18 Ocak 2011 Salı

Siyaset ve Hukuk...


Yargı sistemimizdeki sorunların tartışılma biçimi şöyle bir örnekle anlatılabilir:

Musluktan kirli su akıyor. Suyun renginden, lavaboda biriken kumlardan bu açıkça görülüyor.

Bir kesim, “Hemen musluğu değiştirelim. Yeni modeller çıktı; zarif, güzel görüntülü, onlardan taktıralım. Hatta dokunmatik olanlar var, elini musluğun altına götürüyorsun su akıyor” diyor.

Bir başka kesim, “Musluğun ağzına damıtım cihazı koyalım, suyu arıtsın bize öyle versin” diyor.

Bir başkası, “Su deposunun tümünü bana verin, tüm kullanım hakları da benim olsun, bu sorun o gün çözülür” diyor.

“Suyla oynamaya gelmez” diyen beriki, “Kaynatın, tertemiz olur” diyor.

Birileri de çıkıyor, “musluk suyu ne yaparsan yapın temiz gelmez. Paraya kıyın, içme suyunu şişeyle alın, musluk suyu kullanım için olsun” diyor.

***

Elbette hukuk biliminin uzmanlarının ideal yöntemlerle ilgili görüşleri olacaktır. Sistemdeki sorunların içinde yaşayan bir kişi olarak gördüğüm şu:

Yargı mekanizmasının kurgusu yanlış.

Göç yolda düzülür sözünün en çok yakıştığı yer yargı. Davalar açıldıktan sonra yolda düzenleniyor.

Ergenekon davasının soruşturması, kavuşturması, iddianamesi, delilleri bunun en somut örneği.

Birkaç ana boyutuyla konuyu ele alacağım.

CMK’nin 170. maddesi bir iddianamede olmazsa olmaz iki gerçek vardır diyor: Birincisi suç-delil bağlantısı, ikincisi suç tarihi.

Bu ikisi olmadıkça iddianamenin tamam sayılamayacağını söylüyor.

Ergenekon davalarının ikincisinde ağırlıklı olarak 2003-2004 yılları arasındaki darbe iddiaları var. Ancak suçlamada ilgili görülüp tutuklu ya da tutuksuz yargılanan tüm sanıkların suç işledikleri tarih olarak, sabaha karşı evlerinden alındıkları gün gösterilmiş.

Daha önemlisi suç-delil bağlantısı; iddianame eklerinde binlerce sayfalık sözüm ona deliller var. Ancak bunların hangisinin hangi suçun kanıtı olduğu belli değil. Öyle deliller var ki sanığın lehine mi aleyhine mi anlaşılmıyor. Sanık onun lehine olduğunu düşünüyor ama savcı ondan suç üretmiş.

Örneğin bana ait klasörlerde “gizli belgeler” listesinde Çukurova Üniversitesi’nden iki öğretim üyesinin “Balbay’ın Dili” başlıklı bilimsel çalışması da var. Benim günlük yazılardaki ve kitaplardaki Türkçe kullanımım bir sempozyumda bildiri olarak sunulmuş. Bana da bir kopya göndermişler.

Buraya kadar “Abartma Balbay, araya karışmış” diyebilirsiniz. Sonrası var. Bu çalışma, benim yayımlanmış kitaplarımda kullandığım kimi raporlarla birlikte, yine “Balbay’ın Dili” başlığıyla Genelkurmay Başkanlığı’na gönderilmiş. Genelkurmay, kayıtlarında böyle bir “gizli belge” bulunmadığını resmi yazıyla iletmiş. Buna karşın hâlâ bana ait olduğu iddia edilen gizli belgeler listesinde yer alıyor. Dava karara bağlandığında o da delil olarak Yargıtay’a gidecek ve incelenecek!

Mekanizmanın kurgusu yanlış dediğim şu: Bir soruşturma başlatıldığında olayla ilgili deliler lehte ve aleyhte olacak şekilde titizlikle toplansa, ancak hiç şüpheye yer vermeyecek sağlamlıkta verilere ulaşılırsa dava açılsa, dosyayı sabah eline alan yargıç belki de öğleden sonra karar verebilir.

Bugünkü uygulamada her şey yargıcın önüne yığılıyor, ayıklayıp karar vermesi isteniyor.

***

Ergenekon davasında yargıçlar tahliye kararı verirken ilk şu cümleyi kullanıyorlar:

“Suç vasfının değişme ihtimali...”

Diyelim ki siz bir kişiyi; suikast yapacaktı, hükümeti devirecekti diye tutukladınız. 2 yıl sonra “Sen bu suçu değil de başka suçu işlemiş olabilirsin... Kafamızda böyle bir ihtimal belirdi. Seni serbest bırakıyoruz” diyorsunuz!

O kişiye yüklenen suç, “örgütlü suçlar” listesindense tutuklu kalma süresi 10 yılı bulabilir, örgütlü değilse 2-3 yıl. Arada 7-8 yıl gibi küçük bir fark var.

Daha davayı açarken adaletsizlik başlamış oluyor.

Bir de işin içine siyaseti soktunuz mu, hukuklardan hukuk beğen!

0 yorum:

Yorum Gönder