27 Mayıs İhtilali ile 12 Mart Muhtırası, yakın geçmişimizin ders alınacak deneylerle dolu iki büyük siyasal olayıdır. 27 Mayıs ve 12 Mart'a, bugün bir ölçüde serinkanlı gözlemlerle bakma olanağı vardır. Yaşadığımız ortamda, toplumsal olaylara "yaşasın" ya da "kahrolsun" edebiyatı ile yaklaşmak çok yanıltıcı olur. Şu son yirmi yılın acılı serüvenlerinde görüldü ki, bu "yaşasınlar" bir süre sonra "kahrolsunlar"a, kahrolsunlar da "yaşasınlar"a dönüşür. Yaşasınların sevinci kahrolsunların öfkesini, kahrolsunların öfkesi yaşasınların sevincini, birkaç yıl içinde silip süpürünce, geriye yalnızca, evet yalnızca gerçeğin kendisi kalır. Tarihi yazan da gerçeğin kendisidir.
12 Eylül günü, emir-komuta zinciri içinde yönetime el koyan Silahlı Kuvvetlerimizin her rütbedeki komutanları, 27 Mayıs ve 12 Mart deneylerini yaşayarak bugüne gelmişlerdir. Ve hem 27 Mayıs, hem 12 Mart, yandaşları ve karşıtlarınca özgürce tartışılmış ve yakın tarihimizin bu iki olayında yaşanan yanlışlar, tutulan yollar, izlenen tutumlar en ince ayrıntılarına kadar gözler önüne serilmiştir. Bu iki olayın gerçekleri, doğruları ve yanlışları, özgürlük ortamında en duyarlı terazilerde tartılmış, değer yargıları bu ağırlıklarla oluşmuştur.
27 Mayıs İhtilali, ihtilal ile kaldırılan Millet Meclisi'nin Demokrat Parti Grubu ile bu partinin hükümetini yargılamıştır. Yassıada'da yapılan yargılamalar sırasında, Cumhurbaşkanı Celal Bayar için "köpek davası", Başbakan Adnan Menderes için "bebek davası" gibi gereksiz soruşturmalarla ihtilalin anlamı gölgelenmiş, amacı saptırılmış, Başbakan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan haklarında verilen ve uygulanan ölüm cezaları ise toplumda derin yaralar açmıştır. Siyasal suçlarda ölüm cezalarının hiçbir toplumsal sorunu çözmediği, bir parti grubunun toptan ceza görmesinin siyasal gelişmeleri engellemediği, yaşanan gerçeklerle, çok açık biçimde kanıtlanmıştır.
Devlet, Genelkurmay ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Orgeneral Sayın Kenan Evren, 12 Eylül günü yaptığı radyo-televizyon konuşmasında; "Parlamento üyeleri siyasi faaliyetlerinden dolayı suçlanmayacak ve yeni yönetime karşı suç teşkil edecek tutum ve davranışlarda bulunmadıkları sürece haklarında herhangi bir işlem yapılmayacaktır" derken, çok gerçekçi bir yaklaşımı sergilemiş bulunmaktadır.
Eğer tutum ve davranışlarıyla, terör odakları ile örgütsel bağ içinde bulunan parlamento üyeleri varsa, elbette bunlar, Sayın Evren'in verdiği bu güvenceden yararlanmayacaklardır. Bu da doğaldır.
12 Mart Muhtırası çok başka potalarda kaynadı, çok başka kanallarda yürüdü. Bu dönemin herhalde en büyük yanlışı, devlet gücünün silahlı sağ eylemciler için hiç kullanılmayıp yalnızca sol eylemciler için kullanılması ve yaygın bir "ihbar kampanyası" eşliğinde "solcu avına" çıkılıp silahlı eylemlerle uzaktan yakından ilgisi olmayan insanların gözaltına alınıp tutuklanmasıdır. Bu tür devlet öfkesinin, özellikle devlete zarar verdiği anlaşılmış, bu anlaşılıncaya kadar da iş işten geçmiştir.
12 Eylül ortamı, 27 Mayıs ve 12 Mart'tan çok başka türlüdür. Böylesine kanlı bir ortamda devletin ilk ve başlıca görevi, yurttaşları "korkusuz yaşama özgürlüklerine" kavuşturmasıdır. Bunun da ilk koşulu, terör odaklarını, arkalarındaki karanlık karargâhları ile birlikte ortaya çıkartmaktır.
Terörün olduğu yerde Anayasadan, hukuk devletinden, serbest seçimlerden, bağımsız yargıdan söz etmenin olanağı yoktur. Terörün bu kanlı ipoteği kaldırılmadıkça, özgürlükçü demokrasiye dönülmüş sayılmaz. Terörün hüküm sürdüğü ülkelerde, Anayasa kâğıt parçalarından, parlamentolar taş yığınlarından başka bir işe yaramaz. Yaramadığı, ülkemizdeki acı deneyle görüldü.
Türk Silahlı Kuvvetleri 27 Mayıs'ta da 12 Mart'ta da kalıcı bir askeri yönetim kurmak istemedi. Yeni yönetim de "özgürlükçü, demokratik, laik ve sosyal" nitelikli bir "sivil yönetim" kurma amacını taşıdığını ilan etti.
Şimdi hepimizin bir tek amacı olmalıdır. Çok yönlü kışkırtmalara, kurt kapanlarına kapılmadan, terörsüz özgürlüğü, kansız demokrasiyi kurmak ve sivil yönetimi sağlıklı yöntemleri ve kalıcı çözümleri ile yeniden oluşturmak...
12 Eylül günü, emir-komuta zinciri içinde yönetime el koyan Silahlı Kuvvetlerimizin her rütbedeki komutanları, 27 Mayıs ve 12 Mart deneylerini yaşayarak bugüne gelmişlerdir. Ve hem 27 Mayıs, hem 12 Mart, yandaşları ve karşıtlarınca özgürce tartışılmış ve yakın tarihimizin bu iki olayında yaşanan yanlışlar, tutulan yollar, izlenen tutumlar en ince ayrıntılarına kadar gözler önüne serilmiştir. Bu iki olayın gerçekleri, doğruları ve yanlışları, özgürlük ortamında en duyarlı terazilerde tartılmış, değer yargıları bu ağırlıklarla oluşmuştur.
27 Mayıs İhtilali, ihtilal ile kaldırılan Millet Meclisi'nin Demokrat Parti Grubu ile bu partinin hükümetini yargılamıştır. Yassıada'da yapılan yargılamalar sırasında, Cumhurbaşkanı Celal Bayar için "köpek davası", Başbakan Adnan Menderes için "bebek davası" gibi gereksiz soruşturmalarla ihtilalin anlamı gölgelenmiş, amacı saptırılmış, Başbakan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan haklarında verilen ve uygulanan ölüm cezaları ise toplumda derin yaralar açmıştır. Siyasal suçlarda ölüm cezalarının hiçbir toplumsal sorunu çözmediği, bir parti grubunun toptan ceza görmesinin siyasal gelişmeleri engellemediği, yaşanan gerçeklerle, çok açık biçimde kanıtlanmıştır.
Devlet, Genelkurmay ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Orgeneral Sayın Kenan Evren, 12 Eylül günü yaptığı radyo-televizyon konuşmasında; "Parlamento üyeleri siyasi faaliyetlerinden dolayı suçlanmayacak ve yeni yönetime karşı suç teşkil edecek tutum ve davranışlarda bulunmadıkları sürece haklarında herhangi bir işlem yapılmayacaktır" derken, çok gerçekçi bir yaklaşımı sergilemiş bulunmaktadır.
Eğer tutum ve davranışlarıyla, terör odakları ile örgütsel bağ içinde bulunan parlamento üyeleri varsa, elbette bunlar, Sayın Evren'in verdiği bu güvenceden yararlanmayacaklardır. Bu da doğaldır.
12 Mart Muhtırası çok başka potalarda kaynadı, çok başka kanallarda yürüdü. Bu dönemin herhalde en büyük yanlışı, devlet gücünün silahlı sağ eylemciler için hiç kullanılmayıp yalnızca sol eylemciler için kullanılması ve yaygın bir "ihbar kampanyası" eşliğinde "solcu avına" çıkılıp silahlı eylemlerle uzaktan yakından ilgisi olmayan insanların gözaltına alınıp tutuklanmasıdır. Bu tür devlet öfkesinin, özellikle devlete zarar verdiği anlaşılmış, bu anlaşılıncaya kadar da iş işten geçmiştir.
12 Eylül ortamı, 27 Mayıs ve 12 Mart'tan çok başka türlüdür. Böylesine kanlı bir ortamda devletin ilk ve başlıca görevi, yurttaşları "korkusuz yaşama özgürlüklerine" kavuşturmasıdır. Bunun da ilk koşulu, terör odaklarını, arkalarındaki karanlık karargâhları ile birlikte ortaya çıkartmaktır.
Terörün olduğu yerde Anayasadan, hukuk devletinden, serbest seçimlerden, bağımsız yargıdan söz etmenin olanağı yoktur. Terörün bu kanlı ipoteği kaldırılmadıkça, özgürlükçü demokrasiye dönülmüş sayılmaz. Terörün hüküm sürdüğü ülkelerde, Anayasa kâğıt parçalarından, parlamentolar taş yığınlarından başka bir işe yaramaz. Yaramadığı, ülkemizdeki acı deneyle görüldü.
Türk Silahlı Kuvvetleri 27 Mayıs'ta da 12 Mart'ta da kalıcı bir askeri yönetim kurmak istemedi. Yeni yönetim de "özgürlükçü, demokratik, laik ve sosyal" nitelikli bir "sivil yönetim" kurma amacını taşıdığını ilan etti.
Şimdi hepimizin bir tek amacı olmalıdır. Çok yönlü kışkırtmalara, kurt kapanlarına kapılmadan, terörsüz özgürlüğü, kansız demokrasiyi kurmak ve sivil yönetimi sağlıklı yöntemleri ve kalıcı çözümleri ile yeniden oluşturmak...
UGUR MUMCU(Cumhuriyet, 15 Eylül 1980)
0 yorum:
Yorum Gönder