolu olarak tüm uyruklarını tek "Osmanlı Milleti" kimliği altında birleştirmeye çalışırken, öte yandan ekonomik alanda ülkeyi tümüyle yabancı egemenliğine sürüklüyordu. Oysa, devletin izniyle en sarp yerlerde açılan yabancı konsolosluklar, etnik, dinsel, mezhepsel ayrışmaları körükleyip aşiret yapılanmalarını pekiştirici çalışmalar yürüterek, devletin eşit yurttaşlığa evrilecek tek "Osmanlı Milleti" tasarısını el altından baltaladıklarından, Islahat Fermanı'nın amaçladığı eşit yurttaşlık, aynı fermanın yabancılara tanıdığı ayrıcalıklar yüzünden gerçekleştirilemez oluyordu.





Ekim 1918'de Osmanlı Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkacak, İzmir'in Yunan ordularınca işgali üzerine Mayıs 1919'da kurtuluş ve bağımsızlık için savaş başlayacaktı.

Dersim Mebusu Hasan Hayri Bey, 3 Ekim 1921 günü Büyük Millet Meclisi gizli oturumunda yaptığı konuşmada, Koçgiri Ayaklanması'nı kışkırtanların Dersim aşiretlerine giydirmeye çalıştıkları etnik kimliği reddederek, bu aşiretlerin çoğunun yüzyıllar önce Horasan'dan gelmiş, süreç içerisinde çeşitli nedenlerle komşu aşiretlerin etkisinde kalarak Kürtçe konuşmaya başlayan Alevi-Kızılbaş Türkmenler olduğunu söylemişti.
Dersim aşiretlerinden Hasan Hayri Bey'in 1921 yılında Mecliste yaptığı bu açıklama, ATATÜRK karşıtlarının sıkça dile getirdikleri: "Kemalistler, 1924'ten sonra, Kürtleri asimile etmek için 'Kürtlerin bir Türk boyu olduğu' yalanım uydurdular" savını geçersiz kılıyordu; çünkü ayrılıkçıların "Te-Ce'nin resmi tarih tezi" diyerek yalan saydıkları bu tarihsel olgu; 1924'te değil, 1921'de; ATATÜRK tarafından değil, bir Dersim aşiret reisince dile getirilmişti.
Cengiz Özakıncı
"Der-sim"den, "Tunç-eli"ye Yurttaş Hakları Devrimi - II
0 yorum:
Yorum Gönder