17 Mayıs 2011 Salı

TÜRKİYE, TÜRKİYE’DEN YÖNETİLMİYOR ARTIK… - ALİ ERALP


1945’lerden bu yana yabancılar, iç ve dış politikamıza yön vermeye çalışıyorlar. İşimize burunlarını sokuyorlar.Ekonomimizde, kültürümüzde, siyasetimizde onlar var. Köylerimizde, kentlerimizde, dağlarımızda, ovalarımızda, aşımızda, ekmeğimizde, gıdamızda, havamızda onlar var.
Kene gibi yapışmışlar gövdemize… Kanımızı, iliğimizi sömürüyorlar… Azar azar, yavaş yavaş, canımızı alıyorlar…
Meclisimizin iki adım ötesine konuşlanmışlar. Bir yandan bilgi topluyorlar, bir yandan yeni yeni Ergenekon, Balyoz senaryoları hazırlıyorlar. Bir yandan da onun bunun yatak odasını gözetleyerek, kaset tertipleri düzenliyorlar.
Bu arada PKK ile ortaklaşa Türkiye’yi parçalama çalışmalarını yürütmeyi de ihmal etmiyorlar. Türk-Kürt Federe İslam devletini oluşturmak için geceyi gündüze katıyorlar. İktidar için yol haritaları çiziyorlar.
En iyi petrol yatakları, en iyi su kaynakları nerelerde var; en iyi maden hangi dağdan, hangi ormandan çıkarılır, kimler kişisel menfaati için vatanını satar? Bu konular onların uzmanlık alanına girmektedir.
Ayrıca, yer altı ve yerüstü zenginliklerimizi karış karış, santim santim, bölge bölge araştırıyorlar. İnceliyorlar. Irak, Afganistan gibi, ileride Türkiye’yi de işgal ettiklerinde kullanmak üzere belgeliyorlar. Bulunan zengin petrol kuyularını şimdiden betonlarla kapatmışlar…
Ülkemiz, bu kan emicilerle 1950’lerde, DP’nin iktidar olması ile tanıştı. Ama ne tanışma… Bir tanıştık, pir tanıştık. Bağrımızda beslediğimiz hainler sayesinde, elimizi verdik, hâlâ kolumuzu kurtaramıyoruz.
O yıllarda NATO’ya girdik. Asker gönderdik Kore’ye. “Küçük Amerika” olma sevdasına o yıllarda kapıldık.
Atatürk’ün komşularımızla ve “mazlum milletler”le birlikte emperyalizme karşı hareket etme politikasını o yıllarda terk ettik. O yıllarda, Cezayir Kurtuluş Savaşında sömürgeci Fransa’nın tarafını tuttuk.
Bu arada 2002’de AKP’nin iktidara geçmesi ile emperyalizme bağımlılığımız daha da arttı. Kurşun asker olduk. Ne isterlerse, ne emrederlerse, “baş üstüne” diyoruz. “Otur” diyor, oturuyoruz, “Kalk” diyor kalkıyoruz.
“Git, Öcalan, Talabani ve Barzani ile görüş, Kuzey Irak kukla devletini tanı” diyor, tanıyoruz. “Ermenilere, Rumlara, papazlara yumuşak davran” diyor, yumuşak davranıyoruz. Dağdan inen eşkıyaları davulla, zurnayla karşıla diyor, karşılıyoruz. Bir de üstüne üstlük, ayaklarına seyyar mahkemeler götürüyoruz. Başımıza çuval geçiriyorlar, sesimizi çıkarmıyoruz Çıkaramıyoruz. Kırmızı çizgilerimiz yok oldu.
Süt dökmüş kedilere döndük…
Ne bağımsızlığımız kaldı, ne onurumuz.
Tam bağımsız bir devlet olmanın, Türk olmanın onurunu ve gururunu sadece Mustafa Kemal Atatürk döneminde yaşadık.
O zamanlar, başımız dik, alnımız ak, tüm uluslarla saygın ilişkiler, eşit koşullar içerisinde yürütüyorduk dış politikamızı. Ne kimsenin bir karış toprağında gözümüz vardı ne de kimse bizim bir karış toprağımıza göz dikmişti.
“Yurtta barış, dünyada barış”tı ilkemiz.
Amerika, Fransa, İngiltere o yıllarda da saldırgan ve sömürgeci bir politika izliyordu. Emperyalist siyaset o yıllarda da yürürlükteydi. Onlar, dünyayı etnik, dinsel temelde ayrıştırıp, zayıflatmak, sonra da ülkelerin yönetimini ele geçirip, yer altı ve yer üstü kaynaklarını talan etmek için her yolu deniyordu.
Yani “böl, yönet” siyaseti, Atatürk zamanında da vardı.
Ama o yıllarda bu kadar çok hain, işbirlikçi, vatan satıcısı yoktu ülkemizde. Kimse bir karış toprağını, el emeği, göz nuru sanayi kuruluşunu yabancılara peşkeş çekmiyordu.
Bu nedenle, Batı’lı güçler, ülkemize edepli, saygılı bir biçimde davranıyor, burnunu ne dış işlerimize ne iç işlerimize sokabiliyordu.
Çünkü o yıllarda devletin başında Gazi Mustafa Kemal Atatürk vardı.
Sonra devran döndü, devir değişti.
Damat Ferit’ler, Ali Kemal’ler yeniden türedi. Yerden biter gibi çoğaldılar. Yeniden tarih sahnesine çıktılar. Amerika’nın “Our Boys”ları, “Amerikan oğlanları”, Amerikanofiller ülkeye hâkim oldular. Partileri, sendikaları kapattılar. Tam bağımsızlık yanlılarını, devrimcileri işkenceden geçirdiler, hapishanelere doldurdular. Canlarına kıydılar.
Amerika’yı kıble yaptılar.
ABD As Başkanının emrinde bir Eşbaşkan yönetiyor bugün ülkemizi. BOP eşbaşkanı olduğunu defalarca tekrarlayan bir başbakan. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın coğrafyasını Amerika ile birlikte değiştirmeye çalışıyor. Bu projenin içerisinde elbette Türkiye de var, Kürdistan’ın oluşumu da var.
Onun için, Başbakanın bir ayağı Amerika’da, bir ayağı Avrupa’da… İktidar olduğu sekiz yılda, tam 18 seyahat gerçekleştirmiş. Direktifler alıyor, direktifler veriyor. Kapalı kapılar arkasında sözler alıyor, sözler veriyor.
Gözü ve kulağı Amerika’da. Dış politikasını, iç politikasını ona göre ayarlıyor. Bir gün önce “NATO’nun Libya’da ne işi var?” diye soruyor, bir gün sonra Amerika’dan esen rüzgâra göre ağız ve yön değiştiriyor. “NATO, Libya’ya kardeşlik, demokrasi, insan hakları götürüyor, Kaddafi bir an önce ülkesinin menfaati için koltuğunu terk etmeli” diyor.
Türkiye bugün, Washington ve Brüksel’den yönetilen bir ülke haline gelmiştir. İç ve dış politika stratejisi bu merkezlerde hazırlanmakta, Türkiye’nin gideceği yön, varacağı menzil buralarda kararlaştırılmaktadır.

Türkiye, Türkiye’den yönetilmemektedir artık.


ALİ ERALP
Türkiye’nin Türkiye’den yönetilmesini istiyorsak eğer AKP’yi sandığa gömelim. Gözümüzü dört açalım. Hileye hurdaya, sandık oyunlarına meydan vermeyelim. Sandıkları onurumuz, namusumuz gibi koruyalım. Denetleyelim ve AKP’yi geldiği yere, yani Ortaçağın karanlığına yeniden gönderelim…

0 yorum:

Yorum Gönder