11 Ekim 2011 Salı

Atatürk’e Saldırmanın Dayanılmaz Hıyar Ağalığı

Bizimki ağa olsun da, varsın hıyar ağası olsun…
Ülke çoktandır “kendi kendine yeten nadir bir tarım ülkesi” olmaktan çıktı, tam bir hıyar bostanına döndü zaten. Eee, o zaman da emperyalist vahşet ile faşist dehşet kendine hemen bir ağa buldu, ona da bu bostanda elbette hıyar ağası olmak düştü.
Hıyar deyip geçmeyin…
14 Şubat 1949 günü Markopaşa gazetesini alanlar, gazetenin manşeti karşısında şaşkına dönerler:

“Markopaşa’nın Fevkalade Hıyar Sayısı”

Peki bu da nedir böyle?
Yola Sabahattin Ali ile birlikte çıkan Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz, Sabahattin Ali’nin Nisan 1948’de vahşice öldürülmesinin ardından Markopaşa’yı türlü zorluklara rağmen çıkarmayı sürdürürler.
Ve o günkü sayıyı “Özel Hıyar Sayısı” olarak çıkarmalarının nedenini de okurlarına şöyle anlatırlar:
“Ne yazsak Markopaşa’yı toplatıyorlar. On beş sayı çıkabilen gazetemizin yedi sayısını toplattılar. Biz de zülfiyare dokunmasın, güneşe karşı –desturun- su döküp de çarpılmayalım, evliyayı umuru incitip fincancı katırlarını ürkütmeyelim diye suya sabuna dokunmadan havadan sudan yazılar yazmaya karar verdik. Bundan sonra gazetemizin her sayısını meyve ve sebzelerin methine tahsis edeceğiz. Şimdiye kadar gazetemizi İçişleri Bakanlığı ve Adalet Bakanlığı toplattırdı. Bakalım bu sefer de Tarım Bakanlığı toplatacak mı? Gazetemizin bu sayısı hıyar sayısıdır. Baştan aşağıya kadar hıyarın ve hıyarların methiyesini bulacaksınız.
Hatta memleketimizin hıyarlarını rencide etmemek için onların aleyhinde bile bulunmayacağız. Gelecek sayımız da muşmula sayısı olacaktır.”
Gazetenin bu “fevkalade hıyar sayısı” bir kez çıktı ve üzerinden 60 yıl geçti; ama onca yıl içinde memleketteki “fevkalade hıyar sayısı” günden güne arttı.
Dünya, bu 60 yıl içinde Venezuella’nın Chavez’i ile tanıştı; biz de Pensilvanya’nın Çömez’i ile tanıştık.
Dünyada, bu 60 yıl içinde ulusal varlığını yabancı efendilere yedirmemenin adı Fidel Castro oldu; bizde o yabancı efendilere peşkeşin adı “tapu kadastro” oldu.
Oldu mu, oldu…
En kötüsü ise şu oldu:
Dünya liginde bu 60 yılın tüm şampiyonları, en güçlü “ulus-devlet” yapısına sahip ülkeler olurken; bizde Mustafa Kemal’in “ulus-devlet”ine düşman bir hıyar ağasının üç çocuk azgınlığına rağmen, bizim çocuklar yok oldu, elin Nobre’si Mert Nobre oldu, elin Vederson’u Gökçek Vederson oldu, elin Aurelio’su Mehmet Aurelio oldu, “ulusal” takımın başına da Guus Hiddink kondu.
Ulusal takım şimdi yerlerde mi sürünüyor?
Merak etmeyin; her şeyin sorumlusu da “Ergenekon”du!
Tiyatrocuyum; bu sanata kıyısından köşesinden bulaşanlara, “Sahne tozunu bir kez yuttun mu, bir daha iflah olmazsın!” derler; ben de iflah olmaz bir tiyatrocuyum. Ama Mustafa Kemal’in ayak bastığı yolların da tozunu yutmuşum bir kere, yani iflah olmaz bir Kemalist tiyatrocuyum.
Bu durumda da nur topu gibi bir “Terörist Utku” doğdu mu, doğdu…
Abdullah Öcalan gibi mi yani?
Haşa!… Kendisi Orhan Bey’den bu yana Türklerin elinde olan İmralı’yı almayı başarabilmiş muzaffer bir PKK komutanıdır; terörist de ne demekmiş… Kendisi bir özgürlük savaşçısıdır, her cins köpeğe “sayın”dır, evli köpeğe “kayın”dır… Her bir sözü de, Kürdistan’a bayındır…
Yani asıl terörist, İmralı’yı alan değil, Engin Alan’dır!
İşte ondandır ki, “Türkiye Milleti”nin vekili Leyla Zana’ya ulaşmak isterseniz Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki makam odasına, “Türk Milleti”nin vekili Engin Alan’a ulaşmak isterseniz de Hasdal Cezaevi’ndeki tecrit odasına mektup yazmak zorundasınız.
Tüm bunlar kimin kavuğunun altından çıktı peki?
Bir hıyar ağasının…
Tüm bunlar kimin kabuğunun altından çıktı peki?
Onun hıyarlarının…
Bir memleketin hali, eğer meyve-sebze haline döndüyse; engin alan terörist olur, yüksek alan dünya lideri… Mallar (örneğin Washington portakalı) Ankara’ya gönderilir, kabzımallar Washington’a… Balbay’lar içeri girer, ilbaylar dalkavuk olup harcırahla dışarı gider… Özkan’lar zindanda, kansızlar el üstünde tutulur…
Ama her zaman çetin doğanlar, çetin savaşıp, çetin ölürler; rezil doğanlar, rezil savaşıp rezil ölürler…
Washington demişken anmadan geçmeyelim:
21 Ekim 1969 tarihli “Devrim” dergisinde yayımlanan Takke Düştü başlıklı yazısında Doğan Avcıoğlu’nun söylediğine göre, aynı yılın nisan ayında Washington’da “Türkiye politikası üzerine söz sahibi” bir yetkili Milliyet gazetesi temsilcisine şunları demişti:
“Türkiye iktisadi yönden feci durumda. Washington, memleketiniz hakkında ümitsizlik içinde.”
Vah vah, adamlar yemeyip içmeyip, dişinden tırnağından artırıp bir “Türkiye Masası” açıyor, masaya da bir çilingir sofrası kuruyor. Çilingir, Kemalizmin 1923 ile o pis suratlarına kapattığı tüm kapıları tek tek açarken; memleketimiz hakkında ümitsizlik içinde oldukları için sofraya da artık Amerikan malı olan “Yeni Rakı” koyuyorlar.
Yanına meze mi yok?
Önce emperyalizmin memesinden sağdıkları sütten yoğurt yapıyorlar. Sonra o yoğurdu “ileri demokrasi” ile sulandırıp, tuzukuru Feto’nun tuzundan koyuyorlar.
İçine hıyar mı yok?
İstemediğin kadar…
Bizim aklı kendinden beş adım geride yürüyen bazı “ilerici” kardeşlerimizin yıllardır “Bunlardan bir cacık olmaz!” diye alay ettiği ve kafasını çevirip bakmadığı her yerde adamlar çatır çatır cacık yapıyorlar.
Hıyar ağası da, böyle muhalefete elbette yatar kalkar şükreder. O cacığı bu kendi gibi taşeron olan muhalif(!)lere de bir güzel yediriyor mu?
Hem de nasıl…
O en kolayı canım…
Washington, “Türkiye Masası”na meze olacak hıyarları da, onlara ağayı da çok kolay buluyor; peki ama buz ne durumda?
Tarihin derin dondurucusunda buz için Sevr’in Kürtçü kalıbı ayrı, Ermenici kalıbı ayrı, şeriatçı kalıbı ayrı…
Çıkarıp çıkarıp, rakıya atıyor mu?
Hem de nasıl…
Doğan Avcıoğlu, sözünü ettiğim yazısının sonlarında diyordu ki:
“Esas davanın halktan yana düzen değişikliğini gerçekleştirmeye çalışmak olduğunu görmezlikten gelip, bir siyasal biçime körü körüne bağlanarak, onu her şeyin üstünde tutanlar ve böylece biçimi öze tercih edenler, en ilerici iddialarla da ortaya çıksalar, bugün Türkiye’nin kalkınmasına en büyük engeli getiren tutucu sosyoekonomik güçler koalisyonunun ister istemez tutsağı ve siyasal sözcüsü haline geleceklerdir.”
Aynı durum bugün için de geçerli. Yani bizim hıyar ağası, akıllı… Bu cacığa muhalefet edermiş gibi görünenleri de kendi tutsağı ve siyasal sözcüsü haline getirdi sonunda…
Atatürk’e saldırmanın bu dayanılmaz hıyar ağalığı uzun sürmeyecek ama… Atatürk’e saldırmanın bedelini tek tek ödeteceğiz hepsine!
Bu davaya tüm yüreğimle inanmasam bir saniye bile durmam. Bu devirde PKK’lı olmak dururken, PKK düşmanıyım; AKP’li olmak dururken, AKP düşmanıyım.
Üstelik bir de, hıyar ağasına hıyar olmak dururken, sahnede hıyarın kabuğunu soyup “Hıyar çıplak!” diye bağırıyorum; çünkü hıyarın “yeşil” kabuğunu soyunca içinde Kürdistan’ın ayrı, Ermenistan’ın ayrı, ABD’nin ayrı, AB’nin ayrı tohumu var, görüyorum. Ve kişisel çıkarlarım uğruna büyük ulusumdan bunu saklamamam gerektiğini biliyorum.
Anti-Kemalist olmak dururken, sapına kadar Kemalist’im. Türk düşmanı olmak dururken, iliğime kadar Türk’üm.
Anadolu’da “Ek tohumun hasını, çekme yiyecek yasını!” denir.
Benim başımın tacı olduğu gibi, tohumumun hası da Mustafa Kemal’dir. O’nu ekmişim kendime, O’nu biçerim…
Utku’nun yüreğinde koca bir Türkiye ağacı dallanır; oranın en has dalı da, Mustafa Kemal’in komutanlarının hapsedildiği bir cezaevi değil, Mustafa Kemal’in ta kendisidir!

Utku Erişik/utku@tiyatrobirileri.com
İLK KURŞUN

0 yorum:

Yorum Gönder