25 Ekim 2010 Pazartesi

Kemalizm Nedir? A. Taner KIŞLALI

 Kemalizm Nedir?

Kemalizm, tıpkı liberalizm ve sosyalizm gibi, bir devrim ideolojisi olarak doğmuştur. Ama, liberalizm ve sosyalizmden farklı olarak, geri kalmış bir ülkedeki devrim koşullarının gereksinimlerini yansıtmaktadır. Bu nedenle de, Kemalizmi iyi değerlendirebilmek için, geri kalmış ülke devrimlerinin gelişmiş ülke devrimlerinden farkını anlamak gerekir. Fransız Devrimi, evrim sürecinde önlerde yer alan bir toplumda rastlanabilen devrimlerin en ünlü örneğini oluşturur. Koşullar ve toplumdaki güç dengesi değişmiş, ama eski koşullara göre oluşan ve eski güç dengesini yansıtan toplumsal ve özellikle de siyasal kurumlar değişmemekte direnmiş, toplumsal - ekonomik gelişmeyi zorlaştırmaya başlamıştır. Kentsoylular ( burjuvazi ) yeni bir toplumsal sınıfolarak doğmuş, güçlenmiş, ama güçleri ölçüsünde siyasal rejimde etkili olamamışlardır. Bir anlamda toplumun altyapısı değişmiş, ama üstyapı bu değişikliğe uymamıştır. Burada sözkonusu olan, eski kurumları yeni koşullara, yani üstyapıyı altyapıya uydurmaktır; değişen koşullarla, koşulların yarattığı gereksinmeleri karşılaması gereken kurumlar arasındaki çelişkileri gidermektir.

Evrim sürecinde geride kalmış toplumlarda görülen devrimler ise, belirli
tarihsel koşullardan yararlanarak, bu toplumların evrimini hızlandırmak,
bazı evreleri atlatmak amacını taşır. Birinci grup ülkelerdeki devrimciler,
koşulların gereğini yerine getirmek ve gereksinimlerin doğurduğu devrimci
ideolojiyi izlemekle yetinmek durumundadırlar. Toplumun henüz ulaşamadığı
bir aşamaya göre kurumlar oluşturmak, böylece gelişmiş ülkelerle
aralarındaki açığı bir ölçüde olsun kapatmak zorundadırlar. Kendilerinden
çok önce o aşamaya ulaşmış olan toplumların deneyimlerinden ders alabilmek
olanağına sahiptirler. Ama o devrimin doğal taşıyıcısı, itici gücü olan
toplumsal sınıfın bulunmaması nedeniyle de işleri çok daha zordur. Ancak
eski düzenin savunucusu güçlerin - tarihsel nedenlerle - zayıflamış
oldukları bir andan yararlanarak iktidarı ele geçirebilirler. Temel
devrimci gücün yokluğunu ya da zayıflığını ise, ideolojiye büyük ağırlık
vererek ve o ideoloji etrafında iyi örgütlenmiş "bilinçli" bir çekirdek güç
oluşturarak telafi etmeye çalışırlar.
Toplumlardaki güçler dengesinin değişmesine karşın, eski güçler dengesinde
ağır basan güçlerin çıkarlarına ve dünya görüşlerine göre biçimlenmiş olan
kurumların değişmemekte direnmesi, devrimin nesnel ( objektif ) koşullarını
oluşturur. Varolan bu düzeni eleştiren ve yeni bir düzenin ilkelerini
içeren ideoloji ise, devrimin öznel ( subjektif ) koşulu sayılabilir.
Devrimi, bilinçsiz bir ayaklanmadan, kızgınlık birikimlerinin kırıp -
dökmeye dönüşmesinden ayıran ana özellik, sahip olunan "devrimci bilinç",
yani "bilinç" ögesidir.

Evrim sonucu doğan devrimlerde, ideoloji evrime koşut olarak doğar,
devrimci eylem içinde gelişir. Böyle bir devrimde ideolojinin ağırlığı,
nesnel koşulların, çok gerisinde kalır. Oysa geri kalmış ülkelerde nesnel
koşullar yeterinde oluşmamış olduğu için, ideolojinin önemi artar.
İdeoloji, devrimi olanaklı kılan ortamdaki, somut koşullardaki eksikliği
giderme, boşluğu doldurma işlevini üstlenir. Burada ideoloji, yine devrimci
eylem içinde bazı değişikliklere uğramakla birlikte, devrim öncesinde hazır
olarak vardır ve çoğunlukla da, ana çizgileriyle gelişmiş ülkelerden
aktarılmıştır. Amaç zaten o ülkelerin düzeyine daha hızlı bir biçimde
ulaşmak olduğu için, bunu doğal karşılamak gerekir. Devrimci ideoloji,
devrimin öncüsü güçlerin toplumsal özelliklerine göre bazı değişimler
geçirmekle birlikte, ana doğrultuda aynı kalır.
Her devrim belirli toplumsal güçlere dayanarak gerçekleşir. O güçlerin
yeterince gelişmediği ortamlarda ise, devrimci ideolojinin kendisi,
yaratığı bilinç ve kitlesel etkisiyle devrimci bir güç oluşturabilir. Bir
ayaklanmanın, bir hükümet darbesinin, bir bağımsızlık savaşının, tarihi
hızlandırmak amacındaki bir devrime dönüşmesinde, devrimci ideolojinin
etkisi büyüktür. Ama ideolojinin devrimdeki ağırlığının artması ölçüsünde,
o ideolojinin dogmatikleşmesi olasılığı da artar. Çünkü söz konusu
ideoloji, bir anlamda, varolması istenilen, ama henüz varolmayan koşulların
ürünüdür.

Mustafa Kemal, tıpkı Lenin gibi, Birinci Dünya Savaşı'nın ülkesindeki eski
düzenin temsilcilerini maddi ve manevi açıdan yıpratmasından yararlanarak,
evrimin henüz zorunlu kılmadığı yeni bir toplumsal - siyasal düzeni
yaratacak süreçleri harekete geçirmiştir. Lenin, Rusya ordusunun perişan
olması sayesinde, küçük ama iyi örgütlü ve bilinçli bir güce dayanarak
siyasal iktidarı ele geçirirken; Mustafa Kemal, ülkesini düşman işgalinden
kurtarmanın kendisine kazandırdığı olağanüstü etkiyi kullanarak devrimi
gerçekleştirmiştir. Lenin'in Rusya'nın koşullarına uydurmaya çalıştığı
marksist ideoloji - yukarıda değindiğimiz nedenden dolayı - dogmalaşırken;
Mustafa Kemal, liberealizm ve sosyalizmden yararlanarak Türkiye'nin
koşullarına göre oluşturmaya çalıştığı devrimci ideolojinin dogmalaşma
olasılığını önlemeye çalışmıştır. İdeolojik kalıplaşmanın hızlı bir değişim
süreciyle bağdaşmayacağını vurgulayarak, bir anlamda "sürekli devrimcilik"
anlayışının öncülüğünü yapmıştır. Bazılarının ileri sürdüğünün tersine,
kemalizmin ideolojisi vardır, ama "öğreti"si ( doktrini ) yoktur.
Kemalizm'in önünde iki aşamalı bir amaç vardı: Bağımsızlık ve çağdaşlaşma.
Bu ereklere ulaşmak için, ideolojinin çerçevesini oluşturan ulusçuluk,
cumhuriyetçilik ve laiklik ilkeleri Fransız Devrimi ve dolayısıyla
liberalizmden; devletçilik, halkçılık ve devrimcilik ilkeleri de
sosyalizmden esinlendi.

Ulusçuluk
Kemalizm içinde "milliyetçilik", bir yandan ulusal bağımsızlığın
sağlanması, öte yandan da çağdaşlaşma gereksinimlerini karşılamaya yönelik
ideolojik bir öge oluşturuyordu. Çağdaş bir toplum olmak için önce ulus
olmak, uluslaşma aşamasından geçmiş olmak gerekiyordu. Uluslaşma aşaması,
çağdaş toplumun temel özelliklerinden olan demokratikliği sağlayabilmek
için de bir ön koşuldu.
Çeşitli kaynaklardan beslenen gecikmiş Türk milliyetçilik akımının bir
düşünce sistemi içine oturtan kişi Ziya Gökalp olmuştu. Bir yandan ulusal
bağımsızlığı sağlamak, öte yandan çağdaş anlamda bir ulus yaratmak ereğine
yönelen Mustafa Kemal, elbette ki bu birikimden yararlanmıştır. Ama, aynı
zamanda, eylem içinde onu aşmış, kendi damgasını taşıyan bir milliyetçilik
anlayışına ulaşmıştır. Bu, sınırlar ötesi hedefler gözetmeyen, ırkçı
olmayan, çoğulcu bir millyetçiliktir.
Atatürk, tüm sömürge durumundaki ülkelerin, kendi deyimiyle "mazlum
milletler"in birer birer bağımsızlıklarını kazanacağını çok önceden
söylemiş, ulusal kurtuluş savaşının başarısı ile de onlara cesaret
vermiştir. Emperyalist devletlere karşı kazanılan bu ilk kurtuluş savaşı,
giderek evrensel bir model oluşturmuştur. Kemalist milliyetçilik
anlayışının dışa yönelik hedefi, "çağdaş uluslar topluluğunun eşit haklara
sahip bir üyesi olmak"tır. Sadece siyasal bağımsızlıkla yetinmeyen,
ekonomik bağımsızlığı da içeren bir "tam bağımsızlık", bu hedefin ayrılmaz
bir parçasıdır.

Kemalist milliyetçiliğin içe yönelik hedefi ise, çağdaş bir ulus
yaratmaktır. Bu ulus, ne "ırkçı" ne de "ümmetçi" bir anlayışı
yansıtmaktadır. Atatürk'e göre ulus, ne din ne de ırk temeline dayanır;
ulusu yaratan temel öge, ortak tarih, o ortak tarihin ürünü ortak dil ve
sonuç olarak ortak kültürdür. Atatürk ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde
yaptığı bir onuşmada, Türk, Kürt, Laz, Çerkes birlikte bir bütün
oluşturduğunu vurgulamış, Kurtuluş Savaşı sırasında hep "Türkiye Milleti"
deyimini kullanmıştır. Daha sonraları karmaşık bir etnik yapıdan kendine
güvenen çağdaş bir ulus yaratmak için çaba gösterdiğinde de, örneğin "Ne
mutlu Türk olana" dememiş, "Ne mutlu Türk'üm diyene" demiştir. O'nun için
"Türk", Anadolu toprakları üzerinde "kederde, kıvançta" dayanışma içinde
olan insanların adıdır. Orta Asya'daki Türk o milliyetçilik çerçevesinde
yer almazken, Anadolu'nun tüm insanları, etnik kökenine bakılmaksızın
ulusun bir parçası sayılmaktadır. Atatürk "Medeni Bilgiler" kitabında şöyle
demiştir: "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk milleti
denir." 1935 yılındaki resmi tanımlamaya göre de, "ulus, dil, kültür ve
ülkü birliği ile birbirine bağlı yurttaşlardan meydana gelen siyasal ve
sosyal bir bütündür."

Atatürk, ulus kavramından din ögesinin dışlanmasını, dinin ulus dışında ayı
bir olgu olarak değerlendirilmesini ise şöyle savunmuştur: "Türkler islam
dinini kabul etmeden de büyük bir millet idi. Bu dini kabul ettikten sonra,
bu din, ne Arapların, ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de sairenin
Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine tesin etmedi. Bilakis, Türk
milletinin milli bağlarını gevşeti; mili heyecanını uyuşturdu. Bu pek tabii
idi. Çünkü Muhammed'in kurduğu dinin amacı, bütün milliyetlerin üzerinde,
hepsini kapsayan bir ümmet siyaseti idi."
Milliyetçilik, aynı topraklar üzerinde benzer koşulları paylaşan
insanların, dışa karşı korunma ve dayanışma gereksinmelerini karşılayan bir
ideolojidir. Toplum içindeki çıkar çatışmalarına alet edildiğinde tutucu,
toplumun dışa karşı ortak yararlarını savunmak için kullanıldığında
ilericidir. Başka bir deyişle, toplumdaki bir kesimin başka bir kesimi
sömürmesini gözden saklamak amacıyla kullanıldığında tutucudur; ama o
toplumun başka toplumlar veya başka toplumların içindeki bir kesim
tarafından sömürülmesine karşı başvurulduğunda ilericidir.
İleri milliyetçilik insancıldır; insanlara acı vermeye değil, onların
acılarını dindirmeye yöneliktir. İlerici milliyetçilikte, insanları
egemenlik altına almak değil, onları egemenlikten kurtarmak amacı vardır.
İlerici milliyetçilik, bütün insanların özgürlüğünü ve tüm toplumların
eşitliğini savunur. İlerici milliyetçilik, bölücü değil, birleştiricidir.
İlerici milliyetçilik, savaşçı değil barışçıdır; savaşı ancak gerektiğinde,
yukarıdaki amaçlar uğruna kabul eder. İşte ilerci milliyetçilik, kemalist
milliyetçiliktir. Bu nitelikleriyle de, çağdaş, evrensel ve kalıcıdır.

Cumhuriyetçilik
Kemalizmin ilkelerinden "Cumhuriyetçilik", bir anlamda milliyetçiliğin
doğal sonucu gibi görülebilir. Eğer egemenlik ulusa ait ise, ülkenin kimler
tarafından hangi kurallara göre yönetileceği de ulus tarafıdan belirlenecek
demektir. Kemalist ideoloji içinde cumhuriyetçilik, giderek "demokrasi" ile
bütünleşmekte, eşanlamlı hale gelmektedir. Cumhuriyetçilik aynı zamanda,
siyasal iktidarın dinsel kökenli olmaktan çıkması, laikleşmesi, siyasal
rejimin çağdaşlaşması demektir. Bu ilke, iktidarın dinsel kökenli olmaktan
çıkmasıyla laiklik ilkesiyle, meşruluğun temelini halk desteğinin
oluşturmasıyla da, halkçılık ilkesiyle yakından ilgilidir.
Mustafa Kemal'e göre, "Yeni Türkiye Devleti" bir halk devleti idi. Oysa
geçmişteki devlet, bir "kişi devleti" idi, kişilerin devleti idi.
Cumhuriyet rejiminden ne anladığını ise şöyle açıklıyordu: "Cumhuriyet
rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. Biz cumhuriyeti
kurduk, on yaşını doldururken demokrasinin bütün gereklerini sırası
geldikçe uygulamaya koymalıdır. ... Milli egemenlik esasına dayanan
memleketlerde siyasi partilerin var olması tabiidir. Türkiye
Cumhuriyeti'nde de birbirini denetleyen partilerin doğacağına şüphe
yoktur." Suna Killi'nin de altını çizdiği gibi, kemalist cumhuriyetçilik
anlayışı ulusçu, demokratik, özgürlükçü ve çoğulcuydu.
Cumhuriyet ile demokrasiyi ayrı düşünmeyen Atatürk, 1930'lar Avrupası'nda
neredeyse yaygın olarak görülen baskıcı rejimlerin hepsini de
eleştirmiştir. Faşist, komünist ya da mesleklerin temsiline dayalı
koperatif sistemlerin Türkiye açısından özenilir olmadıklarını
vurgulamıştır. Oysa o dönemde etrafındaki birçok kişi, özellikle faşist -
nazist modelden etkilenmişlerdi.

Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın bile oldukça demokratik bir mecliste
tartışılarak, zaman zaman sert biçimde eleştirilerek, denetlenerek
yürütülmüş olması son derece önemli ve anlamlıdır. Mustafa Kemal bu tercihi
yaparken, elbette ki harekete içte ve dışta belirli bir meşruluk
kazandırmak amacıyla da hareket etmişti. Ama Kurtuluş Savaşı sonrasında
izlediği yol da, demokrasinin O'nun açısından bir temel tercih sorunu
olduğunu ortaya koyuyordu. Devrimin tehlikeye düşmesi nedeniyle zaman zaman
sert önlemlere başvurmak zorunda kaldığı zaman bunu doğal saymıyor: "Onlar
ancak başka önlemlerle önüne geçilemeyecek büyük tehlikeler karşısında
kalındığı zaman, zorunlu olarak onaylanır" diyordu.
"Hiçbir totaliter rejim tasavvur edemeyiz ki, bir muhalefet yaratmak
amacıyla kendiliğinden bir teşebbüste bulunsun" görüşünü savunan Ergun
Özbudun'a katılmamak olanaksız. Serbest Fırka'nın kurulması aşamasında
Atatürk'ün Fethi Bey'e yazdığı mektuplarda şu satırlar vardı: "Büyük Millet
Meclisi'nde ve millet önünde işlerin serbest olarak münakaşası ve iyi niyet
sahibi zatların ve fırkaların düşüncelerini ortaya koyarak milletin yüksek
menfaatlerini aramaları benim gençliğimden beri aşık ve taraftar olduğum
bir sistemdir." Kendi partisi içinde en sert muhalefete bile hoşgörü
gösteren Atatürk, özgürlüklerin temel olduğu bir demokrasi anlayışına
sahipti. Özgürlük anlayışı ise, sadece başkasına zarar vermemek anlamında
bir "negatif özgürlük" anlayışıyla da sınırlı değildi. İnsanın kendi
yeteneklerini geliştirmesi anlamındaki bir çağdaş özgülük anlayışını daha
1930'larda savunmaktaydı.

Atatürk'ün yaptığı ve yapmaya özen göstediği bazı şeyler var ki, günümüzün
"katılımcı" demokrasi anlayışını daha o zamanlar, sezgileriyle
benimsediğini düşündürmektedir. ( Bu açıdan, örneğin 12 Eylül Anayasası'nın
demokrasi anlayışından çok daha ileridir: Dünya'da ilk kez bir bayram
çocuklara armağan edilmiş ve o vesile ile onlara, ülkenin gelecekteki
sahipleri oldukları bilinci aşılanmaya çalışılmıştır. 23 Nisan günleri
çocukların, kentlerdeki önemli kamu görevlilerinin makamlarına
oturmalarının, onların görevlerini geçici olarak devralmış gibi
davranmalarının, bir oyun havasının ötesinde anlamlı olduğu açıktır. Belki
yine ilk kez, bir önder, devrimini gençlere emanet etmiş ve onlardan,
gerektiğinde ülkede siyasal iktidara sahip olanlara karşı çıkmalarını
istemiş, 1924'te seçmen yaşını 18'e indirmiştir. Daha o yönde hiçbir istek,
hiçbir gereksinme yokken, Türk kadınına siyasal hak ve özgürlüklerini -
demokrasinin anayurdu sayılan bazı batı ülkelerinden önce - veren, kadının
siyasal yaşamda ağırlık kazanmasına çaba gösteren de Atatürk'tür.
Atatürk bununla da yetinmemiş, gerçekleştirdiği büyük "kültür devrimi"
açısından önem taşıyan kurumların bağımsız ve demokratik bir yapıya sahip
olmalarına özen göstermiştir. Herşeyin devlet içinde ve "devlet için"
olduğu faşizmin yükselme döneminde bile, Türk Dil ve Tarih Kurumları
siyasal iktidardan bağımsız birer dernek olarak kurulmuş ve yaşamlarını
sürdürmüşlerdir. Atatürk onların parasal bağımsızlığını sağlayabilmek için,
kendi mal varlığını sürekli bir destek olarak kullanmaktan çekinmemiştir.
Yurdu bir kültür ağı gibi saran 404 "Halkevi" ile dört bin kadar
"Halkodası" da, kâğıt üzerinde tek partiye bağlı olmakla birlikte, büyük
ölçüde bağımsız ve demokratik bir yapıya sahip kılınmışlardır. Bunlar,
"kitle örgütleri"nin kötü gözle görüldükleri 1980'lerin Türkiye'sinden
yarım yüzyıl önceki Kemalist ideolojiyi yansıtan somut örneklerdir.
Mustafa Kemal, demokarasinin herşeyden önce bir özgürlük sorunu olduğuna
inanıyor ve şöyle diyordu: "İrade ve egemenlik milletin tümüne aittir ve
ait olmalıdır. Demokrasi sosyal yardım veya iktisadi teşkilat sistemi
değildir. Demokrasi maddi refah meselesi de değildir. Böyle bir nazariyat
vatandaşların siyasi hürriyet ihtiyacını uyutmayı amaçlar. Bizim bildiğimiz
demokrasi siyasidir. Onun hedefi, milletin idare edenler üzerindeki
muhakemesi sayesinde siyasi hürriyeti sağlamaktır. Türk demokrasisi Fransa
ihtilalinin açtığı yolu takip etmiş, ama kendisine özgü niteliği ile
gelişmiştir. Zira her millet devrimini toplumsal ortamın baskı ve
ihtiyacına göre ( ... ) yapar. Demokrasi prensibi, ulusal egemenlik şekline
dönüşmüştür. Bir ulusu oluşturan bireylerin o ulus içinde, her çeşit
özgürlüğü, yaşamak özgürlüğü, çalışmak özgürlüğü, düşünce ve vicdan
özgürlüğü güven altında bulunmalıdır."

Halkçılık
Mustafa Kemal'in demokrasi anlayışı, Kemalizm'in en önemli ilkelerinden
olan "halkçılık"tan da soyutlanamaz. Atatürk başlangıçta halkçılığı şu
şekilde tanımlıyordu: "Bugünkü varlığımızın asıl niteliği milletin genel
eğilimlerini isbat etmiştir. O da halkçılıktır, halk hükümetidir,
hükümetlerin halkın eline geçmesidir." Ama zamanla bu ilkenin de içeriği
gelişti ve Halk Partisi'nin programlarında üç ögeyi içermeye başladı:
Siyasal demokrasi, yasalar önünde eşitlik, sınıf çatışmalarının kabul
edilmemesi ve toplumun dayanışma içerisinde gelişmesi.
Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküş döneminde girişilen reformlar hep devleti
kurtarmak amacına dönüktü. Oysa Mustafa Kemal, halka güç kazandırmadan,
halka dayanıp onun yaratıcı gücünden yararlanmadan çağdaş bir topluma
ulaşılamayacağının bilinciydeydi. 1922'de Meclis kürsüsünden şunları
söylüyordu: "Türkiye'nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan
köylüdür... Diyebilirim ki, bugünkü yıkım ve yoksulluğun biricik nedeni bu
gerçeğin gafili bulunmuş olmamızdır. Gerçekten, yediyüz yıldan beri
dünyanın çeşitli ülkelerine göndererek, kanlarını akıttığımız, kemiklerini
topraklarında bıraktığımız ve yediyüz yıldan beri emeklerini ellerinden
alıp savurduğumuz ve buna karşılık her zaman aşağılama ve alçaltma ile
karşılık verdiğimiz ve bunca özveri ve bağışlarına karşı iyilik bilmezlik,
küstahlık, zorbalıkla uşak durumuna indirmek istediğimiz bu soylu sahibin
önünde büyük bir utanç ve saygıyla gerçek durumumuzu alalım."
Mustafa Kemal, yüne Kurtuluş Savaşı yıllarında Meclis önünde yaptığı bir
konuşmada, halkçılığın toplumsal - ekonomik içeriğini şöyle açıklıyordu:
"Toplumsal uğraş yönünden düşündüğümüz zaman, biz yaşamını, bağımsızlığını
kurtarmak için çalışan kimseleriz, zavallı bir halkız! Kendimizi bilelim.
Kurtulmak, yaşamak için çalışan ve çalışmaya zorunlu olan bir halkız!
Bundan ötürü her birimizin hakkı vardır. Yetkisi vardır. Fakat çalışmakla
bir hakkı elde ederiz. Yoksa arka üstü yatmak ve yaşamını çalışmaktan uzak
geçirmek isteyen kişilerin bizim toplumumuz içerisinde yeri yoktur. O halde
söyleyiniz baylar! Halkçılık toplumsal düzenini emeğine, hukukuna dayatmak
isteyen bir toplumsal uğraştır."

Kemalizm, şekilciliğe karşı bir ideolojidir. Halkçılık ilkesinden hareketle
yapılan birçok reform, Osmanlı geleneğinin ürünü olan seçkin - halk
ikilemini aşmaya yöneliktir. Bu amaçla girişilen en önemli atılımlardan
birisi, "Türk dilini yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmak" amacıyla
gerçekleştirilen "dil devrimi", yani dilde arılaştırma çabalarıdır. Sadece
seçkinlerin anladığı Arapça - Farsça yüklü Osmanlıca terkedilmiş, türetme
ile zenginleştirilmiş Türkçe yazın ve bilim dili olmaya başlamıştır.
Aslında öğrenilmesi güç olan eski yazının yerine latin alfabesinin kabulü,
halkın eğitimini kolaylaştırmak amacını da taşımıştır.
Kemalist halkçılık, "ayrıcalıksız, sınıfsız" bir toplum öngörüyrodu. Fakat
bu toplumsal sınıfları kaldırmayı amaçlayan marksist anlayışı
yansıtmıyordu. Kurtulış Savaşı Türkiye'sinde marksist anlamda bir "egemen
sınıf" ve işçi sınıfı bulunmadığı varsayımından hareket etmekteydi. Öyleyse
varolmayan bir sınıf çatışması ve ayrıcalıklı toplum kesimleri
yaratılmamalıydı. Ekonomik gelişmeyi sağlamak için toplumdaki tüm olanaklar
değerlendirilmeye çalışılırken bu beklentiye ters düşen bir durumun
doğması, Kemalizmin, Suna Kili'nin vurgulamaya özen gösterdiği bir temel
özelliğin gözden kaçmasına neden olmamalıdır: "Atatürkçülük, herhangi bir
sınıfın egemenliğini reddeden, ılımlı toplumculuğu öngören, her türlü
sömürüye karşı bir dünya görüşüdür. Atatürkçü halkçılık, yönetimde,
siyasada, kalkınmada, gelirlerin dağılımında, devlet ve ulus olanaklarının
kullanılmasında halk yararının gözetilmesini amaçlar."
"Peki halk nedir?" sorusunun yanıtını ise biz verelim: Halk, ayrıcalıklara
sahip bulunmayan toplum kesimlerinin toplamıdır!

Devrimcilik
Kemalist "devrimcilik" ilkesi, halkçılıkla ve hatta demokrasi anlayışı ile
iç içe bir anlam taşır. Mustafa Kemal'in 1923'te Konya'daki bir
konuşmasında yer alan şu cümleler, O'nun nasıl bir devrimcilik anlayışından
hareket ettiğini, hiçbir yanlış anlamaya yer vermeyecek kadar açık bir
biçimde sergilemektedir: "Bozuk zihniyetli milletlerde büyük çoğunluk başka
hedefe, aydın denen sınıf başka zihniyete sahiptir. Aydın sınıf telkinle,
aydınlatma ile büyük çoğunluğu kendi amacına göre ikna etmeyi
başaramayınca, başka yollara başvurur. Halka zorbalık etmeye başlar.
Başarıya ulaşmak için, aydın sınıfla halkın zihniyet ve hedefi arasında
tabii bir uyum olması gerekir. Yani aydın sınıfın halka telkin edeceği
ilkeler, halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalı. Bu halk bir defa
karşısındakinin samimiyetle kendilerine yardımcı olduklarına inanırsa her
türlü hareketi derhal kabule hazırdır. Bunun için gençlerin herşeyden evvel
millete güven vermesi gereklidir."
Bu, seçkinciliği açıklıkla yadsıyan, halkla bütünleşmeye ve dolayısıyla
demokratik yöntemlere büyük önem veren bir devrimcilik anlayışıdır.
Kemalist devrimcilik anlayışının iki yanı bulunduğunu söyleyebiliriz.
Birinci yanı eski düzenin geçerliğini yitirmiş kurumlarını yıkıp, yerlerine
çağın gereksinmelerini karşılayacak kurumları koymakla ilgilidir. Ama
devamı: FORUM SUPERMEYDAN http://www.supermeydan.net/forum/forum325/thread5647.html
Kemalizm bununla yetinmemekte, devrimciliği aynı zamanda sürekli olarak
yeniliklere, değişmelere açıklık biçiminde anlamakta ve kalıplaşmaya karşı
çıkmaktadır.

Atatürk, devrimcilik ilkesinin birinci ögesini şöyle tanımlıyordu: "Devrim,
Türk milletini son yüzyıllarda geri bırakmış olan kurumları yıkarak
yerlerine, ulusun en yüksek medeni gereklere göre ilerlemesini temin edecek
yeni kurumları koymuş olmaktır." Atatürk, yaptığı devrimin ülkeye
kazandırdıklarının korunmasını elbette ki devrimcilik ilkesinin bir gereği
sayıyordu. Ama O'nun açısından sorun o noktada bitmiyordu. Koşulların
değişeceğinin, değişen koşulların yeni kurumları, yeni atılımları
gerektireceğinin bilinciydeydi. Bu nedenledir ki, Kemalist ideolojinin
kalıplaşmasına, bir anlamda devrimin dondurulmasına karşıydı. Koşullara
koşut olarak sadece kurumların değil, düşüncelerin de değişmesinin
gerekliliğini biliyordu. İşte bu nedenledir ki, Kemalizm'in devrimcilik
ilkesi, aynı zamanda bir "sürekli devrimcilik" anlayışını da
yansıtmaktadır.

En ilerici kurumlar bile, koşullar içinde eskir. En ileri bir devrimin
"bekçiliği" ile yetinenler, değişen koşulların gerisinde kalmaktan,
tutuculaşmaktan kurtulamazlar. Kemalizmin bu sürekli devrimcilik anlayışını
benimsemeden, sadece Mustafa Kemal'in sağlığında gerçekleştirdiklerinin
bekçiliği ile yetinenleri "Kemalist" ya da Atatürkçü saymak
olanaksızdır.Suna Kili, "Devrimcilik kalıplaşmayı, durağanlığı,
köhneleşmeyi, işlevini kaybetmeyi, çağın, toplumun gerisinde kalmayı
önlemek, dinamik bir devrimin anlayışını sağlamak ve sürdürmek için
konmuştur." derken haklıdır. Emre Kongar da, aynı gerçeği şöyle ifade
etmektedir: "İkinci anlamda devrimcilik, Türk Devrimini, temel ilkeleri
yönünde götürme görevini içeriyordu. Yalnız mevcudun ve gerçekleştirilenin
korunması ile yetinilmeyecek, Türk Devrimi, zamanın gereklerine ve çağdaş
gelişmelere göre, temelinde yatan ilkeler doğrultusunda daha da ileriye
götürülecekti."


Devletçilik
Kemalizmin "devletçilik" ilkesini de, halkçılık ilkesi ile bağlantılı
olarak değerlendirmek gerekir. Yoksul, yüzyıllardır ihmal edilmiş olan halk
nasıl kalkınacak ve hakettiği çağdaş yaşam düzeyine ulaşacaktır? Batı'nın
gelişmiş toplumlarının nasıl bir yoldan geçerek o noktaya geldikleri
biliniyordu. Bir yandan kendi halklarını, öte yandan geri kalmış ülke
halklarını sömürerek bir sermaye birikimi oluşturmuşlardı. Türkiye'nin
kendisi geri kalmış bir ülkeydi. Halkın sırtından bir sermaye birikimi
oluşturulmasına, onun birkaç kuşak daha yoksul tutulması pahasına bir
kalkınmaya ise "halkçılık" anlayışı karşıydı.
1923 - 1930 arasında, kalkınma için gerekli yatırımları yapması özel
girişimlerden beklendi. Ama bu işlevi yerine getirmeye özel kişilerin ne
yeterli parası, ne yeterli deneyimi, ne de yeterli teknolojik birikimi
vardı. Dünya'yı sarsan 1929 ekonomik bunalımı ise, liberal ekonomi
politikalarının tam bir başarısızlığını vurguluyordu. Kemalizm, ülkeyi
kalkındırmak, halkı çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmak için "devletçilik"
ilkesini benimsedi. Böylece hem üretim arttırılacak, sanayi
gerçekleştirilecek, hem de hakça bir paylaşım yapılacak ve ekonomik gücü
kullanan bir sınıfın halkı ezmesine olanak verilmemiş olacaktı.
Kemalist tek partinin programında 1935 yılında yapılan düzeltmelerden
sonra, devletçilik ilkesi şöyle tanımlanıyordu: "Özel çalışma ve faaliyeti
esas tutmakla beraber mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha ve
memleketi gelişmişliğe eriştirmek için, milletin genel ve yüksek
yararlarının gerektirdiği işlerde, özellikle iktisadi alanda devleti fiilen
ilgilendirmek önemli esaslarımızdandır. İktisat işlerinde devletin ilgisi
fiilen yapıcılık olduğu kadar, özel girişimleri teşvik ve yapılanları
düzenleme ve denetlemektir."

Kemalist devletçilik anlayışının, bütün üretim araçlarını devletin elinde
toplamayı öngören marksizm ile kuşkusuz ki hiçbir ilgisi yoktur. Hızlı bir
ekonomik büyümeyi sağlamak için devletin lokomotif görevini üstlenmesi
anl***** geliyordu. Devlet ekonomiye yön verecek, kıt kaynakların akılcı
kullanımını planlayacaktı. Devlet özel girişimcilerin ilgilenmediği,
başarılı olamadığı ya da kamu yararı gördüğü alanlarda yatırım ve
işletmecilik yapacaktı.
Türkiye başlangıç aşamasında devletçiliğin iki büyük yararını gördü: Bir
yanda, özellikle altyapı ve sanayi yatıımları sayesinde oldukça hızlı bir
ekonomik büyüme gerçekleştirilirken; öte yanda, sanayileşmenin devlet
eliyle oluşumu sayesinde, Türk işçisi Batı'daki örnekleri gibi insancıl
olmayan koşullar içinde birkaç kuşağın feda edildiğini görmedi. 1929 - 1939
arasındaki on yılda dünya sanayi üretimi yüzde 19 artarken, Türkiye'de
sanayi üretimi artışı yüzde 96'yı buldu. Sovyetler Birliği ve Japonya
dışında hiçbir ülke, bu alanda Türkiye'den daha hızlı bir büyüme
sağlayamadı. Giderek oluşmaya ve büyümeye başlayan sanayi işçisi sınıfı
nasıl hiçbir mücadele vermeden seçme ve seçilme haklarını elde ettiyse;
yine kan dökülmesine, kuşaklar boyu süren büyük acılar çekilmesine gerek
kalmadan insancıl çalışma koşullarına kavuştu. Kemalist "sürekli"
devrimcilik anlayışını daha sonra sürdürenler, sendikalaşma, grev ve toplu
sözleşme gibi hakları vermek için de işçi sınıfının rejimi zorlamasını
beklemediler. ( Ama uğrunda savaşım vermeden elde edilen hakların yeterince
bilincinde olunamadığını daha sonraki deneyimler göstermiştir. İşçi sınıfı,
ancak elinden alındığı ya da kısıtlandığı zaman, sahibolduğu hakların ve
özgürlüklerin önemini yeterince kavrayabilmiştir. Demokrasinin beşiği
sayılan ülkelerde bile, işçilerin seçme hakları elde etmek için nasıl uzun
ve kanlı savaşımlar verdiği unutulmamalıdır! )


Laiklik
Altı ok ile simgeleştirilen Kemalist ilkeler içerisinde, Atatürk'ün
kuşkusuz ki, en önem verdiği ilkelerin başında "laiklik" geliyordu. Mustafa
Kemal, ülkenin koşullarının daha hiç hazır olmadığı bir aşamada bile, çok
partili düzene geçiş için sakınca görmezken, tek bir koşul ileri sürmüştü:
Laiklikten ödün vermemek! Serbest Fırka'nın önderliğini üstlenecek olan
Fethi Okyar'a yazdığı ve daha önce de sözünü ettiğimiz mektubunda şu
satırlar dikkati çekiyordu: "Memnuniyetle tekrar görüyorum ki, laiklik
esasında beraberiz. Zaten benim siyasi hayatta bir taraflı olarak daima
aradığım ve arayacağım temel budur."
Bir çağdaşlaşma ideolojisi olarak Kemalizm açısından laiklik, demokrasi
anlamındaki cumhuriyetçiliğin de, milliyetçiliğin de, devrimciliğin de, ve
hatta halkçılığın da ön koşulu olduğu için bu ölçüde önem taşımaktadır.
Demokrasinin ön koşuludur; çünkü laiklik olmadan gerçek bir düşünce
özgürlüğü, gerçek anlamda bir özgür seçim olmaz. ( Bütün dünyada özgürlük
ve demokrasi rüzgarları eserken, baskı rejimleri birbiri peşisıra
yıkılırken, bundan en az etkilenenin - laikliği kabul edememiş - müslüman
ülkeleri oluşu rastlantı mıdır? ) Milliyetçiliğin ön koşuludur; çünkü
laiklik olmayan yerde önem taşıyan öge ulus değil, inananların oluşturduğu
"ümmet"tir. ( Bu anlayış içinde örneğin Arap ve İranlı, müslüman Türk ile
aynı toplumun bir parçası sayılırken, hrıstiyan Türk olan Gagavuzlar (
Gökoğuzlar ), Türkçe konuştukları ve çok daha ortak kültürel özellikler
taşıdıkları halde "yabancı" sayılacaklardır. ) Devrimciliğin ön koşuludur;
çünkü laikliği kabul etmemiş bir toplumda, bilimin va çağın gereklerinin
gerisinde kalmış kurumları değiştirmenin tartışılması bile genellikle
olanaksızdır. Halkçılığın ön koşuludur; çünkü din temeline dayalı bir
devlette ağırlığı ve önceliği olan halk değil, dinsel seçkinlerdir.
Tarih boyunca hemen tüm devrimciler, din ile değil, ama bir kısım din
adamları ile karşı karşıya gelmişlerdir. Çünkü eski düzenle çıkarları
bütünleşmiş olan bir din adamları kesimi, köklü değişimlere hep karşı
çıkmış, dini bir siyasal amaç için kullanarak kitleleri etkilemeye
çalışmışlardır. Kendilerinin etkisini ve ağırlığını azaltacak her girişimi
de "dinsizlik" olarak nitelendirmekten çekinmemişlerdir. Sultanın ve
düşmanın çıkarları ile bütünleşerek, Kurtuluş Savaşı sırasında Mustafa
Kemal'in idam fermanını çıkaranlar gene bu tür din adamları olmuştur.
Fransa'daki müslümanların manevi önderi Şeyh Abbas, Türk toplumunun
dışından bir gözlemci olarak, bu konuda şöyle diyor: "Osmanlı
İmparatorluğu'nun çöküşünde din adamları çok olumsuz roller oynadılar.
Mustafa Kemal din adamlarının hatalarını ve yarattıkları tehlikeyi anladığı
için devrimine önce onlardan başladı. O din adamlarının cehaletinden
korkmakta, onların ülke için tehlike yarattıklarını düşünmekte haklıydı.
Onun savaş açtığı din adamlarının tanıttıkları, savundukları İslam ile
gerçek İslam arasında dağlar kadar fark vardı. Türklerin babası, dünyaya
hakim bir Osmanlı İmparatorluğu'nu çökmüş, parçalanmış haliyle buldu. Bu
koca imparatorluğun çöküşüne de İslam'ın yanlış tanınması, yanlış
yorumlanması neden olmuştu. Atatürk cehalete karşı savaştı, İslam'a karşı
değil..."

Atatürk din ile ilgili görüşlerini aslında açık bir biçimde ortaya
koymuştu: "Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin dev***** imkan
yoktur. Yalnız şurası var ki, din Allah ile kul arasındaki bağlılıktır.
Softa sınıfının din simsarlığına müsaade edilmemelidir. Dinden maddi
menfaat temin edenler iğrenç kimselerdir. İşte biz bu vaziyete karşıyız ve
buna izin vermiyoruz. Bu gibi din ticareti yapan insanlar saf ve masum
halkımızı aldatmışlardır. Bizim ve sizlerin asıl mücadele edeceğimiz ve
ettiğimiz bu kimselerdir. Hangi sey ki akla, mantığa, halkın menfaatine
uygundur; biliniz ki, o bizim dinimize de uygundur. Eğer bizim dinimiz
aklın mantığın uyduğu bir din olmasaydı, mükemmel olmazdı, son din
olmazdı."

Mustafa Kemal, İslam dininin zamanla özünden uzaklaştığını, birçok yabancı
ögenin - yorumlar ve boş inançlar olarak - işin içine girdiğini
düşünüyordu. Çağdaş olmanın inançsızlıkla hiçbir ilgisi bulunmadığı
kanısındaydı, ama bilerek, mantığını kullanarak inanmalıydı. Şöyle diyordu:
"Türkler dinlerinin ne olduğunu bilmiyorlar. Bunun için Kuran Türkçe
olmalıdır. Türk Kuran'ın arkasından koşuyor; fakat onun ne dediğini
anlamıyor. Benim maksadım, arkasından koştuğu kitapta ne olduğunu Türk
anlasın."

Müslüman Türk halkı, Kuran'ı kendi dilinden okuyup anlama olanağına ancak
laik cumhuriyet rejimi sayesinde kavuştu. Türkçe Ezan gene aynı ortamda
gerçekleşti; ama çok partili siyasal sisteme geçildikten sonra, tutucu,
Kemalizme karşı güçlere verilen bir ödün olarak ortadan kalktı.
Kemalizm, sırasıyla siyasal sistemi, hukuk sistemini, eğitim sistemini ve
kültürü laikleştirdi. Bir islam ülkesindeki ilk laik devlet böylece doğdu.
Eğer çok sayıdaki müslüman ülke içinde çağdaş demokratik bir hukuk
devletine sahip tek ülke Türkiye ise, bunun laiklikle bağlantısı olmadığını
öne sürmek elbette ki olanaksızdır. Petrol gibi büyük ve kolay gelir
devamı: FORUM SUPERMEYDAN http://www.supermeydan.net/forum/forum325/thread5647.html
kaynaklarına sahip olmadığı halde, Türkiye'nin müslüman ülkeler içinde en
sanayileşmişi, en ileri teknolojiye ve çağdaş ekonomiye sahip bulunanı
oluşu da ayrıca düşündürücüdür!


Yeni İnsan
Geri kalmış ülkelerin genellikle kıt olan kaynakları içinde en bol malzeme
insandır. Üstelik diğer kaynakları harekete geçirebilecek güç de gene o
insan ögesidir. Bu nedenle, geri kalmış ülke devrimleri, her şeyden önce
insanı değiştirmeye, daha etkili daha bilinçli bir "yeni insan" yaratmaya
yönelik, insanın düşünüş ve davranış biçimlerini değiştirmeye yönelik bir
"kültür devrimi" olmak zorundadır. Geri kalmış ülke devrimcileri, bu yeni
insanı yaratabildikleri ölçüde başarıya ulşırlar.
Hiç kuşku yok ki, Mustafa Kemal, tarihin tanıdığı en cüretli, en büyük ve
kapsamlı kültür devriminin baş mimarıdır. Dilde, dinde, hukukta, yazıda,
giyside, eğitimde, tarihte yaptığı reformlar; bazıları bugün biçimsel
görünse bile, inanılmaz boyuttaki bir kültür devriminin, bir bütün içinde
çok anlamlı olan parçalardır. Osmanlı İmparatorluğu içinde dili ve tarihi
unutturulmuş, kendine güvenini yitirmiş bir halktan, çağdaş, başı dik,
kendisiyle gurur duyan bir ulus yaratabilmiş olmanın ne büyük ve zor bir
sonuç olduğunu bugün takdir edebilmek zordur.
Napolyon, "Süngülerle herşey yapılabilir, ama üzerine oturulamaz." diyor.
Bunun sosyolojik anlamı açıktır. Hiçbir toplumsal hareket, dayandığı toplum
kesimlerinin olanaklarını aşamaz. Her önder, ne kadar büyük olursa olsun,
belirli bir toplumsal tabana dayanmak zorundadır ve dayandığı, dayanmak
zorunda kaldığı o toplumsal tabanın gücünü ne ölçüde harekete
geçirebilirse, o ölçüde başarılı sayılır.
Mustafa Kemal'in, birinci hedef olarak ulusal bağımsızlığı sağlayabilmek
için dayanabileceği güçler belliydi: Asker - sivil bürokratlar, ulusal
nitelikli ama oldukça zayıf bir kentsoylu kesimi ve büyük toprak sahipleri.
Bunun dışında güç alabileceği, örneğin bir işçi sınıfı yoktu. Ulusal
bağımsızlık hareketini örgütleyip sonu gelmeyen savaşlardan yorgun düşmüş
Anadolu köylüsünü harekete geçirirken bu sacayağına dayanmak zorundaydı.
Topluma, yirminci yüzyılın sonlarında bile hiçbir İslam ülkesinin ele
almaya cesaret edemediği dönüşümleri kabul ettirebilmekti. Ama örneğin sıra
"toprak reformu"na geldiğinde, başaramadı. Çünkü geçmişte dayanmak zorunda
kaldığı, hareketinin tabanında yer alan güçlerden biri de "toprak ağaları"
idi. Kemalizmin başardıklarını ve başaramadıklarını, 1920'lerin
Türkiyesi'nin toplumsal - ekonomik koşullarını ve içinde bulunduğu dünyanın
özelliklerini gözönüne almadan yapılan bir değerlendirme bilimsel olamaz.
Fransız araştırmacı François Georgeon şunları yazıyor: "Kemalizm, Avrupa
dışında güçlü yankılar uyandırdı. Bugün Üçüncü Dünya adını verdiğimiz,
Latin Amerika'dan Uzakdoğu'ya kadar uzanan alanda, Türkiye'nin 1919'dan
sonraki atılımı ve uygulanan reformlar çoğunlukla tutku dolu bir dikkatle
izlendi. Bağımsızlığı kazanmak, ekonomik - sosyal kalkınmayı sağlamak için
uygulanacak reçetelerle ilgili olarak Kemalizm'den alınacak dersler
araştırıldı."

İran'lı muhaliflerden, Halkın Mücahitleri örgütünün önderi Mesut Racavi ise
bir Türk gazetecisine şöyle diyor: "Ben istemez miyim İran da Türkiye gibi
laik bir müslümanlar ülkesi olsun? Ama benim ülkem sizinkinden yüzyıllarca
geri kaldı. Bize Atatürk gibi bir önder lazımdı, Şah geldi. Siz çok şanslı
bir ülkenin çocuğusunuz.

A. Taner KIŞLALI - Siyasal Çatışma ve Uzlaşma, 1993, S. 120 - 135 (
Atatürk'e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği )

0 yorum:

Yorum Gönder