12 Kasım 2010 Cuma

YENEMEYECEKLER ATATÜRK’Ü!..


Atatürk düşmanlarının ve emperyalist güçlerin baskısı altında bir 10 Kasım’ı daha anarken, şeriatçıların tarih boyunca üstlendiği iki göreve dikkat çekmeden geçemeyeceğim: Bunlardan birincisi yeniliklere, çağdaş düşünceye, uygarlığa, bilime karşı çıkmak, ikincisi yabancılarla ülkesi aleyhine işbirliği yapmak… Bu görev, Osmanlının son dönemlerinden bu yana aksamadan yerine getirilmiştir.
Dinci kesim, bilimden hiç hoşlanmaz. Bilimi, fenni sevmez. Örneğin Darvin’e inanmaz. Depremleri bir takım gizli güçlerle açıklamaya çalışır. Çözümü Ortaçağ’da arar.
Oysa bilim çağdaşlık, yenilik demektir. Değişim, gelecek demektir. Şeriatçıların en büyük düşmanı ise değişimdir, yenileşmedir.
Çünkü değişimin, yenileşmenin olduğu yerde ne hurafe vardır, ne üfürükçülük ne muska… Bilimin temel dayanağı akıldır, dincilerin ise inançtır. Bu nedenle bilimin, tekniğin tüm toplumda yaygınlaşması, gericilerin ve gericiliğin sonunu getirmek, Ortaçağ karanlığından kurtulmak demektir.
Yobazlar, geçmişte neden Köy Enstitülerini kapatıp, köylünün eğitim ve öğretimini engellediler? Neden halkımızın okumasını istemezler? Neden onun bilinçlenmesine karşı çıkarlar? Neden çağdaş eğitim kurumları yerine Kuran Kursları açarlar? Yüz binlerce öğretmeni neden işsiz güçsüz dolaştırırlar?
Çünkü onlar yığınları ancak bir takım hurafelerle, boş inançlarla kendilerine bağlamakta, öteki dünya vaatleri ile üzerlerinde egemenlik kurarak sömürebilmektedirler. Bunun en açık örneğini Deniz Feneri’nde, Kombessan’da, Jetpa’da yaşadık. Milyonların saf, temiz inançlarını kullanarak, el emeği, göz nuru birikimlerini iç ettiler.
İşte bu nedenle kitlelerin bilinçlenmesinden ödleri kopar onların. Halk düşünmeye, kendi mantığı ile olayları yorumlamaya, gerçekleri ve sahtekârların gerçek yüzünü görmeye başladığı zaman işleri bitmiş demektir. Referandumda “evet” oyu çıkan bölgelerin geri kalmışlığı bu olgunun gerçek niteliğini kanıtlamaktadır.
İşte siyasal İslamcılar Atatürk’ü bu yüzden sevmezler. Yani “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir” dediği için sevmezler. Çünkü bilim doğmacılığa, değişmeyen inanç kurallarına karşıdır. Hayatta tek gerçek yol gösterici bilim, fen olduğu zaman inanç, vicdanlara yerleşmek zorundadır. Din Allah’la kul arasında kaldığı sürece sömürü kaynağı, afyonlama aracı olmaktan çıkar ve siyasal İslamcılara yaşam hakkı tanımaz.
Onlar Atatürk’ü, ”Din daima siyaset aracı, menfaat aracı, istibdat aracı yapıldı. Bu hal Osmanlı tarihinde böyle idi, Abbasiler, Emeviler zamanında böyle idi’‘ dediği için sevmezler. Onlar, o yüce adamı “Din, devlet ve dünya işlerinden ayrılmalıdır” dediği için desteklemezler.
Dincilerin tarihteki ikinci görevi ise “yabancılarla ülkesi aleyhine işbirliğine girişmektir.” Bunun örneklerine tarihin her dönemde tanık olmaktayız.
Kapitalizm, emperyalist aşamaya ulaşınca feodal düzeni tasfiye eden ilerici, geliştirici yanını yitirdi. Gericileşti. Ülkeleri daha iyi sömürebilmek, daha çok talan edebilmek amacıyla işgal ettiği topraklarda kendisine yardımcılar aramaya, kendisiyle işbirliği yapacak, halkını ve vatanını satacak kişiler, gruplar, kuruluşlar bulmaya çalıştı. Ortaçağdan kalma irtica grupları, gericilik yuvaları, bu iş için biçilmiş kaftandı. Emperyalizm bu gayri milli güçlerden dünya çapında bir örümcek ağı oluşturdu.
Sömürgecilerle işbirliği yapan bu irtica takımı Mustafa Kemal’i ve Kurtuluş Savasını engelleyebilmek, efendilerine hizmet edebilmek için elinden geleni ardına koymadı. Sait Mola’lar, Şeyhülislam Dürrizade’ler, Derviş Vahdeti’ler, Anzavur’lar kolları sıvayıp, isyanlar çıkardılar. Kuvayi Milliye ve Atatürk’e karşı direniş hareketlerine giriştiler. 31 Mart isyanını gerçekleştirdiler, Menemen’de Kubilay’ı kestiler.
Mustafa Kemal Atatürk bu ihanetleri, en ince ayrıntısına kadar Nutuk’da anlatarak, gözler önüne sermişti. İşte onun kaleminden, işbirlikçi Sait Molla’nın İngiliz Rahip Frew’ya yazdığı bir mektup:
Verilen iki bin lirayı Adapazarı’nda Hikmet Bey’e gönderdim. Oradaki işlerimiz pek yolunda gidiyor, Karacabey ve Bozkır’dan bir haber alamadık…”
Daha sonra 1919’da ortaya çıkan Bozkır Ayaklanmaları da göstermiştir ki bu isyanlarda İngiliz parmağı vardır ve tüm isyanlar, “hoca, hacı” unvanlı kişiler tarafından düzenlenmiştir. “Hoca Abdullah, Hoca Talat, Hacı Hasan gibi isimler bunlardan sadece birkaç tanesidir. Ama bu ihanet takımının yanında birçok yurtsever dindarın ulusal Kurtuluş Savasına yaptığı hizmetleri asla yadsıyamayız ve bu gerçeği de burada söylemeden geçmeyelim.
Ulusal Kurtuluş Savaşını işgalci güçlerle bütünleşerek engellemeye çalışan bu ihanet çeteleri, Cumhuriyetin ilanından sonra da kurulan modern Kemalist düzeni benimsemeyerek, Şeyh Sait ve benzeri türden isyanlarla 1923 Devrimin karşısına çıkmıştı. Bu isyanların tümünde İngiliz parmağı vardı. Falih Rıfkı Atay bu gerçeği şu sözlerle dile getiriyordu.
“Her yerde devrimin karşısına belli başlı birkaç hasım çıkıyor. (1) Eski nesillerin kara kafalı enkazı; (2) Rejimlerin ve kafaların değişmesinden zarar görenler; (3) Bu üçüncü hasmın adını vermezden evvel küçük bir methale (girişe) ihtiyaç var. Dâhildeki hasım (düşman) unsurları yenmek genç inkılâpçılar için güç olmamıştır. Asıl müşkülat (güçlük) bu karanlık kuvvetleri harekete geçiren… yabancılardan geliyor… Şimdi en büyük garp düşmanı garptır… Garp (Batı) hürriyetten, ilimden, fenden, seviye ve şuurdan korkuyor. Garptan şimdi şu haykırış geliyor: Aman Garplı olmayınız.”
Şark (Doğu) milletlerine ilk öğretilecek hakikat şudur: her yerde mücedditler (yenilikçiler), fes ve sarığın üstündeki sarıktan evvel, silindir şapkanın üzerindeki sarığı çıkarmalıdırlar…” (Falih Rıfkı Atay, “Garp Düşmanı” Hâkimiyeti Milliye, 13 kânunusani 1929; Taner Timur, Türk Devrimi, AÜSBF yayınları, Ankara 1968, s.100, Aktaran Prof. Alpaslan Işıklı)
Bugünkü ortam F alih Rıfkı’nın anlattığı o günkü ortamla nasıl da benzeşiyor. “Silindir şapkalarının üzerinde sarıkla dolaşan politikacılar ulusal düşünceden, tam bağımsızlık bilincinden nasıl da korkuyorlar. Sanki şeytan görmüş gibi oluyorlar. Çünkü onlar için önemli olan ulus, ulus devlet değildir; ümmettir, kuldur…
İşte siyasal İslamcılar Atatürk’ü bu nedenle sevmezler. Yani “İstiklali Tam”, tam bağımsız bir Türkiye istediği için, “özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir” dediği için sevmezler.
Ama korkunun ecele faydası yoktur. Mütareke yıllarındaki emperyalizm ve yerli ortakları, nasıl o zaman Atatürk’ü yenememişse, günümüzün Şeyh Sait’leri de onu asla yenemeyecektir.
İstanbul’un yabancılar tarafından alınmasından sonra 1919-1920 yıllarında emekli generaller, profesörler, milletvekilleri, valiler, gazeteciler ve ordu komutanlarının bir İngiliz sömürgesi olan Malta’ya sürgün edilmeleri Kurtuluş Savaşını nasıl durduramadıysa; Ergenekon’lar, Silivri Zindanları da günümüzün “tam bağımsızlık” mücadelesini durduramayacaktır.
Silivri esir kamplarını dolduran yiğitler, gerçek yurtseverler birleşip bütünleştikleri gün; tek yürek, tek vücut oldukları gün, güneş ufuktan yeniden doğacak, hainler kaçacak delik arayacaklardır…
ALİ ERALP

0 yorum:

Yorum Gönder