10 Şubat 2011 Perşembe

MÜSLÜMAN KARDEŞLER HAKKINDA BİLİNMEYEN HERŞEY


Müslüman Kardeşler Örgütü'nün tarihi
Çağdaş İslamcı hareketin, siyasal kaynağı Anglo-Amerikan emperyalizmi, maddi kaynağı yeşil sermaye ise ideolojik kaynağı da Müslüman Kardeşlerdir.
Müslüman Kardeşlerin kuruluşu ile Suud Krallığının kuruluşu aynı döneme raslar. Özellikle Türkiye’de halifeliğin kaldırılmasından sonra, her iki hareket de Kemalist Cumhuriyeti baş hedef seçmişti.
Müslüman Kardeşlerin önderi Banna’nın hocası Raşit Rida, Mısır’da İngilizlerin desteğiyle yayınladığı haftalık Işık Evi dergisinde şunları yazıyordu:
“Arabistan’da İbni Suud’un Vahhabi hükümdarlığının oluşumuyla yeni bir umut yıldızı doğdu. İbni Suud Hükümeti, Osmanlının yıkılışı ve Türk hükümetinin dinsiz bir hükümete dönüşmesinden bu yana, bugün dünyanın en büyük müslüman gücü olmuştur. Din düşmanlığı ve zararlı yenilikleri kabul etmeyen ve Sünnete yardımcı olacak tek güçtür” (Robert Dreyfuss, The Devil’s Game, s.50).
Banna Işık Evi’nin sıkı bir izleyicisiydi. Mısır’ın da Suut Krrallığı gibi bir rejimi benimsemesini istiyordu. Altı işçiyle kurduğu hücre, Süleymaniye’de İngiliz Petrol Şirketinin yaptırdığı küçük camiyi üs edinmişti. Banna’nın ilkesi, “Allah hedefimiz, Peygamber liderimiz, Kuran anayasamız, cihad yolumuz ve Allah davası yolunda ölmek en büyük ülkümüzdür” sloganı ile ifade ediliyordu. Banna yazdığı risalede (Risalat el Cihad), jihadın terörizmi meşru kıldığını söylüyor.
Müslüman Kardeşler, Almanya'daki Nazi örgüt­lenmesinden esinlenmişlerdi. Aslında Arap dün­yasındaki Yahudi düşmanlığı, Müslüman Kardeşlerin Nazizme karşı sempati ile yaklaşmalarının bir başka nedendi.

BİRADERLER İÇİN OKULLAR
1938'de, Müslüman Kardeşler üyeleri taburlar halinde ör­güt­lendi. Her tabur işçiler, öğrenciler, iş adamları ve serbest meslek mensupları olarak üç gruptan oluşu­yordu. Her grup haftada bir kez bir araya geliyor ve sabaha kadar iba­det ediyorlar, eğitmenlerden dersler alıyorlardı. 1943’te taburlar 10 kişilik "aileler" halinde örgütlendi. Aileler haftada bir toplanıyordu. Aile bireylerinin alkol, kumar, v.b. gibi kötü yola sapmaları yasaklanmıştı. Evli çiftlerden yalnızca biri örgüte katıl­dığında evlilikleri sayılmıyordu. Aileler taburlara, taburlar da merkez karargaha bağlıydılar.
Biraderler her cami inşaatının yanına erkek ve kız okulları açıyorlardı. Ayrıca oluşturdukları izci örgütlen­meleriyle gençlerin fiziksel ve politik yetenek­leri geliştiri­liyordu. Bu gençlik kuruluşları İkinci Dünya savaşı döne­minde Mısır'ın en güçlü gençlik örgütleri haline geldi.
Biraderler işçiler için gece okulları, sivil hiz­met sı­navlarına hazırlamak için dershaneler açıyor­lardı. Öğ­rencileri sınavlara hazırlıyorlardı. Merkez­lerde hastaneler, kırsal bölgelerde klinikler açmışlardı. Kendi işçi sendika­larını oluşturuyor, kendi fabrikala­rını, matbaalarını, do­kuma, inşaat ve mühendislik iş­letmelerini kuruyorlardı.
1936’da yayınladığı Manifesto’da Banna, laikliğin, İslamın dinden uzaklaşması olduğunu vurguluyor, siyasal partilerin yasaklanmasını ve ordunun İslamcı bir cihad ordusu olmasını istiyordu.
VURUCU GÜÇLER
1943 yılında 1000 kişilik gizli bir vurucu güç oluşturuldu. Bu güç, sinema ve tiyatroları bombalıyor, Yahudilere saldırıyor, solcu ve milliyetçilere suikast düzenliyorlardı. 1948’de ünlü bir yargıç olan Ahmetel Hazidar, ardından da Başbakan Muhammet Nukrasi öldürüldü.
Nasır'ın Süveyş Kanalını devletleştirmesinden sonra, Biraderler direnişlerini yaygınlaştırdılar. 1954'te darbe girişi­minde bulundular. İngilizlerle işbirliği içerisindeki bu giri­şim, başarısızlıkla sonuçlandı. Liderlerinin büyük bir bö­lümü Suudi Arabistan'a kaçtı. Suudlar bunlara okullarda ve üniversitelerde iş verdiler. Binden fazla Birader tutuk­landı, lider konumundaki altı kişi idam edildi.
Nasır'ın ölümünden sonra eski bir Müslüman Kardeşler üyesi kimliğiyle iktidara gelen Sedat, örgütü umutlandırmıştı. Sedat'ın Nazi Almanlar hesabına da çalıştığı bilinmekteydi. Sedat iktidara gelir gelmez, Nasır'ın izlemiş olduğu "tarafsız" politikalar he­men terk edildi. "Açık kapı" siyaseti benimsenerek ABD politikaları uygulama ala­nına konuldu. İnançlı bir müslüman, yeminli bir komünizm düşmanı olduğunu kanıtlamak için Sedat, Nasır döneminde hapsedilen Müslüman Kardeşler örgütü üyelerini serbest bı­raktı.
EL DAVA
Örgüt El Dava (Çağrı) adlı yayın organları ile dü­şüncelerini ya­yıyordu. Tirajı 78 000 olan El Dava ken­dine dört "düşman" seçmişti: Batı Hıristiyanlığı, komü­nizm, "Atatürk'ün laikliği" ve Siyonizm. Bütün haber ve yo­rumlar bu dört düşman temelinde oluşturuluyordu. (Armstrong, s. 290)
Sedat yönetimi, üniversitelerdeki Nasırcı, solcu öğrenci egemenliğini kırmak için, Biraderlere desteğini esirgememişti. Okullarda örgütlenerek solcu ve Nasırcı öğren­ciler baskı altında tutuldu
Örgüt üniversiteliler için yaz kampları ku­rarak, buralarda dini ve bedensel eğitimler veriyordu. Kadınların, erkeklerin kendilerine özgü kıyafetleri vardı. Kız öğrenciler türban, uzun kara par­dösüler giyiyorlar, bunları İslama dönüş, benliğine dönüş olarak, kendilerini ötekilerden ayıran üniforma­lar olarak kabul ediyorlardı. Örtünen kız öğrencilerin sayısı arttığı zaman, bu Batı uygarlığına karşı direnişin bir işareti ve İslama kayıtsız şartsız itaatin başlangıcı olacaktı. (Kepel, s. 88)
Üniversitelerde güçlen­dikçe örtünmeyen öğrencilere saldı­rılar başladı. So­kaklarda, meydanlarda, halka açık yer­lerde toplu namaz gösterileri, Hıristiyanlara, türban tak­mayan kadınlara, sinemalara, tiyatro­lara saldırılar yoğun­laştırıldı. Hıristiyanların iş yerleri soyuluyor, yağmalanı­yordu. İslamcıların rehberi konumundaki kör İmam Şeyh Ömer Aburrahman, cihada mali kaynak sağlamak için Hıristiyan kuyumcuların soyulmaları, gerekirse öldürülmeleri yolunda fetva veriyordu.(Kepel,s. 320)
Özellikle cuma namazları pro­paganda amaçları için etkili olarak kullanılıyordu.
Sedat’ın ABD ve Suud yönetiminin politikaları doğrultusunda Mısır’a islami bir kimlik kazandırma çabaları, Nasırcı, ulusalcı, laik kesimleri susturmuş olmasına karşın, Müslüman Kardeşlerin beklentileri çok daha ileri boyutlardaydı. Öncelikle üniversite gençliği içerisinde tam bir egemenlik kurmayı amaçlamışlardı. Bunu kısa sürede başardılar.
DÜNYA İSLAM BİRLİĞİ
1962 yılında Mekke’de Suutların desteği ile kurulan Dünya İslam Birliğinin kurucuları arasında Hasan al Banna’nın damadı Sait Ramazan, Pakistanlı Mavdudi, 1920’lerden beri İngilizlerin ajanlığını yürüten, daha sonra ayda 50 bin mark (bir Alman generalinin yıllık maaş toplamının iki katı) maaşla Nazilerle işbirliği yapanFilistin müftüsü Hacı Amin el Hüseyin, Yemenli İslamcı Abdul Rahman, Suudi Arabistan Baş Müftüsü Muhammet ibn İbrahim el Şeyh gibi adlar vardı.
Birlik dünya İslam hareketini yönlendirme görevini üslenmişti. Bu amaç için büyük fonlar oluşturuldu, özellikle 1972’de kurulan Dünya Müslüman Gençlik Meclisi ile yakın işbirliği içerisine girildi. Avrupa Milli Görüş Teşkilatının bu örgüt içerisinde etkili olduğu bilinmektedir.
Alman Anayasayı Koruma Kurulunun saptamasına göre, Suud rejimi her yıl 4 milyar doları İslamcılığın yayılması için ayırmaktadır. Bu paranın üçte ikisi İslamcı vakıflara veriliyor.
Medine İslam Üniversitesi (1961) ve Kral Abdul Aziz Üniversitesi (1967) ile kurucuları arasında Türkiye’nin de bulunduğu, Davutoğlu ve şimdiki YÖK başkanının çalıştğı, Malezya İslam Üniversitesi, İslamcı eğitimin uluslararası merkezidir. Ülkelerinden kaçan Müslüman Kardeşlerin ders verdiği ve eğitim gördükleri yer bu üniversitelerdir.
TEODEMOKRASİ
Müslüman Kardeşler örgü­tüne benzer bir örgüt, Pakistan’da Mavdudi tarafından, Cemaat-ı İslamiye adıyla kur­ulmuştu. Mavdudi, ulusalcılığın putperestlikle eş oldu­ğunu, sahte tanrılara tapınmak olduğunu savunmuş, Batı tipi demokra­siyi reddederek, "teodemokrasi" diye bir kavram da ortaya atmıştı. Banna’nın izleyicisi olan Mavdudi'nin görüş­leri 1951'den itibaren Mısır'da yaygınlaşmaya başladı. Mavdudi'nin bu görüşleri, Müslü­man Kardeşleri büyük ölçüde etkilemişti.
Mavdudi (1903-79) İslam’ın büyük tehdit altında olduğu, yokolma tehlikesiyle karşı kar­şıya bulun­duğu savıyla ortaya çıkmıştı. Bunun için gerçek müslü­manların kenara çekilmemeleri, politikayı başkalarına bı­rakmamaları gerektiğini savunuyordu. La dini (dinsiz) la­iklere karşı mücadelenin acil olduğunu söylüyor, Tanrının yasalarına karşı gelenlerle mücadele etmenin yalnızca bir hak değil, bir görev olduğunu savunuyor, silahlı mücadeleye hazırlanmak gerektiğini savunuyordu.
İslam radikalizminin en etkili ideologlarından biri de Seyyid Kutb'dur (1906-1966). Öğretmen eğitimi alan Kutb, Eğitim Bakanlığında müfettişlik yaparken Ame­rika’ya gönderilmiştir. Kutb, Müslüman Kardeşler örgütüne l951 yılında katılmıştır. Bu tarih ABD'den dönüşünün bir yıl sonrasıdır. Kendisi bu tarihi "1951'de doğdum" diye niteler. Nasır'a yapılan başarı­sız suikasttan sonra tutukla­nır ve 25 yıl ceza alır. 1964'te Irak lideri Abdul Salem Arif'in arcılığı ile ser­best bırakılır. 1965'te ikinci bir sui­kast girişimi so­nunda idama mahkum edilir ve l966'da idam edilir.
Seyyid Kutb, bağnaz bir Mustafa Kemal düşmanı olarak tanınır. Ona göre, Batılı güçler M. Kemal’i İslamdan kurtulmak için öne sürmüşlerdi. Öteki İslam ülkeleri Türkiye örneğini izlemedikleri için Nasır’ı des­teklemişlerdi.
DİNDARLAR İLE LAİKLERİ BİRARADA OLMAZ
Seyyid Kutb, dindarlarla laiklik taraftarlarının aynı top­lumda yaşamalarının olanaksız olduğunu söylü­yordu. Dolaysıyla, Müslümanlar, öncelikle bu tür yönetimleri devir­mekle yü­kümlüydüler. Komünizm tanrıtanımazdı, demok­rasi ise, Tanrı nizamının gaspedilmesiydi. Bütün bunlar cahiliyenin gös­tergeleriydi. Tanrının yerine insanlığa tap­maktı. Muham­met zamanında “cahiliye” bilgisizlikten kaynakla­nıyordu, şimdiki cahiliye ise Tanrıya bilinçli baş­kaldırıştı. (Karen Armstrong, The Battle for God, s.239)
Kutb, laiklerle dindarların aynı toplumda birarada yaşayamayacağını söylüyordu. Bu nedenle de, Müslü­manların laik devlete karşı başkaldırmaları gerektiğini sa­vunuyordu. Demokrasi de ona göre Batı icadıdırulusçuluk da. İslamı yozlaştırmak için kulla­nılmaktadır. Esas olan İslam dünyasının bir halife yönetiminde biraraya getir­mektir. Dünya ümmeti ırkaulusal değerlere değil, yal­nızca inanca dayanmak­taydı ve dünya inananlar ve inan­mayanların iki ayrı dünyası değildir. Bütün dünya inanma­yanlarla dolu ol­duğu için dar-ul harptır, cihat bütün dün­yayı kapsar.
On­lara göre örtünmeyen bir kadın "canlı bir şehvet" davetiye­sidir. "Bu ahlaksız kadınların çıplak bedenlerinden fışkı­ran ihtiras alevleri insanlığı yakarak küle çevirecektir." Kutb "insanlık bugün büyük bir genelevde yaşıyor" diyor. Bunu kanıtlamak için"basına, filmlere, moda gös­terilerine, güzellik yarışmalarına, dans evlerine, şarap barlarına, ya­yın istasyonlarına bakmak ye­ter." (Fi Zilal el Kuran, aktaran Armstrong, s.240)

BEGOVİÇ İZLEYİCİSİYDİ
Bosna islamcıların lideri Aliyah İzzetbegoviç, Kutb’un bağnaz izleyicilerinden biriydi. 1970 yılında yayınladığı İslami Bildirge’de“moderistlerin başarısızlığının simgesi, reformlarıyla Türkiye’yi ancak ‘üçüncü sınıf bir ülke’ yapmış olan Atatürk’tür.”(Giles Kepel, Cihad s.471.)
Başında da değinildiği gibi, Mısır’ı anlamak, Ortadoğu’yu anlamak: Mısır’ı çözmek Ortadoğu’yu çözmektir.
Mısır, evrensel bir boyut kazanmış olan İhvan (Müslüman Kardeşler) hareketinin merkezi olma özelliğini koruyor. Stratejik yaklaşımlara ilişkin değişik yaklaşımlar göstermesi, değişik adlar alması doğaldır. Ama temel amaç değişmemiştir.
Kökü yüzyıla yakın bir geçmişe dayanan bu hareket, Mısır’da siyasal ve toplumsal ağırlığını giderek artan bir yoğunlukta hissettirmektedir. Son seçimi boykot etmelerine karşın, 2005 seçimlerine yasaklı partisiyle katılan İhvan bağımsız adaylarla parlamentoya 88 temsilci sokarak en büyük grubu oluşturmuştu.
Terör” de tıpkı “demokrasi” gibi, amaca ulaşmanın bir aracı olarak algılandığına göre, “hür ve demokratik” seçimle iktidarı ele geçirmenin ne sakıncası olabilir ki? O nedenle “gömlek değiştirmenin” tam da zamanıdır. “Ilımlı İslam gömleğine”Washington’un fazla bir diyeceği yok. İştahla sahneye sürülen bir Türkiye örneği var!
Ne var ki, gömleği değiştirmekle içindeki değiştirilmiş olmuyor. Türkiye bunun da örneği!
İhvanın Enver Sedat’ın öldürülmesinden bugüne uzanan kanlı izini sürdüğümüzde gövdesinin fazla değişmediğini görürüz. 1987’de eski içişleri bakanı Hasan Abu Bava ve haftalık el-Mussava’nın başyazarı Nabavi Ahmet öldürüldü. 1990’da Parlamento Başkanı Rıfat Mahcub, 1992’de laikliği savunan Farac Foda öldürüldü. 1994’te Nobel ödüllü yazar Necib Mahfuz evinin önünde bıçaklandı. Sağ kolu sakat kaldı. El Ezher ulemasından Şeyh Zahari’yi kaçırarak öldürdüler.
1996’da 12 yaşında Müslüman Kardeşler örgütü mensubu olarak hapsedilen İslam tarihi profesörü, Nasır Abu Zeyd, “cin”lerin var olmadığını söylemesi üzerine, mahkemeye verildi. Mahkeme Profesörün dinden çıktığına karar verdi. Bununla kalmadı, Müslüman olmayan birinin Müslüman bir kadınla evlenemeyeceği gerekçesiyle boşanmalarına karar verdi. Bu kararı da yetersiz bulan Müslüman Kardeşler, Abu Zeyd’in öldürülmesi gerektiğini söylediler. Eşi de bir üniversite profesörü olan Zeyd ailesi Hollanda’ya sığınarak canlarını kurtardılar.
1997’de Luxor’da 58 turisti ve 4 Mısırlıyı öldürdüler.
Öldürdükleri Hıristiyan kökenli kuyumcular, eczacılar, örgütten ayrılanlar saymakla bitmez. Ama daha birkaç hafta önce İskenderiye’de Noel nedeniyle kilisede ibadet eden 21 Hırıstiyanı öldürüp, 48’ini yaraladılar.
YETMEZ AMA EVET
Bugün Kahire’de Tahrir Meydanına toplanan yüz binleri, yoksul Mısır fellahının “demokrasi” ve “özgürlük” sevdasına yoracak olanlar çıkacaktır. Bir Babil kulesini andıran bu toplantılarda, “yetmez ama evet” diyen bir kesim aydın, İhvanın gazabından korkarak katılan gayri-müslim vardır kuşkusuz. Ama büyük bir disiplin içerisinde, kimlik kontrolü yapan, yiyecek, su yardımı yapan, güvenlik güçlerine karşı direniş broşürleri dağıtan örgütlü direnişin Ihvan tarafından yapıldığından da kuşku yok.
ABD’nin yeni politikalarının oluşmasında belirleyici rol oynayan ünlü uzman Samuel Hantington Uygarlıklar Çatışması adlı kitabında, Türkiye’nin Kemalizmi terk etmesi, Ortadoğu’ya yönelik, islamcı politikalar izlemesi gerektiğini vurgulamıştı. Ardından, Ortadoğu’da CIA’nın karargah kurduğu Türkiye masası şefi Graham Fuller, aynı doğrultuda bir kampanya başlatmıştı.
Kampanya kendine üç hedef seçmişti: Ulus Devletlaiklik ve bu ikisini kaynaştıran Kemalizm. Bir başka anlatımla, TC’yi oluşturan bu üç ayak, yıkılması gereken hedefle seçilmişti. Ve bu üç hedefe dört bir yandan ateş başladı. Fuller’in son kitabının adı da, Türkiye Cumhuriyetinden farklı olarak, Yeni Türkiye Cumhuriyeti.
Halifeliği ortadan kaldıran laik Türkiye ve onun öncüsü Mustafa Kemal, İslam radikalizminin günümüzde de baş hedefi olama özelliğini korumaktadır.
Gerçekten de, cemaatler koalisyonundan oluşan AKP, etnik gruplarla ittifak içinde, “demokrasinin” kimlik pazarlıklarına dönüştürdüğü gözlemleniyor.
ILIMLI İSLAM
Kuşkusuz gelinen bu nokta, bölge ülkelerinin değişmeyen, ortak yazgısı oldu. Demokratik bilinci toplum katmanlarına yerleştirmeyen/yerleştiremeyen (sahte) ulus-devlet yönetimleri, yada ulusalcı diktatörlükler, etnik kökenli kabile milliyetçiliği, karşılarında, siyasal ideoloji olarak İslamcılığı buldu. İslamcılık, ulus-devleti yadsıyorken, demokrasiyi ve onun vazgeçilmez koşulu olan laikliği de yadsımış oluyordu.
İslamın “ılımlı” yanı küreselleşen dünya için yaşamsal önem taşıyordu. Yeni dünya düzeninin sürdürülebilmesi, siyasal islamın pazar ekonomisi ile bütünleşmesine bağlıydı.
Yeni koşullarda, Ortadoğu’nun değişen dengelerinin yeniden biçimlenmesi gerekiyordu. Türkiye, bu biçimlenmede kilit konumunda tasarlandı. Ortadoğuda Şii-Sünni çatışmasında Sünni islamcı bir Türkiye, hızla bölgesel bir süper güç haline gelen İran karşısında, Sünni İslamcıların liderliğine soyunduruldu. Bu, bir anlamda, Arap liderliğine de soyunmak demekti. O nedenle, Türkiye, ekonomik olduğu kadar, siyasal olarak da, bu projeye uygun olarak yeniden yapılandırıldı.
Gerçekten de Ortadoğu sahnesinde Türkiye, ancak İslami bir kimlikle rol alabilir. Ona bu kimliği kazandıracak olan siyasal güç de, Türkiye’de, yalnızca AKP’dir. Çünkü AKP’nin, milli görüşten gelen köktenci İslamcı hareketlerle geleneksel bağlantıları biliniyor. AKP’nin önde gelen kadrolarının Müslüman KardeşlerHamas, İran’daki molla hareketiyle, Afganistan’da Taliban ile, Çeçenistan ve Bosna’daki İslamcı radikal hareketlerle, Cezayir’deki Selamet Ordusu ile, daha sonraları da Malezya’daki İslamcı parti ile olan ilişkileri, geçen yüzyılın son çeyreğine kadar uzanmaktadır.
Bugün de İslam dünyasının gönüllü koruyuculuğuna soyunan Türkiye, iki yüz yıldır rotasını çevirdiği Batı yönünü değiştirerek, Ortadoğu’nun geleneksel bir İslam ülkesi kimliğiyle “Yeni Osmanlıcılık” oynuyor.
Türkiye’yi bozulan bu denklemin içine yerleştirmek kaçınılmaz hale geliyor.
Ama hangi Türkiye’yi?
Vahap Erdoğdu
Odatv.com

0 yorum:

Yorum Gönder