12 Aralık 2010 Pazar

BOP’un “Sivil Anayasası”

Mithat Paşa başkanlığındaki komisyon tarafından hazırlanan Kanun-i Esasi’nin iki maddesi de şöyledir: “Türkçenin yanında azınlıkların konuştuğu diller de resmi dil sayılmalıdır” ve “Anayasaya büyük devletler kefil olmalıdır”.
O zamanlar Birinci Meşrutiyet top sesleri ile ilan edilmiştir. 12 Eylül 2010 referandumu sonrasında da ABD ve AB başkentlerinde sevinç çığlıkları atılmıştır. “Güçlü bir evet” için ellerinden geleni yapan Washington ve Brüksel, hükümeti ayakta alkışlamışlardır. 2007 genel seçimlerinden beri iktidarını pekiştirerek sürdüren ve 2011 seçimlerinin de mutlak favorisi olarak görünen iktidar, muhalefetin güçsüzlüğünden de yararlanarak, kafasındaki projeyi hayata geçirmede çok önemli bir virajı daha almıştır. Çünkü 2007 genel seçimlerinde halk tercihini ABD, AB, Güney Kıbrıs, Yunanistan, Ermenistan, Barzani ve Talabani’yle aynı yönde ortaya koyunca, bu güçlere ek olarak, ülke içinde de numaracı cumhuriyetçilerin, siyasal İslamcıların, etnik bölücülerin alkışlayacakları bir düzeni yaşama geçirmek farz olmuştur. “Yeni” ve “sivil” anayasa bu amaçla gündeme getirilmiştir. Kamuoyunda tartışılan “Yeni Türkiye” de, 2. cumhuriyet de bu anlamda, anayasanın destekçileri, hazırlayıcıları ve amaçlarıyla örtüşmektedir. Dolayısıyla yerine oturan bir tespittir.
Seçimler sonrasında hazırlanacak olan anayasa “Yeni Türkiye”nin, 2. cumhuriyet zihniyetinin anayasası olacaktır. Zaten birkaç yıl önce verilen sipariş üzerine yeni anayasayı hazırlamaya başlayan kadronun sicili de bu tanımla örtüşmektedir. Yeni anayasayla birlikte ABD destekli ılımlı İslam’ın, dinler arası diyalogun, federasyonun, yurttaşın müşteri yerine konulmasının, kamusal, toplumsal, ulusal olan ne varsa tasfiye edilmesinin anayasal güvenceye alınacağını söylemek abartılı olmaz. Her ne kadar “yeni anayasa” dense de, anayasanın özü çok da yeni olmayacaktır. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ile çerçevesi çizilmiştir. Zaten BOP kapsamında eşbaşkan olmakla övünen, AB’ye verdiği ödünleri gündüz vakti havai fişek patlatarak kutlayan, ikiz sözleşmelere imza atan, ABD’li yetkililerle özel anlaşmalar imzalayan bir kadronun anayasasıdır bu. Hazırlanma süreci amacına ve ruhuna uygundur. KKTC gözden çıkarılırken, Rauf Denktaş’tan gizli pazarlıklar yapılırken, AB’ye, Yunanistan’a, Güney Kıbrıs’a gizlice sözler verilirken, yeni anayasayı hazırlamamak olmaz. Nitekim birkaç yıl önce yeni anayasa hazırlanırken de aynı yöntem izlenmiştir. İçeriğinden Talabani ve Barzani’nin haberi olmuştur, AB’nin haberi olmuştur, ABD’nin haberi olmuştur, bir tek Türk Ulusu’nun haberi olmamıştır. Siyasi partilerin ve ilgili kurumların haberi olmamıştır. Meslek odalarının, üniversitelerin, baroların, sendikaların, demokratik kitle örgütlerinin haberi olmamıştır. 2011 genel seçimleri sonrasında işte bu taslaktan, bu anayasa metninden yararlanılacaktır.
Anayasanın içeriği kadar, yapılış yöntemi, yapılış süreci, yapılış amacı ve yapan kadro da önemlidir. Bu nedenle “yeni anayasa”nın, tadil edile edile kevgire dönen 1982 anayasasından daha ileri, daha demokratik, daha katılımcı, daha şeffaf olmasını beklemek hayalci bir tutumdur. Zira sayısal çoğunluğu milli irade sanan bir zihniyetin siparişidir. Bu bağlamda, dünyanın en tehlikeli diktatörlük biçimi olan çoğunluk diktasına dayanılarak çıkarılması hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. “Yeni anayasa”, uluslararası olan her şeye tapındığından, küresel güçlerin desteğini arkaladığından, ulusal olan her şeyden nefret ettiğinden, uluslararası tahkimi kural haline getirecektir. Türk yargısının denetimini tamamen devre dışı bırakacaktır. Özelleştirmeyi esas alacaktır. BM kararlarının, AB taleplerinin, uluslararası antlaşmaların, ulusal hukuktan üstün tutulması siyasal iktidarın özüyle, göreviyle, varlık nedeniyle, yerli ve yabancı destekçileriyle, amaçlarıyla uyumludur.

Sandıktan demokrat da çıkar, diktatör de

Üzerinde büyük fırtınaların koparıldığı türban dahil olmak üzere, başka türlü yollarla çözülebilecek olan pek çok meselenin anayasa yoluyla çözülmeye kalkışılması da ABD destekli ılımlı İslam projesi açısından mantıklı bir yaklaşımdır. Halkın önemli bölümünün yolsuzluktan, yoksulluktan, eşitsizlikten, eğitimsizlikten, kayırmacılıktan, iltimastan, torpilden, ülke bütünlüğünden, bağımsızlıktan, milli egemenlikten, şehitlerimizden, gençlerimizden esirgediği duyarlılığı, türbana göstermesi böyle bir adım için gereken siyasal- toplumsal iklimi yaratmaktadır. “Sayısal çoğunluk her istediğini yapar” anlayışı kabul görmektedir çünkü. Bu çoğunluğun canının çektiği her şeyi anayasaya koyacağına inanıldığından, birkaç yıl önce, aynı zamanda anayasa hukuku profesörü de olan dönemin YÖK Başkanına, “herkesin kendi işini yapması gerektiği” söylenmiştir.
Oysa herkesin kendi işini yapmasını istemek, vatandaşlık kavramına terstir. Çünkü yurttaş, kendi üzerine vazife olmayan konularda da söz sahibi olan, kararların oluşması, alınması sürecine katılan kişidir. Herkesin kendi işini yapmasını istemek, siyaseti siyaset esnafına, siyaset bezirgânlarına bırakmayı istemek veya olağanüstü bir seçkinler diktatörlüğü yaratmayı arzulamaktır. Zira “Herkes kendi işini yapsın” zihniyeti esas alınırsa, siyaseti sadece siyasal bilgiler fakültesi mezunlarının yapması gerekir. Bu mantığa göre içişleri bakanlarının, polis koleji ve polis akademisi mezunu birinci sınıf emniyet müdürlerinden, savunma bakanlarının orgenerallerden, kültür bakanlarının sanat tarihi profesörlerinden, milli eğitim bakanlarının eğitim fakültesi dekanlarından, spor bakanlarının da milli atletlerden ya da spor akademisindeki profesörlerden yapılması gerekir. Böylesi bir seçkincilik, eski Yunan düşünürlerinin bile aklına gelmemiştir.

Piyasa anayasası ve sadaka demokrasisi

Sorunlar sadece yasalarla çözülemez. Çözüm için zihniyet, kültür, olgunluk da gerekir. Aksi halde halkın desteklediği bir sipariş anayasayla anayasal diktatörlüğün önü açılabilir. Böyle bir anayasa da ruhuna, amacına, varlık nedenine koşut olarak, önce sosyal devletin özünü ve araçlarını anayasadan çıkarır. Sadaka ekonomisinin altyapısını anayasal düzeyde kurumsallaştırır. Kamusal planlama, kamusal denetim söz konusu olmaz bu “yeni ve sivil anayasada”. Çünkü kamu bilinci, kamu yararı, kamu çıkarı değil, özel çıkar, özeller arasında da yandaş çıkarı gözetilir. Bu tercih aynı zamanda biat kültürünün de gereğidir. Anayasanın iktidarın yönelimleriyle uyumlu olması için başka önlemler de alınmıştır. Mesela Anayasa Mahkemesi’nin üye sayısı artırılmış, üyelerin büyük bölümünün iktidara yakın kişiler olması güvenceye alınmıştır. Bu durum yüksek yargıçların, TBMM kulislerinde, milletvekili ve bakanlarla kendileri için kulis yapmaları anlamına gelmektedir. Siyasetin hukuka en derin şekilde etki etmesidir, hukukun siyasallaşmasıdır. Başbakanın yetkilerinin çokluğu dikkate alınır, hele de ülkemizdeki parti liderlerinin milletvekilleri üzerindeki dehşetengiz ağırlığı göz önünde bulundurulursa, yüksek yargıçların büyük bölümünü başbakanın atayacağını söylemek abartılı olmaz. Ancak, her şeye hükmeden, muhtardan belediye başkanına, il genel meclisi üyesinden belediye meclisi üyesine, milletvekilinden bakana, bürokrattan cumhurbaşkanına dek herkesi atayan bir anlayışı başkanlık sistemi bile tatmin etmeyebilir.
Cumhurbaşkanlığı başta olmak üzere kurumların yetkisinin azaltılıp, başbakanın yetkilerinin arttırılması, fiili bir başkanlık sistemi getirmektedir. Zaten gidişat başkanlık sisteminin resmen gündeme geleceğini göstermektedir. Artık kırıntı düzeyinde kalmış olan Atatürk Cumhuriyeti’nin yerine ikinci cumhuriyet gelince, parlamenter sistemin yerine de başkanlık sisteminin gelmesi kaçınılmazdır. Çünkü federasyonun, eyalet sisteminin altyapısı zaten kamu yönetimi ve yerel yönetimler reformlarıyla hazırlanmıştır. Sıra da bunu anayasaya geçirmek kalmıştır. Merkezden yerele aşırı, abartılı bir yetki devri yapılınca, karşımıza başka bir devlet yapısının çıkması kaçınılmazdır. Anayasaya şimdi bu anlayış egemen olacaktır. Zira kaçınılmaz olarak kuruluşu, örgütlenişi, işleyişi, temel felsefesi başka bir devlet yapısının ortaya çıkması, başka bir yönetim biçimi, başka bir anayasa demektir. Nitekim yürütmenin güçlendirilmesine karşılık yargının zayıflatılması, başbakana büyük yetkiler verilmesine karşılık, devletin önemli kurumlarının, bürokrasinin güçsüzleştirilmesi, anayasal düzlemde şekillendirilmektedir.

Yerelleşme, küreselleşme, köleleşme

Türkiye’de, yasalardan önce anlayış, yaklaşım, tutum, tavır değişikliği gereklidir. Devlet bürokrasisinde kadrolaşmanın temizlik görevlisinden, çaycıdan, odacıdan başlayarak müsteşara dek uzandığı bir siyasi yapıdan demokrasi çıkmaz. Bu yüzden İngiltere Başbakanının bürokratları arasında sadece müsteşarını değiştirebildiğini anımsatmak gereksizdir. Türkiye gibi bir ülkede, valilik ve belediye başkanlığının birleştirilmesi, büyük yetkilerle donatılan bu kişinin seçimle göreve gelmesi ne tür sonuçlar doğurur? Yerel yönetimlere vergi koyma yetkisi verilmesi, giderek eğitim ve sağlık hizmetlerinden başlamak üzere, devletin ulusal görevlerinin, kamusal hizmetlerinin yerele devredilmesi nelere yol açar? Yerel yönetimin eyalete, üniter devletin federasyona, parlamenter sistemin de başkanlık sistemine dönüşmesi kolaylaşmaz mı?
Yaşadığımız süreç birden, aniden, hızla değil, ağır ağır, bekleye bekleye, sindire sindire tamamlanmaktadır. “Milli Görüş gömleğinin çıkarılmasıyla” başlanmıştır işe. Ardından hedefe ulaşmak için “demokrasi tramvayı”na binilmiştir. Şimdi de son durağa yaklaşılmıştır. Ama bu anlayış Türkiye’nin devlet geleneği ve siyasal kültürüyle uyuşmamaktadır. Milli Mücadele’yi yapan Gazi Meclis’in demokratlığı ve katılımcılığıyla ilgisi yoktur. “Yeni anayasayı”, sırf siparişi veren ve alan kadronun meslekleri nedeniyle “sivil” olarak nitelemek anlamsızdır. Çünkü anayasayı eşitlikçi, özgürlükçü, demokrat, sosyal yapan şey, hazırlatanların ve hazırlayanların mesleğinden ziyade, ruhudur, tercihleridir, yaklaşımlarıdır. Bu yüzden 27 Mayıs Devrimi’nin ürünü olan 1961 Anayasası, döneminin en çağdaş, ilerici, katılımcı anayasalarından biri olarak tarihe geçmiştir.
Yeni anayasanın “sivil” olması, renksiz, kokusuz, tarafsız olması istenmektedir. Bu nedenle, bizzat Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın, anayasanın ilk üç maddesinin pozitif anlamda değişebileceğine yönelik son derece talihsiz sözleri ciddiye alınmalıdır. Çünkü siyasal görüşleri bilinen başkanın dili sürçmüş değildir. Maksadını aşmış da değildir. Zaten Cumhuriyet’in temel niteliklerinden, kazanımlarından, kuruluş felsefesinden, ülkenin tekliğinden, ulusun birliğinden yana taraf olmayan bir anayasa amaçlanmaktadır. Toplumsal çıkardan, ulusal değerden, kamu önceliğinden yana taraf olmayan, bunu da kerameti kendinden menkul bir “sivillik” adına pazarlayan bir anayasa gelecektir halkın önüne. Eşitliğin özünün, bunu sağlayacak asgari araçların olmadığı bir anayasal düzende, özgürlük ve tarafsızlık açıkça güçlüden, zenginden, ezenden yana olmak demektir. Küresel sermaye ve büyük güçlerin siparişi olan anayasada, ABD ve AB’nin çıkarları öncelik taşıyacak, ulusal kaynaklar, yeraltı zenginlikleri çokuluslu sermayenin emrinde olacaktır. “Irak’taki ABD askerlerinin ülkelerine sağ salim dönmeleri için dua eden”, son günlerde müzakerelerin yapıldığı terörist başına “sayın” diye hitap eden, şehitlere “kelle” diyen, askerliği yan gelip yatılan bir yer olarak gören siyasal anlayış, arzuladığı güce, halkın oyuyla ulaşacaktır.

Türkiye’de yapılmayan ve bu gidişle de yapılamayacak olan ise Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ne gereken ve yakışan bir anayasadır.


DR. BARIŞ DOSTER

0 yorum:

Yorum Gönder