23 Nisan 2011 Cumartesi

İki Fotoğraf - İlhan Selçuk

 İki Fotoğraf
Enver Paşa son günlerde pek çok yazıya esin kaynağı oldu ve tartışmaya yol açtı.


Deniyor ki:


Enver Paşa ve İttihatçı arkadaşları, koskoca bir imparatorluğu batırdılar.


Bugün o “koskoca imparatorluk”tan iki fotoğraf yansıtmak istiyorum.


*


Mithat Paşa’nın anılarından:


“Abdülhamit zamanında (Irak’ta) Viranşehirli İb­rahim Paşa ile Cezireli Mustafa Paşa birer hü­kümdar gibi saltanat sürmekte idiler. Hamidiye Alay­ları’nda paşa rütbesi taşıyan bu iki şaki, fesatlarını serbestçe yürütebilmek için Yıldız Sarayı adamları­na rüşvet veriyorlardı. Böylece Yıldız’a güvenerek kendi aralarında muharebeler yaparlar ve hiçbir tâkip görmezlerdi. Fazla olarak hatta o civardaki ordu ve hükümet kuvvetlerinden yardım bile görüyorlar­dı. Mesela İbrahim Paşa 1901’de Şıhar ve Elahef aşi­retlerini vurdu. 10 binden fazla koyun ve yüzlerce at toplayarak aşiret halkını da büyük ölçüde öldürdü. Bunun üzerine onun hasmı olan Mustafa Paşa başka Kürt paşaları ile anlaşarak İbrahim Paşa üzerine yürüdü. Fakat bu defa da İbrahim Paşa, Yıldız Sarayı’ndaki adamlarını harekete getirerek 1500 piyade ve 500 süvari kuvvetinde devlet askerinin kendi­ne yardıma verilmesini sağladı.


Cezireli Mustafa Paşa da boş durmuyordu. Mu­sul etrafındaki 50 kadar İslam ve Hıristiyan köyünü iki sene içinde yaktı yıktı, tahrip etti.”


Osmanlı’nın Musul yörelerindeki hali bu!..


Ya Batı’ya dönük yüzünde ne var?..


*


Esat Cemal Peker’in “40 Yıllık Hariciye Hatırala­rı” kitabında yazıyor:


“1896’da Galatasaray Sultanisi’ni bitirerek Hari­ciye Nezareti’ne girdim. Her kalemde yüzlerce efen­di kayıtlıydı. Ama işine devam eden pek azdı. Pek mahdut sayıda devam edenler ancak öğleden son­raları gelirlerdi. Tahrirat-ı Hariciye Kalemi Müdürü bir Ermeniydi. Ve kalemdeki memurların bir şeyler öğrenmelerini engellemek için elinden geleni yapar, Türk memur yetiştirmek istemezdi.


Ama ben nihayet kalemde mümeyyiz (kalem şefi) olabildim. 1901 yılında da Londra Sefareti’ne me­mur edildim. Londra’ya gittim. Londra Sefirimiz Musürüs Paşa isminde bir Rumdu. Bunun babası Musürüs Paşa da daha önce Londra’da sefirimiz imiş. Fakat bizim sefirimiz Rum olmakla kalmıyordu; faz­la olarak Türkçe de bilmiyordu. Etrafındaki memur­lar arasında da Türkçe bilen yoktu. Gerçi (şair) Abdülhak Hâmit, Sefaret Müsteşarı sayılırdı, ama se­farete uğramazdı. O buraya Abdülhamit tarafından İstanbul’dan uzaklaşsın diye, sanki ikamete memur olarak gönderilmişti. Abdülhak Hâmit’in oğlu da ikin­ci kâtip olarak sefarette memurdu. Fakat o da dışarlarda büyüdüğü için Türkçesi çok kıttı. Tueni Bey adında bir ikinci kâtip daha vardı ki hem Türkçe bil­mezdi, hem amatör memurdu. Tueni Bey bir Suri­yeli idi. Onu buraya Abdülhamit sarayının en şerir adamı olan Arap İzzet Paşa tayin ettirmişti. Tek ke­lime Türkçe bilmezdi. Mevsim kuşları gibi senede bir defa görünür, sonra kaybolurdu. (...) Kala kala bir üçüncü kâtip Danyal Bey kalıyordu. Danyal Bey de Moda Koyu’nda zengin Levantenler arasında büyü­müştü. Gayet çetrefil bir Türkçe konuşuyordu. Kı­yafeti de bir tuhaftı. Yani yaradılışındaki tuhaflık kı­yafetinde de görünüyordu. (...) Sefaretin kadrosu­nu tamamlamak için Recai Efendi’yi de unutmamak gerekir. Recai Efendi sefarethanenin imamı idi. Siv­ri bir sakalı vardı. Fevkalade şıktı. Londra’nın en bü­yük terzisi Pool’dan giyinirdi. Başından silindir şap­kayı eksik etmezdi.”


Londra o yıllarda dünyanın merkezi sayılıyordu, ama, Osmanlı’nın haline bakın!..


*


İki fotoğraf ‘koskoca’ imparatorluğun durumunu anlatmaya yeter!..


İkinci Abdülhamit bu yarı sömürge ülkenin başın­da saray entrikalarıyla vaziyeti idare etmeye çalışı­yordu; Enver ve arkadaşları bu mirası üstlendiler.


Bir Mustafa Kemal çıkmasaydı ne olacaktı?..

0 yorum:

Yorum Gönder