1982 yılında Ermeni Terör Örgütü ASALA'nın cinayetlerini protesto etmek için kendisini yakan Artin Penik adlı Ermeni kökenli Türk yurttaşımızın hastahaneye kaldırıldıktan sonra çekilen görüntülü konuşmasını izliyorum. Ağır yanıklarla hastaneye kaldırılan Ermeni kökenli Türk yurttaşı, bu konuşmasında, acılar içerisinde kıvranarak:
- "Ermeniler adına cinayetler işleyen ASALA katillerini protesto etmek için kendimi yaktım. Öleceğim ama pişman değilim. Şimdi kurtulacak olsam ASALA'yı protesto etmek için kendimi bin kez daha yakarım. Türkler ve Ermeniler kardeştir. Başta Fransa olmak üzere Ermenilerle Türklerin arasını açmak isteyenlere lanet olsun. Ben Ermeni kökenliyim ama Türküm, Atatürkçüyüm. Türk yurttaşıyım!"
diye haykırıyor ve bir kaç gün sonra da ölüyor. Kandaşımız olmayabilir, dindaşımız da olmayabilir, fakat yurttaşımızdı Artin Penik...
Türk diplomatlarını öldüren ASALA katillerini protesto etmek için kendini yakmış ve Türk yurttaşlığını savunmak uğruna ölmüştü. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde yurttaşlık bağının ne denli önemli ve nelere kaadir olduğunu apaçık gösteren en çarpıcı olaylardan biridir bu. Yaklaşık iki yıl önce katıldığım bir Ceviz Kabuğu programında olayı ayrıntılarıyla anlatarak, Taksim'e bir Artin Penik anıtı dikilip kaidesine son sözlerinin kazınması ve her ölüm yıl dönümünde törenlerle anılması dileğimi belirtmiştim. Geçenlerde, Saadet Partisi liderinin bu görüşü sahiplenip savunduğunu okudum gazetelerde. Önerimin yankı bulmasına sevindim. Evet, bu anıt en güzel biçimde yapılsın ve Ermeni kökenli Türk yurttaşı Artin Penik'in anısı önünde hiç değilse yılda bir kez saygıyla eğilelim.
Bir "Yurttaş Artin Penik'in oluşum süreci, binlerce yıl sürmüştür. Binlerce yıl önce, yeryüzünde insan toplulukları aşiretler, kabileler, klanlar biçiminde kandaşlık bağlamında örgütleniyordu. Yasaları da kandaşlığı temel alan yasalardı. Öyle ki, bir aşiret üyesi, diğer aşiretten birini öldürdüğü zaman, öldürenin aşireti tümüyle katil sayılırdı ve o aşiretten cinayetle hiç ilgisi olmayanlar bile yakalandıklarında bu cinayetten sorumlu sayılır ve öldürülürdü. Kan davaları, töre cinayetleri, toplulukların kandaş-aşiretler biçiminde örgütlendikleri dönemin yasalarından doğuyordu; insanlığı bu ilkel durumdan kurtaran, din kardeşliğine dayalı dindaş örgütlenmeler olmuştu. Kan kardeşliğinin yerini din kardeşliği; kandaşlığın yerini dindaşlık, aşiret yasalarının yerini din yasaları aldıktan sonra, suçun kişiselliği ve dolayısıyla cezanın da ancak o suçu işleyen kişiye verileceği ilkesi egemen oldu. Bu açıdan bakıldığında, kandaşlık bağlarının yerini dindaşlık bağlarının alması, insanlık tarihinde çok büyük bir ilerlemedir. Eğer geçmişte kandaş aşiret toplumların yerini dindaş ümmet toplumlar; aşiret hukukunun yerini din hukuku almış olmasaydı, çağımızda yurttaş ulus toplum örgütlenmesine geçmek çok daha zor, belki de olanaksız olacaktı. Dolayısıyla yurttaş ulus toplumlar bugünkü varlıklarını -aşiret hukukunu ortadan kaldırmadaki başarısı ölçüsünde- dindaş ümmet toplumlara, dinsel hukuka ve bir önceki ümmet evresine borçludur diyebiliriz.
İnsanlık ancak kandaş aşiret bağları çözen, önemsizleştiren, etkisizleştiren, evcilleştiren, uygarlaştıran dindaş ümmet aşamasından geçtikten sonradır ki yurt kardeşliğini odak alan yurttaşlık bilincine varabilmiş ve yurttaş ulus toplum aşamasına ulaşabilmiştir. Aşiret bağlarını çözerek aşiret savaşlarını ortadan kaldırmak üzere "farklı aşiretten olsak da aynı dindeniz, öyleyse din kardeşiyiz, hiç değilse aynı dinden olanlar birbirleriyle savaşmazlar" anlayışını yerleştirmeye yönelen dindaş ümmet döneminde, bu kez de önce farklı dinler arasında din savaşları çıkmış, ardından aynı din içinde kanlı mezhep savaşları patlak vermiş, dindaşlığa dayalı ümmet toplum düzeninin aynı dinden olan insanları bile barış içinde bir arada yaşatamadığı yaşanarak ortaya çıkaktan sonradır ki hem aşiret savaşlarını hem de din ve mezhep savaşlarını ortadan kaldırmak üzere, yurt kardeşliği, yurttaşlık eşdeyişle ulus-toplum ve ulus-devlet kavramları oluşmuştur.
"Ulus"u oluşturan yurttaşlık kavramı, sınırları belli bir ülkede yaşayan herkesi hangi soydan gelirlerse gelsinler, hangi dine inanırlarsa inansınlar yurt kardeşi sayıyordu. Yurt kardeşliği demek olan "yurttaşlık"ın benimsenmesiyle, insanlar arasında soy ayrılığı ya da din ve mezhep ayrılığı nedeniyle kan dökülmesi önlenebilecekti. Yurttaşlık kavramıyla bir ve aynı yasaya bağlanıp bir ve aynı eğitimi alarak bir ulus oluşturabilen toplumlar, bilim ve teknik alanında dev adımlarla ilerliyor, aşiret ya da ümmet aşamasında takılan toplumlarsa her bakımdan geride kalıyordu. Osmanlı, son döneminde bu gerçeği kavramış, ümmetçi "Osmanlı Milletler ve Eyaletler Düzeni"nden, Osmanlı devleti sınırları içerisinde yaşayan herkesi eşit yurttaş sayan "Tek Osmanlı Milleti" anlayışına geçmeye davranmış, ama devletin ömrü, ümmetçiliğe son verip "Tek Osmanlı Ulusu" tasarısını gerçekleştirmeye yetmemişti. I. Dünya Savaşı'nın ardından Bağımsızlık Savaşı'yla ortaya çıkan Türkiye Cumhuriyeti, kandaş aşiret ve dindaş ümmet kavramlarını aşıp yurttaş ulus toplum kavramına bağlanmaksızın, Türkiye'nin varlığını, birliğini korumanın ve sürdürmenin olanaksız olduğunu daha Osmanlı döneminde kavramış olan kadroların çabalarıyla kurulacaktı.
Türkiye'nin yurttaşlık temelinde ulus-devlet olarak kuruluşunun en önemli basamaklarından biri olan Lozan görüşmeleri sırasında, Türkiye'deki gayri-müslim azınlıklara tıpkı Osmanlı'nın "Milletler ve Eyaletler Düzeni"nde olduğu gibi ayrı millet ayrıcalıkları verilmesi istendi. Türk sözcüler bu istemlere karşı çıktıklarında; "Sizin anayasanızda yasanızın Mecelle olduğu yazılıdır. Mecelle İslam yasası olduğuna göre ve İslam yasaları da gayri-müslimlere uygulanamayacağına göre, gayri-müslimlerin kendi din mahkemelerini kurmaları İslam'ın da bir gereğidir. Öyleyse kendi dininize uyun ve gayri-müslimlere kendi din hukuklarıyla ayrı cemaatler olarak yaşama hakkı tanıyın!" dendi. Sözcülerimiz, Osmanlı'nın bu ayrıcalıklar yüzünden dağıldığını, yeni Türkiye'de müslim ya da gayri-müslim herkesin eşit olacağını, tüm dinlerin üyelerine eşit olarak uygulanabilecek nitelikte tek bir yasa yapılacağını, müslimlerin de gayri-müslimlerin de uyabileceği nitelikte böyle bir Tek Yasa yapıldıktan sonra, artık "azınlık ayrıcalığı" diye bir durumun kalmayacağını söylemişlerdir. Türk sözcülerin bu savı, diğer devletler tarafından alaylarla karşılanmıştır. Lozan görüşmeleri yapıldığı sırada Anayasamızda İslam yasası olan Mecelle'nin uygulanacağı maddesi bulunduğunu ve tüm dinlere uygulanacak bir yasanın yapılmasının da olanaksız olduğunu öne süren gayrimüslim devlet sözcüleri, yeni Türkiye'de eskiden olduğu gibi gayrimüslimlere azınlık hakları tanınması konusunda diretmişlerdir. Lozan Antlaşması, görüşmeler yapıldığı sırada Anayasamızda Mecelle benimsenmiş durumda olduğu içindir ki, azınlıklara ayrıcalık tanıyan maddelerle imzalanmış; fakat hemen sonra, Adalet Bakanlığı, gayrimüslim azınlık sözcüleriyle görüşmelere başlayarak, "İsviçre Medeni Yasası'nı benimseyeceğiz, İsviçre'deki Müslümanlar İsviçre Medeni Yasası'yla yargılanıyor, İsviçre'deki Museviler ve Hıristiyanlar da İsviçre Medeni Yasası'yla yargılanmaktalar, siz de Türkiye İsviçre Medeni Yasası'nı benimseyince bu yasayla yargılanacaksınız, bir itirazınız var mı?" sorusunu yöneltmiştir. Musevi ve Hıristiyan cemaat sözcüleri bu konuyu kendi kilise ve havralarında din önderleri ve ileri gelenleriyle görüşmüşler, İsviçre Medeni Yasası'nın benimsenmesi durumunda, kendilerine Lozan'da tanınan azınlık ayrıcalıklarından vazgeçip eşit yurttaşlar olmayı kabul edeceklerini bildirmişlerdir. 1925'de önce Musevi cemaati, ardından Ermeni cemaati ve sonra da Rum Ortodoks cemaati, "İsviçre Medeni Yasası benimsenirse biz de Lozan'daki azınlık haklarımızdan vazgeçeriz Türk yurttaşı oluruz" demişlerdir. Bu cemaatlerin yazılı olarak verdikleri azınlık haklarından feragat dilekçeleri, devletin arşivlerindedir.
İşte Türkiye'de yurttaşlık, müslimlerin ve gayri-müslimlerin aynı medeni yasaya bağlanmalanyla böyle kurulmuştur.
Gelgelelim, Türkiye'deki azınlıkları kendi çıkarları doğrultusunda kışkırtmak isteyen devletlerin hiç hoşuna gitmemiştir bu durum. Örneğin Almanya, Musevilerin azınlık haklarından feragate zorlandıklarını, bunu gönüllü olarak yapmadıklarını, dolayısıyla feragatin hukuken geçersiz olduğunu öne sürmüş ve Yunanistan da Türkiye'deki Rum Ortodoks cemaatinin zorla ve korkutularak azınlık haklarından feragat ettiklerini ve bu feragatin hukuken geçersiz sayılması gerektiğini öne sürerek o dönemin Birleşmiş Milletler Örgütü durumunda olan Milletler Cemiyeti'ne başvurmuştur. Milletler Cemiyeti bu itirazı inceledikten sonra azınlıkların zorlamayla değil kendi özgür istemleriyle azınlık ayrıcalıklarından vazgeçip Türk yurttaşı olmayı yeğlediklerine karar vermiş ve azınlık cemaatlerinin Lozan'da kendilerine tanınan ayrıcalıklardan feragat dilekçelerini hukuken geçerli saymıştır. Bu süreçte: Milletler Cemiyeti Konsey Komitesi, başvuruları inceleyerek itirazları Konsey'de görüşülmeye değer bulmamıştır. İtirazcı devletler, böyle bir durumda La Haye Adalet Divanı'na başvurma hakkı Lozan Antlaşması'nın 44. maddesiyle kendilerine tanınmış olduğu halde, bunu kullanmayarak, azınlıkların zorlamayla değil kendi özgür istemleriyle azınlık ayrıcalıklarından vazgeçip eşit Türk yurttaşı olmayı yeğlediklerini kabul etmiştir ve sonuç olarak, azınlık cemaatlerinin Lozan'da kendilerine tanınan ayncalıklardan feragat dilekçeleri, hukuken geçerli sayılmıştır. Dolayısıyla 1923'te Lozan'da -o sırada Anayasamızda Mecelle benimsendiği için zorunlu olarak tanınan azınlık ayrıcalıkları- 1926'ya gelindiğinde -Mecelle'nin yürürlükten kaldırılıp İsviçre Medeni Yasası'nın benimsenmesine bağlı olarak- ortadan kalkmış, müslim ve gayri-müslim herkes, tek hukuka bağlanarak eşit haklara ve ödevlere sahip yurttaşlara dönüşmüştür.
1990'lardan günümüze "azınlık hakları" ve "azınlık ayncalıkları" kavramları yeniden ortaya atılıp alevlendirilirken, 1926'da gerçekleşen azınlık haklarından feragat dilekçelerinin Milletler Cemiyeti tarafından hukuken geçerli sayıldığı gerçeği yok sayılmaktadır. Tartışmalarda "Lozan'da tanınan azınlık hakları o azınlıkların verdikleri feragat dilekçeleriyle 1926'da ortadan kalkmıştır" demeye kalkanların sesleri kısılmıştır.
Evet, 1926'da ülkemizde her türlü azınlık ayrıcalıkları kalkmış ve yurttaşlık birliği kurulmuştu. Hem de öylesine kurulmuştu ki, 1933'te Bir Alman Musevisi'nin yazdığı "Musa Dağda 40 Gün" adlı romanda Türkler Ermenilere soykırım yapmakla suçlandığında, Türkiye'deki Musevi ve Ermeni yurttaşlarımız, bu romana karşı çıkarak ayağa kalkmış, Musevi kökenli Türk yurttaşlarımız, Türk yurttaşlığı bağlarını öne çıkararak, kendi kandaşları ve dindaşları olan bu romancıya lanetler okumuş, Ermeni kökenli Türk yurttaşlarımız da 1935'te kandaşlık ve dindaşlık bağlarını geriye itip Türk Yurttaşlığı bağlarına sımsıkı sarılarak; "hayır bu roman yalan söylüyor, Türk kardeşlerimiz asla bizlere soykırım yapmadılar, bu roman bizim aramızı bozmak istiyor" diye haykırmışlardır. Dahası, Ermeni kökenli Türk yurttaşlarımız 15 Aralık 1935 günü İstanbul Pangaaltı Ermeni Kilisesi'nde toplanıp bütün dünya basınını da çağırarak, tüm dünyanın gözleri önünde "Türkler Ermeni Soykırımı yaptılar" diyen bu romanı ve yazarın portresini üzerine gaz dökerek yakmış ve "Bizler Ermeni asıllı Türk yurttaşlarıyız, Türkiye'de Türkler ve Ermeni kökenliler yurt kardeşidir, yurttaştır, hepimiz kardeşiz, yurttaşız, işte aramızı bozmak isteyen romancının resmini de romanını da yakıyoruz!" diye haykırmışlardır. Bu gerçekleri unutulmaktan korumak ve bugün bir takım üniversitelerde biraraya gelerek "Türkler Ermeni soykırımı yapmıştır" diyen bir takım "aydın"(!)ların suratına bu gerçekleri haykırmak, tüm yurttaşlarımızın boynunun borcu olmalıdır.
Emperyalistler kendileri dışında hiç bir ülkenin aşiret ve ümmet aşamasından kurtularak yurttaşlık aşamasına ulaşmasını istemezler. Bu yüzden yurttaşlığa yönelen bizim gibi ülkeleri kendi dinleriyle vurarak yurttaşlıktan uzaklaştırmaya çalışırlar. Kendi diniyle vurmak konusunu bir örnekle açıklayabilirim. Bilirsiniz İncil'de "bir yanağınıza tokat atanlara öteki yanağınızı da uzatın" buyruğu vardır. Kişi Hıristiyansa bu buyruğa uymakla yükümlüdür. Şimdi ben bir Hıristiyan'a bir tokat atsam, o da dönüp bana vurmaya kalksa, ben de ona İncil'i açıp: "Sen bir Hıristiyansın, senin kitabında bir yanağınıza vurana öteki yanağınızı da uzatın yazıyor, bir yanağına vurdum, şimdi sana düşen İncil'e uyup öteki yanağını uzatmaktır" desem, işte bunun adı kişiyi kendi diniyle vurmaktır.
Peki Müslümanlar da kendi dinleriyle vurabilirler mi?
Evet.
Nasıl mı?
Karşınıza geçip; "Hazreti Muhammed Medine Vesikası yapmıştır. Buna göre bütün aşiretler özerk olarak örgütlenmiştir. Öyleyse şimdi siz de böyle yapacaksınız. Eğer Müslümanız diyorsanız, Türkiye'deki bütün aşiretlere, mezheplere, dinlere Peygamberinizin 1400 yıl önce yaptığı gibi ayrı ayrı özerklik tanıyacaksınız, yoksa dinden çıkmış sayılırsınız" derler ve Türkiye'yi "Allah! Peygamber! Kur'an! Hadis! Sünnet!" diye diye bölerler!
Nitekim bir takım siyasal dinci yazarlar aynen bunu söylemekte ve Müslümanları emperyalistler adına kendi dinleriyle vurmaya çalışmaktadır. Oysa onların bugün Peygamber'in Sünneti diyerek uygulatmaya çalıştıkları o Medine Vesikası, Peygamber döneminde yalnızca bir kaç yıl yürürlükte kalabilmiş ve sonra bizzat Peygamber tarafından yürürlükten kaldırılmış, dolayısıyla bugün uygulanması gerekmeyen bir belgedir.
Kandaşlık ve dindaşlık bağlarını birer alt kimliğe dönüştüren ulus bilincini, başka bir deyişle yurttaşlığı, yurt kardeşliği bilincini korumak, pekiştirmek, günümüzün en canalıcı uğraşı olmalıdır. Tüm sorunlarımızın çözümü, yurttaşlık bağlarımızın bütün diğer bağların üzerinde tutularak korunmasına bağlıdır. Kandaşlık ya da dindaşlık bağlarını öne çıkartıp aşiret ya da ümmet aşamasına geri dönmemizi isteyen emperyalistlerin tuzaklarına düşmemek için, yurttaşlık bağlarımıza sarılalım ve bu bağımızı koparacak her türlü girişime var gücümüzle karşı çıkalım.
Cengiz Özakıncı
0 yorum:
Yorum Gönder