Emperyalizmin yaşadığımız coğrafyada etnik, dinsel, mezhepsel kimlikleri kullanması yeni değildir. Geçmişte İngiltere’nin, Fransa’nın, Almanya’nın yaptığını günümüzde AB yapmaktadır.
Wilson Prensipleri ile Sevr Antlaşması ile gündeme gelen maddeler bu kez “açılımlarla” önümüze konmaktadır. Bu yüzden Kürtlere yönelik açılım aslında yeni bir proje değildir. Özerklik verilmesi, Hürriyet ve İtilaf’tan beri gündemdedir. Arkasında o zaman önce İngilizler, sonra da Wilson Prensipleri ile ABD varken, günümüzde bu ikisinin yanına Avrupa’nın diğer güçleri ve İsrail de eklenmiştir. Sözde sivil toplum faaliyeti olan, gerçekte ise istihbarat örgütlerinin yan kuruluşu olarak çalışan Nobel ödüllü “Akil Adamlar”, Bağımsız Türkiye Komisyonları, yerli ve yabancı binlerce gazeteci, uzman, öğretim üyesi, kanaat önderi de onlara destek olmaktadır. Hem de milyonlarca dolarlık fonlar ve büyük medya desteği eşliğinde. Bu konuda olağanüstü yazılı, sözlü ve görsel faaliyet yürütülmekte, müthiş bir saptırılmış bilgi, yönlendirilmiş bilgi, yalan- yanlış bilgi bombardımanı yapılmaktadır. Örneğin, Cumhuriyet’in kuruluş sürecindeki ilk adımlardan biri olan Erzurum Kongresi’nin 54 delegesinden yarıdan fazlasının Kürt kökenli olduğu unutturulmuş, ama “TBMM’nin 10 Şubat 1922 tarihinde 64 hayır oyuna karşılık, 373 evet oyuyla Kürtlere özerklik verdiği” yönünde, İngiliz istihbaratı tarafından bir bilgi imal edilmiştir.
“Akil adamların” Güneydoğu’daki sorunla bu kadar yakından ilgilenmeleri, bir süre sonra ABD’nin ve AB’nin Türkiye’nin önüne tam üyelik şartı olarak Kıbrıs’ın feda edilmesinden sonra, Güneydoğu Anadolu’nun da feda edilmesi şartını koyacaklarının işaretidir. Bu “akil adamların” üslubundan, arabuluculuğundan, kolaylaştırıcı rolünden, çözüm öneren tavrından Türkiye için hayırlı sonuçlar çıkmaz. Hele bir de “Akil Adamların” başkanının Finlandiya Eski Cumhurbaşkanı Marti Ahtisaari olduğu, bu grupta Soros’un Açık Toplum Vakfı gibi kuruluşların da bulunduğu düşünülürse, akla hemen Yugoslavya’nın bölünmesiyle Gürcistan, Ukrayna ve Kırgızistan’da yaşanan turuncu devrimler gelir. ABD, 4 Temmuz 2003’te Süleymaniye’de Türk askerinin başına çuval geçirirken susanlar, susarak sadece Türk askerinin değil, Türkiye’nin saygınlığının da yerle bir olmasına katkıda bulunmuşlardır. Türk askeri üzerinden Türkiye’nin karizmasının çizilmesinin, açılımlar söz konusu olunca işe yarayacağını düşünmüşlerdir. Bu konuda haklı da çıkmışlardır. Askerinin başına çuval geçirilirken susanlar, İsviçre’de İsrail’e “one minute” diyerek prim yapmışlardır. Bunun Türkiye’de ve Arap dünyasında yankısı da olmuştur. Ama diplomatik bir kazanım sağlamamıştır.
Şurası nettir. Psikolojik savaş ordudan önce millete karşı açılmıştır. Halkın ortak bilinci yeniden yapılandırılmıştır. Halk duyarsızlaştırılmış, ortak kültürü, ortak algısı, ortak tepkisi köreltilmiştir. Duyarsızlaştırılan toplum, zamanla uyuşmuş, tepkisizleşmiş, alışmış, kanıksamıştır. Giderek de uydulaşmaktadır. Bu süreçte ortaklık, birlik, bütünlük çöksün diye, önce ortak tarih, ortak bellek, ortak bilince hücum edilmiştir. Ermeni açılımı, Kürt açılımı, Alevi açılımı, Roman açılımı, Patrikhane açılımı, Ruhban Okulu açılımı, Kıbrıs açılımı, Kuzey Irak açılımı birbirini izlerken, ülkenin ekonomik olarak zayıflaması tesadüf değildir. Açılımların yapıldığı coğrafyayla ülkenin yeraltı kaynaklarının haritası arasında doğrudan ilişki vardır. Kürt kökenli vatandaşlara, yurttaşlık bağı üzerinden değil de din ve/veya etnik köken üzerinden bağ kurma siyaseti, ılımlısından radikaline İslamcı hareketlere yaramıştır. Ama ulus devlete, laik Cumhuriyete, üniter yapıya yaramamıştır. Bu yanlış tercih, ulusal bütünlüğe zarar vermiştir. Sosyalist ve sosyal demokrat solun bir kısmının da kolaya kaçarak etnikçilerin, mezhepçilerin peşine takılması, tarikatları sivil toplum örgütü, gericiliği özgürlükçülük olarak selamlaması büyük bir yanlış olmuştur. Şiddete karşı açıktan tavır almayan, etnik bölücülüğe karşı yüksek sesle karşı çıkmayan sol, sadece sınıf siyasetinden, emekçilerden değil, halkın çok büyük bir kesiminden kopmuş, itibarsızlaşmıştır.
Geçmişte
Erdal İnönü’nün SHP’sinin hızla erimesinde HEP ittifakının payı büyüktür. Bu girişim halka anlatılamamıştır. Murat Karayalçın’ın siyasi hayatının bitmesinde, genel başkanı olduğu yeni SHP’nin, PKK’nın siyasal uzantısı olan partiyle ittifak yapmasının etkisi önemlidir. Nitekim Karayalçın’ın koltuğunu Cem Boyner’in Yeni Demokrasi Hareketi’nin genel başkanlığını da yapan liberal Hüseyin Ergün’e devretmesi tesadüf olmamıştır. Karayalçın ve Ergün gibi etnikçi siyasetten medet uman liberal anlayış Ufuk Uras için de geçerlidir. Geçmişte ÖDP’den EMEP’e kadar etnik siyasetin peşine takılan, orada bulunan yüzde 6-7 dolayındaki oyun üzerine oturmayı hesaplayan hiçbir siyasal parti başarılı olamamıştır.Dahası sınıf siyasetinin ikinci plana atılmasına yol açmıştır. Emekten, eşitlikten, bağımsızlıktan, antiemperyalizmden, 3. dünyayla- mazlumlarla dayanışmadan yana programların unutulmasına neden olmuştur. Bu yanlış tavır, zaten dışarıda SSCB’nin dağılması, içeride de 12 Eylül darbesinin yarattığı sarsıntıyı bir türlü aşamayan solu daha da küçültmüştür. Günümüzde BDP’nin adeta memur kolları gibi çalışan KESK’in zayıflamasını, bu örgütün en güçlü sendikası olan Eğitim- Sen’deki güç kaybını başka türlü açıklamak mümkün değildir.
BOP’un uzantısı açılımlar
BOP eşbaşkanı da olan bir başbakanın önce danışmanı sonra da Dışişleri Bakanı olan Ahmet Davutoğlu, “ağabey” dediği Barzani için “Irak Kürdistan Bölgesi Başkanı” sıfatını kullanarak, açılımların boyutunu da ortaya koymuştur. Türkiye’ye en büyük tehdidin yöneldiği bölgeye Türkiye açılım yaparak, ekonomik yatırım gerçekleştirerek, bu amaçla özel sektörü teşvik ederek, kendi ayağına kurşun sıkmaktadır. Bu siyasi açılım ve ekonomik destek ülkemize şehit cenazesi olarak dönmektedir. Türkiye, kendi düşmanını beslemektedir. Bu durum bize Trablusgarp Savaşı’ndaki harcamalarının büyük bölümünü Düyun-u Umumiye’den gelen parayla karşılayan İtalya örneğini anımsatmaktadır.
Bu oyunda Barzani’nin İsrail’le ilişkilerine özellikle dikkat etmek gerekir. Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu bölgesiyle oldum olası yakından ilgilenen, bu ilgisini de dini, iktisadi, siyasi, askeri gerekçelerle açıklayan İsrail, BOP’un kazançlı çıkan ülkelerindendir. Zira BOP, BİP yani Büyük İsrail Projesi olarak da nitelenebilir. Çünkü kurulacak olan Kürt devleti, İsrail’e kardeş olacak, onun güdümüne, denetimine verilecektir. Büyük Ortadoğu Projesi’nin gereği olarak Türkiye’de öne çıkarılan Neo- Osmanlıcılık ve Ilımlı İslam projeleri de gerçekte Büyük İsrail Projesi’ne hizmet eden projelerdir. Bu kapsamda ABD’de, İngiltere’de, bazı Avrupa başkentlerinde hilafetin tartışılması, Türkiye’de yeniden hilafet makamının kurulmasının önerilmesi, ABD’nin güdümündeki Arapların da bu konuda ikna edilmesi gündeme getirilmiştir. Biraz tarih okuyan herkes, Arapların Türkiye’de yeniden gündeme gelecek bir hilafet çatısı altında toplanmak şöyle dursun, bunu ciddiye almayacaklarını bilse de, bu tür zihin egzersizlerine karşı hep uyanık olmak gerekir. Nitekim “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” kitabında Türkiye’ye yeni model ve rol biçen Graham Fuller de bu işin içindedir. Çünkü bu projelerin hepsi ABD patentlidir. Atadan, dededen, babadan emperyalizm işbirlikçisi olan Barzani, Talabani gibi aktörlere de rol vermektedir. Kısacası Kürt, Ermeni, Alevi, Roman, Süryani, Kıbrıs vb. açılımların milli değil, gayri milli projeler olduklarının en önemli kanıtlarından biri de bu açılımların ve iktidarın en büyük destekçilerinin ABD, AB, Yunanistan, Ermenistan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Talabani ve Barzani olmasıdır.
Demokratik açılım projesi, demokratik özerkliğin ve onu izleyecek etnik bölünmenin ön adımıdır. İktidar, zaten bu projenin partisi olarak kurgulanmış, kuruluşundan çok kısa süre sonra da iktidara getirilmiştir. Yapısı, örgütsel işbölümü, kadroları buna göre oluşturulmuştur. Küreselleşmenin bir adının da yerelleşme, şehirleşme olduğunu sık sık dikkat çeken dünya egemenleri, Türkiye’yi etnik, dinsel, mezhepsel kimlikler üzerinden bölmek için siyaseti kullanmaktadır. Feodal bağları, alt kimlik aidiyet ve mensubiyetlerini kışkırtmayı, kaşımayı demokrasi, liberalizm, özgürlük olarak sunmaktadır. Şehirleşme kapsamında İstanbul’un sadece finans merkezi, Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti olarak değil, New York eyaletinin yurt dışında ilk temsilcilik açtığı anakent olarak değil, kozmopolit yapısıyla da gündeme geldiğini unutmamak gerekir. Çünkü son 20 yıl içinde İstanbul’a çoğunluğu Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan olmak üzere toplam 7.5 milyon insan göç etmiştir. Günümüzde İstanbul Kürt kökenli yurttaşlarımızın oransal olarak değil ama sayısal olarak en çok bulunduğu kent haline gelmiştir.
Açılımlar kapsamında Birleşmiş Milletler İkiz Sözleşmeleri’nin imzasının da manidar olduğu açıktır. TBMM uzun yıllar imza koymadığı bu sözleşmeleri, 4 Haziran 2003’te imzalamıştır. 15 Temmuz 2004 tarihinde de Kamu Yönetimi Temel Kanunu çıkarılmıştır. Bunun amacı da merkezi devleti zayıflatıp, yerel yönetimleri güçlendirmektir. 25 Ocak 2006’da ise Kalkınma Ajansları Yasası çıkmıştır. Türkiye’yi 12 eyalete bölen bu yasanın amacı, ekonomik gelişmeyi hızlandırmak şeklinde açıklanmıştır ama sonuçta ulusal ve merkezi devlete bir darbe daha vurulmuştur. ABD Büyükelçisi Jeffry’nin, bu yasalara karşı direnen CHP’nin önceki genel başkanı Deniz Baykal’a yaptığı ziyarette anayasanın 3. ve 42. maddelerinin kaldırılmasını istemesi de büyük oyun kapsamında ele alınmalıdır. AB’nin, 6 Ekim 2004 tarihli ilerleme raporunda, üyelik halinde Fırat ve Dicle nehirleriyle bunlar üzerindeki barajların ve sulama planlarının idaresinin uluslararası yönetime bırakılmasını ve bu konuda komşu ülkeler ve İsrail ile işbirliği yapılmasını istemesi ise fotoğrafı tamamlamaktadır.
Türkiye Güneydoğu’da düşük yoğunluklu savaşla mücadele ederken, Türk ulusu da yüksek yoğunluklu psikolojik harple önemli ölçüde çözülmüş, zayıflamış, kimlik kaybına uğramıştır. Psikolojik harp kapsamında, tüm beşinci kol faaliyetleri ve karanlık savaş yöntemleri uygulanarak, sıcak savaşla varılamayacak hedeflere ulaşılmıştır. Küreselleşme sürecinde yerelleşme öne çıkarılıp, etnik ve dinsel kamplaşmalar gündeme gelirken, ekonominin de direnci azalmıştır. Ve bu durum kaçınılmaz olarak kendi hukuki ve idari yapısını dayatmıştır. Türkiye’nin yaşadığı siyasal bunalımın özeti budur.
DR. BARIŞ DOSTER
0 yorum:
Yorum Gönder