31 Mayıs 2011 Salı

Gerilimli Yıllar Mustafa Balbay,ın Yazı dizisi

KORKUNUN ECELE FAYDASI YOK, AKP YOLCU… - ALİ ERALP



Türkiye Cumhuriyeti karanlık bir dönemden geçmektedir bugün. Hem de zifiri karanlık… Yer karanlık, gök karanlık… Kapkara bulutlar kaplamış sevgili yurdumuzun ufuklarını…
Karanlık düşünceli insanlar, karanlık ilişkiler, karanlık bir yönetim… Hırsızlık, talan, korku, baskı, şiddet, hapishane, gizli ve yalancı tanıklar, sahte belgeler, planlar, tertipler, yandaş basın… Orduya, yargıya yapılan saldırılar… Ortalık toz duman! Göz gözü görmüyor. Vatanın yiğit evlatları dört duvar arasına atılmış. Şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar işbaşında…
Mustafa Kemal Atatürk, “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olamaz…” demişti.
Oldu.
Beyinleri, yürekleri kara, kapkara insanlar, yeniden iktidarı almaya, kara şeriat düzeninin anayasasını hazırlamaya çalışıyorlar. Atılan gerici ve bölücü adımları yaşama geçirebilmek; yargıyı, orduyu kapıkulu haline getirebilmek için; açılımların, saçılımların alt yapısını, üst yapısını oluşturuyorlar. Libya’da, Irak’ta, Suriye’de Afganistan’da yapılan dış müdahalelerin ülkemizde de gerçekleşebilmesi için ortam hazırlıyorlar.
İşleri güçleri “sahte din tacirliği”, insanları aldatmak; ulusalcılarla, orduyla, yargıyla, 1923 Devrimi ile hesaplaşmak…
Cumhuriyet tarihinin hiçbir dönemimde bu kadar çok yalan söylenmedi, bu kadar çok sahtekârlık yapılmadı. Bu kadar çok, düzmece, uyduruk belge hazırlanmadı. Türk ordusu bu kadar çok hırpalanmadı, aşağılanmadı ve bu kadar çok komutanını esir vermedi…
Vatan toprakları Yağma Hasan’ın böreği gibi, kapış kapış gidiyor. Kapanın elinde kalıyor. Ege’de, Akdeniz’de, Güneydoğu’da arazi, arsa sahibi olabilmek için yabancılar kuyruğa girmiş.
Ege’de iki adamız göz göre göre Yunanlılar tarafından işgal edildi. Kimsede çıt yok. Ne bir ses ne bir nefes… Karşı çıkan yok. Bırakın karşı çıkmayı, ordu yıllık tatbikatlarını yapamaz duruma düşürüldü. Komutanlar içeride.
Avrupa Parlamentosunda Türkiye ve Türk ordusu aleyhinde kararlar alındı ve bazı AKP’li milletvekilleri de bu kararın doğru olduğunu onaylayıp altına imzalarını attılar. Şöyle deniyordu o kararda:
1- Türkiye’nin Güneydoğusu Kürdistan’dır.
2- Faşist Türk Ordusu Güneydoğuda işgalcidir ve Kürtleri katletmektedir.
3- Türk askeri Kıbrıs’ta işgalcidir.
4- Türkiye’de azınlıklar sorunu vardır.
Siz hiç kendi ordusuna karşı yabancı devletlerle ortaklaşa komplolar düzenleyen, askerini, subayını, generalini halkın gözünden düşürmek için elinden geleni ardına koymayan bir iktidar gördünüz mü?
Siz hiç ülkesini parçalamak isteyen emperyalist bir devlete eşbaşkanlık yapan bir başbakan gördünüz mü?
Siz hiç Müslüman bir ülkeyi, silindir gibi ezip geçen, yağmalayan ABD askerlerinin “sağ salim ülkelerine geri dönmesi için dua eden” Müslüman bir devlet adamı gördünüz nü? Hem de “Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da 22 devletin sınırları değişecek, bunların içinde Türkiye de var” diye açık açık söyleyen bir devletin askerleri için.
Siz hiç şimdiye dek şehitlerine “kelle”, terörist başına “sayın”, köylüsüne “lan” diye hitabeden bir başbakan gördünüz mü?
Ama ne kadar bağırırlarsa bağırsınlar, ne kadar çağırırlarsa çağırsınlar, küfretsinler, kasetler yayınlasınlar, komutanları tutuklasınlar, boşuna çabalar bunlar. Çünkü Abbas yolcu. Çünkü AKP oyları güneş altında kalan kar gibi eriyor.
Sınav hırsızlıkları, bel altı siyaseti, orduya ömrünü vermiş komutanların tutuklanması, kitlelerde nefret uyandırdı. Ergenekon’ların, Balyoz’ların temelsiz kanıtlara dayanması, yurtseverlerin suçunu günahını bile bilmeden yıllarca hapis yatması, hükümete, yargıya güvensizlik yarattı.
Artık kitleler yutmuyor. Halk, kasetlere inanmıyor. Onun bunun yatak odasının gözetlenmesinden hoşlanmıyor. Bel altı siyasetini sevmiyor. Kaset fırtınasından sonra, son anketlerde MHP’nin oylarının yükselmesi bundan… Bu kez yanıldılar. Silah geri tepti…
Bu girişimler de sökmeyince egemen güçler ve ABD şimdi yeni bir atağa kalktı. Yeni bir taktik deniyor.
Balyoz tertibinde bir üst aşamaya geçti. Üç ay sonra Hava kuvvetleri komutanı olmasına kesin gözüyle bakılan Harp Akademileri Komutanı Bilgin Balanlı tutuklandı. İlk kez muvazzaf bir orgeneral tutuklandı. Sıra Genel Kurmay Başkanına gelirse sakın şaşırmayın.
Amaç, “Orduyu tahrik ederek, komutanların karşı çıkmasını, demeçler vermesini, bildiriler yazmasını sağlamak sonra da “orduya kafa tutma” numarası ile “kahramanlık gösterileri”ne girişmek ya da yine “mağdur” rolüne soyunup, yığınlardan oy toplamak…
Yemezler. Bu numaralar eskidi artık…
Geçti Bor’un pazarı sür eşeğini Niğde’ye…
Onlar da bunun farkında.
Telaşları, korkuları, şaşkınlıkları bundan. Durmadan saldırıyorlar. Durmadan bel altı siyaseti yapıyorlar. Ne söylediklerinin ne yaptıklarının farkında değiller.
Ama korkunun ecele faydası yok. Hesap günü yaklaşıyor. AKP yolcu…
Bu seçimde AKP’nin oyları düşücek. Aslında geçen seçimlerde de halk o kadar yüksek oy vermemişti ama sandık ve bilgisayar oyunları ile sonuçları değiştirdiler.
Daha önce uyardım, şimdi yeniden uyarıyorum. Bu kez gözlerimizi dört açalım. Namusumuz gibi, şerefimiz gibi, onurumuz gibi oylarınıza, sandıklarınıza sahip çıkalım.
Oy kullanan her vatandaşın bir görevli gibi sorgulama, denetleme, izleme hakkı vardır. Türkiye’nin ve çocuklarımızın geleceği için, Türkiye Cumhuriyeti için, ordumuz için, yargımız için denetleme görevimizi yapalım.
Sadece kendi partilerimizin değil öteki partilerin de oylarını kayıt altına alalım. Gerekirse cep telefonlarımızla görüntülerini çekelim.
“Lüks hayata”, saltanata, milyarlık yüzüklere, havuzlu villalara alışan Türkiye’nin 21. Yüzyıl padişahları, sultanları tahtını vermemek için elbette her yolu deneyecektir. Geçen seçimlerde yaptığı gibi yine hile hurda yoluna başvuracaktır. Gecenin bir vaktinden sonra AKP oyları hızla artmaya başlayacak, elektrikler sönecek, karanlık yüzlü bilgisayar uzmanları işbaşına geçecektir.
CHP’ye, MHP’ye, Güçbirliği’ne sesleniyorum: Sonsuza dek muhalefette kalmak, muhalefet olmak istemiyorsanız, sadece büyük kentlerde değil, kasabalarda, köylerde de önlemler alın. Bilgisayar uzmanlarına görev verin. Yeryüzünde eşine rastlanmayan bu sakat bilgisayar sisteminin denetimini sağlayın. Artırdığınız oyları ve kazanacağınız iktidarı sandıklarda, bilgisayarlarda kaybetmeyin.
Haramzadeleri, eşkıyaları bir kez daha dünyamıza hükümdar yapmayın…

Ali ERALP

30 Mayıs 2011 Pazartesi

Nusret denizaltısının düşman içine sızışı - Ferhan Şensoy


Amerika’yı kim sever? Amerikalı sever. Amerikalı kim? Oraya göç edenler! Birkaç kez gittim Amerika’ya, hiç sevemedim.
1999′daki turnenin sonunda;
-Bir daha da Amerika’ya gelmem!
diye söylenerek “davossal” bir sinirle bindim uçağa, hiç kimseye;
-Van minüt!
demeden.
Bu kez Obama çok rica etti, kıramadım. New York’ta gene Ferhangi Şeyler.
Amerika’ya her gidişim avantür macera! Son gidişimde uçağı kaçırmış, Montreal aktarmalı olarak ucu ucuna yetişmiştim gösteriye. Bu sefer öyle bir macera yaşanmasın diye sabahın köründe gittim havalimanına. Polis denetiminden geçtim. Biniş kartı edinmiş üzere THY görevlisi bayana ulaştım.
-Güvenlik kontrolünden geçtiniz mi?
diye sordu.
-Evet efendim. Başarıyla.
diyerek havalimanın giriş kapısını gösterdim.
-Hayır, orası değil, Amerika yolcularının ayrıca buradaki kontrolden geçmeleri gerekiyor, sonra “chek in” yaptıracaksınız!
yanıtıyla ilerdeki uzun ve yılankavi kuyruğu işaret etti. Yazıldım kuyruğun ucuna.  En öndekiyle görevli arasında uzun bir görüşme sürüp gidiyor. Gıdım gıdım ilerledi kuyruk, nihayet sıra bana geldi. Başladı soruşturma:
-Bavulunuzu kendiniz mi hazırladınız?
-Evet. Özel bir bavul hazırlıyıcım yok!
-Bavulunuzu hazırladıktan sonra bavulun yanından ayrıldınız mı?
-Hayır. Geceyi birlikte geçirdik, fakat aramızda bir ilişki yok. Sadece arkadaşız.
-Havalimanında bavulunuzun yanından ayrıldığınız oldu mu?
-Hayır. Bavulun çişi yoktu, ama tuvalete birlikte gittik. Ben çiş yaptım, o şahit oldu. Çok duygusal bir bavuldur, benden hiç ayrılmak istemez!
biçiminde bir  salak soruşturma sonucu o güvenlik denetimini de aşarak başarıyla “chek in” yaptırdım, biniş kartımı edinebildim. Bu salak sorulara yalan yanıt versem de, doğrulayıcı aygıt yok! Niye soruyorlar salak Amerikalılar? Onlar hiç yalan söylemiyorlar mı? Elbette bavulumla sarmaş dolaş yatmadım, havalimanında çişe giderken onu amonyak kokusuna sürüklemedim. Deli miyim ben? Bavul tecavüzcüsü olarak kasetim çıkabilir!
Uçağa biniş kapılarının girişindeki pasaport denetimini başarıyla aştım. Beni Amerika’ya ulaştıracak uçan demir kuşa binmek üzere 216 numaralı kapıya vardım; bir güvenlik denetimi daha! Amerika uçaklarının biniş kapılarında özel bir güvenlik denetimi varmış! Geçiyorum “Ben geçerken sakın ötme” aygıtından. Ötüyor!
-Çıkın bir daha geçin!
Çıkıp bir daha geçiyorum, ötüyor!
-Kemeriniz var mı?
-Yok.-
-Üstünüzde metal var mı?
-Yok.
-Bir daha geçin!
Bir daha geçiyorum, bir daha ötüyor. Üstüümü başımı arıyorlar, oramı buramı mıncıklıyorlar. Bir daha geçmemi istiyorlar, geçiyorum, değişen bir şey yok, aygıt bana taktı, beni görünce daha geçmeden ötüyor.
-Ayakkabılarınızı çıkarın.
Çıkarıp yalınayak geçiyorum; gene ötüyor! Arkamdaki kuyruk uzadı. Peşim sıra bekleyenler bana gıcık olmaya başladılar. Polise dedim ki;
-Üstümde metal yok ama benim ruhum “heavy metal”! Çırılçıplak geçsem de ötecek bu aygıt. Polis bir an boş baktı.
-Bir daha geçin.
-Bakın memur bey, bu bir daha geçişlerin sonu yok. Sizin aygıtta bir elektro-manyama olmasın?
-Lütfen bir daha geçin!
Lütfettim, bir daha geçtim, gene öttüm. Arkamdaki kuyruk bayağı uzadı. Polisin kulağına yanaştım, fısıltı halinde:
-Memur bey ayıptır söylemesi, cinsel organımda metal çubuk var. Korkarım o ötüyor.
deyince polis kıpkırmızı oldu;
-Buyrun geçin!
dedi.
Uçak kalkar kalkmaz hiçbir ikramda bulunmadan hostesler AGS kağıtlarını dağıttılar. Başladı sınav! AGS; Amerika’ya giriş sınavı. Sorular sadece İngilizce. Son Amerika’ya sızışımda altlarında, fransızca, almanca ve türkçesi de vardı soruların. Bu sefer yok. İngilizce bilmiyorum!
NAME soyisim demek, onu biliyorum, yazdım. İkinci soru NAME’nin devamı olarak FİRST ve MİDDLE olarak ikiye ayrılıyor. Ön ismimi soruyor, anladık ka MİDDLE ne? Göbek adı mı? Galiba MİDDLE ön isimle soyadımın ortasında bulunan asıl ismim, “Middle  East” Ortadoğu demek olduğuna göre… Emin de değilim. FİRST’e Osman MİDDLE’ye Ferhan yazdım. Sorular test usulü olarak devam ediyor, YES ve NO yanıtlarından biri işaretlenecek ve fakat uzun sorulardan hiçbir şey anlamıyorum. Hostesi çağırdım, kulağına fısıldadım:
-Bendeniz Ulaştırma Bakanı’nın yakın akrabasıyım. İngilizce bilmiyorum ama Amerika’şa sızmak istiyorum. Zaten New York’tan derhal Pensilvanya’ya geçeceğim. Bana şu yanıtların şifresini verebilir misiniz?
Hostes kulağıma yanaşarak fısıldadı:
-Hepsini NO olarak işaretleyin!
Böylece sızabildim Amerika’ya, Nusret denizaltısının düşman içine sızışı gibi bir operasyondu bu. Obama oyuna gelmedi. Kolay kolay oyuna gelecek tip değil zaten. Gelseydi şekspirengiz bir sorum olacaktı ona:
-TO TAYYİP OR NOT TO TAYYİP?

27 MAYIS DEVRİMİ’Nİ ALGILAMAK



Adnan Menderes üzerinden kefen siyaseti yapmayı alışkanlık haline getiren Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Aydın’da düzenlediği mitingde şunları söyledi: “Demokrasi mücadelesi adına 27 Mayıs’ı asla unutmayacağız ve unutturmayacağız. Biz Adnan Menderes gibi beyaz gömleğimizi giyerek çıktık. Biz, milletin yoluna vatanımızın yoluna canımızı koyarak çıktık.”
27 Mayıs’ın Türkiye’nin demokrasi tarihine kara bir leke olduğunu öne süren başbakan, Menderes’in milletin inançlarına sahip çıktığını, ezanı yeniden aslına çevirdiğini belirterek; “Menderes, CHP zulmüne karşı çıktı. Tahriklere, yolsuzluklara, yasaklara, seçkinci bürokrasiye ve üstünlerin hukukuna da karşı çıktı” demiştir.
Uğur Mumcu’nun “bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi olunmaz” sözünü özellikle başbakanın çok iyi bilmesi gerekmektedir. Üstünlerin hukukuna karşı çıkan Menderes, Meclis Tahkikat Komisyonu’nu ne için kurmuştu? Yasaklara karşı olan Menderes, basına ağır sansür uygularken, gazetecileri hapse atarken, örgütlenme ve düşünme özgürlüğünü kısıtlarken Başbakan Erdoğan kaç yaşındaydı? Yolsuzluklara karşı olan Menderes, örtülü ödenekten harcamalar yaparken, ülkede vurgun, talan, yolsuzluk varken, kendi bakanına aldığı komisyonlar için “bay %10” denirken ne yapıyordu? Tahriklere karşı çıkan Menderes, 6-7 Eylül 1955 olaylarındaki tahriklerin baş suçlusu değil miydi? İsmet İnönü’ye karşı Kayseri, Uşak ve Topkapı’da yapılan saldırıların suçluları kimlerdi? TBMM’nin onayı olmadan Kore’ye emperyalist ABD’nin çıkarı için asker yollayanlar, Vatan Cephesi kurarak, halkı birbirine düşüren “demokrasi yıldızı” nerede görülmüştür?
Ezanı yeniden aslına çevirerek, milletin inançlarına sahip çıktığını söylemek, Atatürk’ün devrimlerinden intikam almaktır, Türk insanına yapılan bir hakarettir. İbadetin Türkçe olmasından korkanların asıl amacı, yıllardır halkı Arapça ile uyuttukları için, gerçeklerin öğrenilmesini engellemektir.
Henüz tam olgunluğa erişmemiş beyinler, ya yanlış bir algıyla ya da bilinçli olarak 27 Mayıs hakkında yalan ve eksik bilgiler vermektedirler. 27 Mayıs 1960 hareketinin en büyük kazanımı olan 1961 Anayasası’nı görmezden gelerek, sürekli saldırıda bulunan beyinler, havadaki oksijenin de değerini bilmemektedirler.
Amacı “Atatürk Devrimleri’ni yeniden yaşama geçirmek ve demokrasiyi tekrar sağlamak” olan 27 Mayıs 1960 Devrimi, getirdiği dinamizm sayesinde ülkenin kısa sürede ilerlemesini sağlamıştır. 1961 Anayasası’nın getirdiği özgürlük ortamı içinde yer alan kurumlar, toplumun siyasal, ekinsel, düşünsel ve ekonomik açıdan gelişmesinin önünü açmıştır.
1961 Anayasası ile Anayasa Mahkemesi, Cumhuriyet Senatosu, Devlet Planlama Teşkilatı, Yüksek Hakimler Kurulu, Kredi ve Yurtlar Kurumu, Devlet Personel Dairesi, Basın İlan Kurumu, Türk Standartları Enstitüsü, Milli Güvenlik Kurulu, Ordu Yardımlaşma Kurumu gibi yeni kurumlar ülkeye kazandırılmıştır. Bunların dışında sosyal devlet, sendikal haklar, grev, toplu sözleşme hakkı, yargı bağımsızlığı, sosyal güvenlik hakkı, üniversite özerkliği, radyo ve televizyon bağımsızlığı, basın-fikir işçileri yasası, toplu sözleşme ve grev hakkı, idare işlemlerine yargı yolunun açılması, seçimlerin temel hükümleri ve seçmen kütükleri yasası, seçimlerde hakim güvencesi, ilköğretim ve eğitim yasası, ortaöğretimde bilim insanı yetiştirmek için fen liselerinin açılması, sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesi, gelir vergisi yasası gibi birçok yasa çıkartılarak demokratik yaşam sosyal ve hukuk devleti ilkeleriyle bütünleştirilmiştir.
27 Mayıs 1960 İhtilali’nin olumsuz yanı idam cezalarının onaylanmasıdır. İdamların yapılmaması için çırpınanların emekleri boşa çıkartılmış ve çeşitli baskılarla idamlar gerçekleştirilmiştir. İdam cezalarını hiç kimse için onaylamak doğru değildir. Ne Menderes zamanında sokaklarda herkesin gözü önünde yapılan idamları, ne Menderes ve bakanlarının idamını, ne Talat Aydemir ile Fethi Gürcan’ın idamını, ne Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamını, ne de 17 yaşındaki Erdal Eren’in idamını onaylamak, insanlara yakışmaz. İdam cezası, insanlık onuruyla bağdaşmamaktadır.
27 Mayıs 1960, cumhuriyet tarihimizdeki önemli dönemeçlerdendir. 27 Mayıs’ı anlamak için, dünyada emperyalizme karşı ilk kez kazanılan Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı, Atatürk ilke ve devrimlerini, tam bağımsızlığı ve ulusallığı özümsemek gerekir. Bunları özümsemeden, 27 Mayıs’ı anlamak olanaksızdır.
Seçimle gelen siyasi iktidarın demokrasi dışı tutum ve davranışlarıyla diktatörlüğe giden yönetimine karşı bir tepki sonucu gerçekleştirilen ve 27 Mayıs 1960 ihtilali olarak adlandırılan tarihsel olay, ayrıntılı incelemeleri gerektiren toplumsal bir davranışın ürünüdür. 27 Mayıs 1960 Devrimi doğru algılanmazsa, yapılan yanlışlıklar tarihin yinelenmesine neden olur. 27 Mayıs’ı, kendi sivil darbelerine benzetenlerle ya da 27 Mayıs’tan utandığını söyleyenlerle, ülkemizin alacağı aydınlık bir yol yoktur. Özellikle seçim meydanlarında, oy toplayabilmek amacıyla tarihi gerçekleri örtenler, saklayanlar kendi karanlıklarında boğulacaklardır..
Suay Karaman

27 Mayıs 2011 Cuma

Toplum Düzeninin Dayanağı - Hukuk

Ülkemizin bugünkü koşullarında, siyasal karmaşa ve “Laik Cumhuriyet”in amacından saptırılmış uygulamalar nedeniyle “Yönetemeyen Demokrasi” ve “Adalet Üretemeyen Yargı”nın geçerli olduğu kuşkusu yaygınlaşmaktadır.


Hukuk, toplumlarda düzenin temelidir. Hak, eşitlik ve özgürlük kavramları, ancak hukuk ile birlikte var olduklarında bir değer taşırlar. Haklar, yasal dayanakları varsa, içerikleri ve sınırları çağdaş hukuk kuralları ile belirlenmişse anlam kazanırlar.

Demokratik özgürlük, tüm haklardan yararlanabilmenin önkoşuludur ve “Bireyin yalnız kendisini ilgilendiren konularda isteklerini gerçekleştirirken bir engelleme ya da zorlanmaya uğramaması” olarak tanımlanır. Her bireyin özgürlüğü diğerlerinin özgürlükleriyle sınırlı olup sorumluluk duygusuyla birlikte olması önkoşuldur.

Toplumlarda adalet ve barış, devletin “egemenlik gücü”nü kullanarak oluşturduğu hukuk düzeni aracıyla bireylere eşit ve ayrımsız yaklaşımıyla sağlanabilir. Hukukun üstün olduğu ve egemenliğin kayıtsız, koşulsuz millete ait olduğu, demokratik, laik ve sosyal nitelikler taşıdığı bir toplumda, “Güçlü olduğu için haklı olmak” söz konusu olamaz.

Hukukun üstünlüğü deyimi, yasaların her şeyin üstünde olduğu anlamına gelmez; devletin yasalar ve yargıçların devleti haline gelmesi ise hiç söz konusu olamaz. Yasaların çağdaş nitelikli ve yargıçların bağımsız olmadığı bir toplumda ise hukuk düzeni gerçekleşemeyeceğinden kargaşa ve bunalımlar kaçınılmaz hale gelir.

Bağımsız yargıçlar

Egemenliğin gerçek anlamda ulusta olmasının, temel hak ve özgürlüklerin anayasal güvence altında olabilmesinin önkoşulu, çağdaş yasaların bağımsız yargıçlar aracılığıyla uygulanmasıdır.

Ancak böyle bir toplumda yasalar karşısında herkes eşit olabilir, bireysel ya da kurumsal üstünlük ve ayrıcalık söz konusu olamaz. Tüm yönetici ve görevliler eylem ve işlemlerinden sorumlu olurlar. Güçlerin ayrılığı ilkesi çiğnenemez; yönetimlerin her düzeyindeki sorumluları yasaların ve yargının denetimi altındadırlar.

Çağdaş nitelikli siyasal partiler de uluslararası ve ulusal hukuk uyarınca örgütlenmeli, program ve uygulamaları çağdaş amaçlara ulaşabilmeyi öngörmelidir.

Ülkemizin bugünkü koşullarında, siyasal karmaşa ve “Laik Cumhuriyet”in amacından saptırılmış uygulamalar nedeniyle “Yönetemeyen Demokrasi” ve “Adalet Üretemeyen Yargı”nın geçerli olduğu kuşkusu yaygınlaşmaktadır. Bu duruma neden olan en önemli etken “Genel Başkan Tiranlığı” oluşturan “Siyasal Partiler” ve “Seçim Yasaları”dır. Genel başkanların düzenlediği listelere göre seçilenler “Yasama Görevi”ni yansız olarak yerine getiremedikleri gibi, “Yürütmeyi Denetleme” görevini de yapamamaktadırlar.

Sonuç olarak çiğnenen yasalar, her an dinlenebileceği kuşkusundaki bireyler, sanal gizli tanıkların her türlü yalanı düzenleyebileceği bir ortamın yarattığı güvensizlik toplumu sarmaktadır. Bu karmaşa ortamında, kuşku içindeki toplumu yönetimin istediği yönde koşullandıran yandaş medya araçları da gerçeklerin topluma yansımasını engellemektedir.

Özetle “Adalet Perisi” ağlamaktadır. Yaşanan ve gözlenen uygulamalarla giderek kuruluş amacından uzaklaştığı belirgin olan yönetimi çağdaşlaştırmak için gerçek demokrasilerdeki örneklerden de yararlanarak “anayasal” ve “yasal” değişiklikler mutlak yapılmalıdır. Bugünkü yönetimin reform yaptığı iddiasıyla yargıda gerçekleştirdiği değişiklikler aslında toplumu yanıltarak sağlanan bir çağdaşlıktan sapma, otoriter yönetime gidiş eylemidir. Demokrasinin amaç değil bir araç olduğunu söyleyenler, isteklerini gerçekleştirmek için demokrasi kisvesi altında, yasama erkine güveni sarsmakta, toplumsal yapıda olumsuz değişikliklere yol açacak gerici yönelmelere ortam hazırlamaktadırlar.

Tüm bu olumsuzlukları ancak “Laik Cumhuriyet”ten yana olan yurtseverlerin seçimlerde ortaya koyacakları davranış giderebilir. Ancak bu yolla, hep anlatılan öyküde olduğu gibi, sadece Berlin’de değil, ülkemizde de çağdaş yasalar ve yansız yargı olduğunu kanıtlayacak düzenlemeler yapılabilir; toplumumuz çağdaş yasalar ve yansız yargıçlar aracıyla hukuk düzenine kavuşabilir.

Prof. Dr. Necdet Basa

Mustafa Kemâl'den Bir Demokrasi Dersi


Mustafa Kemal Paşanın Ankara'ya ilk geldiği günlerde (1920nin ilk ayları), Gazeteci Yunus Nadi Bey Mustafa Kemal Paşa ile ilginç bir röportaj yapar.


Bu röportaj sırasında Mustafa Kemâl Paşa'nın sözleri her devirde ders alınacak mahiyettedir. Bu konuşma aynı zamanda onun ve onun şahsında Türk ordusunun demokrasiye, Milli devlete olan inancını ve özlemini dile getirmektedir. Röportajı hiçbir katkı yapmadan, olduğu gibi sunmaya çalışıyoruz.

Yunus Nadi Bey anlatıyor:
"Şimdi vaziyeti mütalaa ediyorduk. Ben Kuşçalı'dan (İstanbul'dan Ankara'ya gelirken) çektiğim telgrafa aldığım cevabın, Ankara'da gördüklerimle tamamen itilaf edememesi şeklinde gizli bir ızdırabın zebunu idim… (Ankara'daki çevre, Anadolu) insana bir boşluk, bir çöl hissi vermekteydi.

- Öyle görünür Nadi Bey, dedi, öyle görünür. Zaten bu büyük işin zevki de işte buradadır. Bu çölden bir hayat çıkarmak, bu ihtilalden bir teşekkül yaratmak lazımdır. Mamafih sen ortadaki boşluğa bakma. Boş görünen o saha doludur, çöl sanılan bu âlemde saklı ve kuvvetli hayat vardır. O millettir, o Türk Milletidir. Eksik olan şey teşkilattır, işte şimdi onun üzerindeyiz.

Ben pratik olmayı iltizam ettiğim için doğrudan doğruya Yunan cephesinden (bahsettim). İyi hazırlanmış muntazam bir kuvvet vardı ve onun karşısında da bizim gayri muntazam kuvvetlerimiz. (1) Bence cepheyi tutan oradaki Kuvayı Milliye değildi, belki (Milen hattı) denilen siyasi vahime idi.

Paşa'nın gözleri parladı:

- Bunu bana Sivas'ta yazdınızdı, o cephelerden de aynı mealde müracaatlar vaki oldu. İsteniliyordu ki Sivas'ta ve şurada burada oturarak vakit geçireceğime -sanki buralarda boş vakit geçiriyormuşum gibi- gideymişim de o cephelerin başına geçeymişim. Basit bir müşahide ve telakki bu noktai nazara hak verebilir. Fakat benim oraya gitmekte hiç acelem yoktur. Ve o cephelerin hayır ve selameti için acelem yoktur. Mustafa Kemal Paşa Demirci Mehmet Efe olamaz Nadi Bey. Bunu böyle söylemekle oradaki arkadaşların kıymetlerine halel vermek istemiyorum. Bilakis onlar pekiyi adamlardır ve vatan için işte fedakarane çalışıp duruyorlar. Fakat hareketlerinin mecmu kıymeti vatanperverine bir tezahür mahiyetini tecavüz edemez. Bu da bir kıymettir. Fakat bu kıymet manevi bir kıymettir. Yunan orduları ise maddi bir teşekkül olduğundan yalnız böyle manevi bir kuvvetle durdurulamaz. Balıkesir, Manisa ve Aydın cephelerine karşı alakasız değiliz. Fakat oradaki mevcutla, o havalinin mevcudu ile, o işi halletmek imkanı olamaz.

- Onun için bunca talep ve müracaatlara rağmen ben oraya gitmedim. Yunan cephesi Aydın veyahut Manisa livalarının cephesi değildir. Yunan cephesi, bütün memleket ve bütün vatan cephesidir.* Ne zaman bütün memleket bu cephenin hakiki manası bu olduğunu anlar ve öyle de benimserse, işte bu cephe o zaman denize dökülmüş olur. İşte ben şimdi bu hakiki lüzum ve zaruretin tesisi peşindeyim. Hatta halledeceğimiz şey yalnız bir Yunan cephesinden ibaret de değildir. Memleketin selameti ve milletin istiklali bahis mevzuudur. Önümüzde (Misakı Milli) var ki bütün prensiplerimizi mütevazıyane bir şekil ile ifade ediyor. Düsturu vazetmişizdir. Milletin istiklalini vatanın son kaya parçası üzerinde müdafaa edeceğiz, kurtaracağız veya –eğer mukadderse- öleceğiz. Fakat eminiz ki ölmeyeceğiz ve kurtaracağız. (2)

- Meclis'in ne vakit toplanabileceğini tahmin ediyoruz? Bir de her kerameti meclisten beklemek niyetinde miyiz? Açık söylemek için ben bu niyet ve kanaatte değilim. Zaten ızdırabım da ondandır.

- Bu ızdırap beyhudedir… Ben bilakis her kerameti Meclisten bekleyenlerdenim. Nadi Bey, bir devre yetiştik ki onda her iş meşru olmalıdır. Millet işlerinde meşruiyet (yasalara uygun oluş) ancak milli kararlara istinat etmekle, milletin (genel hislerine) tercüman olmakla hâsıl olur. Milletimiz çok büyüktür. Hiç korkmayalım, o esaret ve zilleti kabul etmez. Fakat onu bir araya toplamak ve kendisine "Ey Millet, sen esaret ve zilleti kabul eder misin?" diye sormak lazımdır. Ben milletin vereceği cevabı biliyorum. Ben milletin büyüklüğünü biliyor ve bu sual karşısında onun o suali soran çocuklarını (ölesiye) seveceğini ve alınlarından öpeceğini biliyorum. Ben biliyorum ki bu millet bu suali soran çocukların aldıkları tedbir ve (düzenlemeleri) canla başla kabul edecektir. Onun için işte ben şimdi bu yoldayım, onun çok sağlam bir yol olduğuna kaniim. (3)

- Paşam, nazariyat çok güzelse de gerçekler önemlidir. Mesela Ankara'da beni huzursuz eden en büyük şey ordunun yokluğudur. Hakikat odur ki, eğer elimizde istinat edilecek bir ordu bulunmazsa bütün bu güzel nazariyat suya düşüp gidebilir.

- İşte aramızdaki fark bilhassa burada göze çarpıyor. Bence Meclis nazariye değil, hakikattir ve hakikatlerin en büyüğüdür. Evvela Meclis, sonra ordu Nadi Bey. Orduyu yapacak olan millet ve ona vekilen meclistir. Çünkü ordu demek, yüz binlerce insan, milyonlarca ve milyarlarca servet ve sâman demektir. Buna iki-üç şahıs karar veremez. Bunu ancak milletin karar ve kabulü meydana çıkarabilir ve bir kere bu hale geldikten sonra milletin hayat ve mevcudiyetine zıt olan mezalim ve baskının tümünü bertaraf etmeye muktedir olma salahiyetini yalnız nazariye olarak değil, fiilen de kazanmış oluruz." (4)

Mustafa Kemal'in sözleri sanki bir demokrasi dersidir.

Sözlerimizi minik bir yorumla noktalamak istiyoruz. Bizce Atatürk'ün benzersizliğinin sırrı bu sözlerde saklıdır. Bütün Dünya tarihi içinde benzer şartlarda ulusunu kurtarmak için çaba gösteren yüz liderden doksan dokuzu büyük bir ihtimalle önce güçlü bir ordu kurmak isteyecektir. Çoğu sivil lider için Ordu en büyük ve en önemli güç kaynağıdır. Ancak bir kişi, asker bir lider Mustafa Kemal; önce Meclis yani Halk Yönetimi- Demokrasi, sonra Ordu- Güç diyor. Bu yazıyı Mustafa Kemal Atatürk'ü bir diktatör olarak gören ve göstermek isteyenlere ithaf ediyoruz. **


Dipnotlar:

(1) Aynı konuda İsmet Bey'de Mustafa Kemal Paşa'yı sıkıştırmaktadır. "Atatürk'e bir noktada mutabık olalım diyorum. Nümayişlerle, telgraflarla ve nihayet gerilla ile netice alabilir miyiz?" Bknz. İsmet İnönü Hatıralar-I, s.181
* Sakarya Muharebesinde ünlü "Hattı Müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır, o satıh bütün vatandır" ifadesinin kaynağı bu düşünce sisteminden başka birşey değildir.
(2) Y. Nadi, Ankara'nın İlk Günleri, s.96-98
(3) Aynı eser, s.98-99
(4) Ankara'nın İlk Günleri, s.99-100
** Atatürk- Demokrasi ilişkileri konusunda bakınız: M.Galip Baysan: Türkiye'de Demokrasinin Kurulusunda Ordunun Rolü Birinci Kitap (1700-1918) ve İkinci Kitap (1918-1950) ( İzmir-2004)

Dr. M. Galip BAYSAN

Başbakan'a - Ali İhsan GÜRCİHAN

Başbakan çıkmış Van'da seçim meydanında konuşuyor.
Geçmişte asimilasyon yapıldığından bahsediyor ve oda yetmiyor belge gösteriyor.
Açıkçası Devlet Adamı gibi davranması gereken biri işin ucu nereye gider diye hiç düşünmeden basit çıkarlar uğruna gerçekleri saptırıyor ve abartıyor.

Hangi belgeleri gösteriyor ?

Devlet'in resmi arşivlerindeki belgeleri.

Konu ne imiş ?

1940'lı yıllarda Bakanlar Kurulu'nun aldığı bazı yasaklayıcı kararlar.

Daha dün kendi yaptıklarını unutan Başbakan,

Rahmetli İsmet İnönü'yü ön plana çıkararak sıra ile açıklıyor.

Belge-1........

Belge-2........

Belge-3.......

Belge-4 «Kürt Fukara Hayır Cemiyeti Nizamnamesi» ..

Belge-5 Ahmedi Hani'nin Mem-u Zin adlı kitabı.

Şu iki yüzlü davranışa bak.

Sen daha dün «2023 Platformu» nun genç ve idealist kurucularının hazırladığı Türkiye'yi Dünya'nın ilk yedi ülkesi içine sokmayı hedef alan tüzüğünü örgütlenme belgesi diye soruşturup Ergenekon iddianamesi içerisine sokan bir zihniyete sahip olacaksın,sonra da çıkıp meydanlarda 70 yıl önceki yayın yasaklarını konu ederek kendini demokrasi kahramanı ilan edeceksin.
Biz safların da bu saptırmaya inanmasını isteyeceksin.

Sizin derdiniz demokrasi filan değil.Gerçek amaç çok açık ortada ...

O günkü şartları dikkate almadan,doğru yanlış demeden oy uğruna geçmişi suçlamak ve günlük siyaset uğruna Devlet'i pazarlamak.

Oy avcılığı için Sayın Demirel'e saldırmak yetmedi ,Rahmetli İnönü'yü de hedef tahtasına koyarak,Kürt Vatandaşlarımızı tahrik etmek ve onların oyunu alabilmek.
Aslında İnönü'ye saldırmak da yetmiyor ya.

Cumhuriyet ve Devlet karşıtlarını tatmin etmek için daha da geriye gitmek gerekiyor ama şimdilik belli bir çizgide kalıyor. Nasılsa anlayan anlar diyor.

Evet Başbakan;

Muhataplarınız sizi çok iyi anlıyor. Ne demek istediğinizi de çok iyi biliyor. Ve bundan cesaret alıp Devlet ve Cumhuriyet'le ilgili tüm değerlerimize ve kazanımlarımıza da rahatlıkla sövüp sayıyor.İstediği zaman da gözümüzün önünde yakıp yıkıyor.

Ama şunu da bilin ki Başbakan;

Bu Ülkede öteki haline getirmeye çalıştığınız bizler de ne demek istediğinizi ve işi nereye götürmek istediğinizi çok iyi anlıyoruz.


Demokrasiye ve Cumhuriyete olan inancımızdan aldığımız güç ve sabırla GERÇEK DEMOKRASİ'nin doğacağı günleri de özlemle bekliyoruz.

Ali İhsan GÜRCİHAN

Tek Parti ve Demokrasi - A. Taner KIŞLALI

Dün 23 Nisan'dı.

Yani, bazı tabuları tartışmanın ve de yıkmanın tam zamanı!

"Ulusal egemenlik" demokrasinin ön koşuludur. Demokrasinin ön koşulu ise "yasal muhalefet"in bulunmasıdır.

"Atatürk dönemi diktatörlüktür" savlarına karşı çıktığımda... ve tarihsel belge ve bilgilerle bunu kanıtladığımda... bazı gençler -haklı olarak- soruyorlar:

- Tek parti yönetimi ile demokrasi bağdaşır mı?

Aslında soruyu şöyle sormak daha doğru:

- Yasal muhalefetin bulunmadığı bir demokrasi olur mu?

Elbette olmaz!

* * *

Atatürk'ün "tek parti"si, ne Lenin'in ne de Mussolini'nin tek partileri gibiydi. Çünkü, "resmi ideoloji"nin doğal sonucu değildi.

Atatürk tek partili bir yönetim kurma düşüncesi ile yola çıkmamıştı. Tel parti modeli, olayların gelişimi içinde, kendiliğinden ortay çıkmıştı.

Ne diyordu Atatürk?

"Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi ile devlet şekli demektir. Biz cumhuriyeti kurduk, on yaşını doldururken, demokrasinin bütün gereklerini sırası geldikçe uygulamaya koymalıdır. Türkiye Cumhuriyeti'nde birbirini denetleyen partilerin doğacağına şüphe yoktur..."

Ve bu sözlere hangi düşünceyi ekliyordu?

"Demokrasi prensibinin, en asri ve mantıki tatbikini temin eden hükümet şekli Cumhuriyettir."

Bu düşüncelerden "tek parti" çıkmayacağı açıktır. Öyleyse tek parti nereden çıktı?

* * *

Eski silah arkadaşları Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nı kurarken, Atatürk'ten izin almadılar. Çünkü böyle bir şeye gerek yoktu.

Daha sonraları Serbest Fırka'nın kuruluşunu özendiren ise, bizzat Atatürk'ün kendisi olmuştu. İnsanlara güven gelmesi için, kendi kız kardeşini bile o partiye sokmuştu.

Her iki parti de kapandı ya da kapanmaya zorlandı.

Niçin?

Daha çok demokrasi istedikleri için mi? Ülkeyi çağa taşıma savaşımını daha hızlandırmak istedikleri için mi?

Hayır, tam tersine!.. Karşı devrimci bir odağa dönüştükleri için. Yani ülkeyi yeniden geriye götürecek bir kavganın öncülüğüne soyundukları için...

En demokratik sayılan ülkelerde bile parti kapatılıyor. Biz de en son RP'yi kapattık.

Bir partinin kapatılmasının demokratik mi, yoksa antidemokratik mi olduğunu belirleyen tek bir öğe vardır. O da kapatılmanın "gerekçesi"dir.

Demokrasiyi korumak için konmuş kuralları çiğneyenlere göz yummak "demokratlık" olmaz... Aymazlık olur, hatta demokrasinin kendisine "hıyanet" olur!

* * *

İkinci muhalefet partisinin de tarihe karışmasından sonra, Atatürk üzgündür.

Kendi partisi içinde özgür tartışma vardır. Toplumda var olmayan çoğulculuk, Cumhuriyet Halk Partisi içinde yeşermektedir... Ama Atatürk, gene de muhalefet olmadan demokrasinin olamayacağının, doğruları bulmanın zorlaşacağının bilincindedir.

22.4.1931 tarihinde, partisinin "ikinci derece" seçmenlerine bir genelge yayımlar. Partinin bazı seçim çevrelerinde "eksik aday" gösterme kararını hatırlatır. Amaç, parti dışından "bağımsız" milletvekillerinin seçilmesine olanak vermektir.

Atatürk, bu genelgede şöyle der:

"... Partimizin ulusa sunduğu esas noktalar dahilinde çalışma ve etkinliklerin, bugün fikrimize ve görüşümüze katılmayan milletvekilleri tarafından tahlil ve tenkit edilmesini bekliyoruz. Bunda özellikle beklediğimiz yarar, partimizin candan yurtsever çabalarının iyice anlaşılmasını kolaylaştırmaktır. Yaptığını bilen ve hizmet yolunda aldığı önlemlere inanan idealistler olarak, kendimizi eleştiriye muhatap kılmayı gerekli görüyoruz."

Ve ekler:

"Bu sebepledir ki, sizden bizim programımıza taraftar olmayan adaylara oy vermeniz gibi ağır bir özveri istedim... Açık bıraktığım yerler için hiçbir şahsiyet lehinde veya aleyhinde herhangi bir telkinim yoktur ve olmayacaktır. AÇık yerlere adaylıklarını koyacaklar hakkında, vicdani kanaatinize göre oy vermenizi özellikle rica ediyorum."

* * *

1931 seçimleri ile, Meclis'te bağımsız bir grup oluştu. Ve muhalefet görevini gereği gibi yerine getirdi. Ama bundan rahatsız olanlar da vardı.

1935 seçimlerine gidilirken, Başbakan İsmet İnönü ile CHP Genel Sekreteri Recep Peker Çankaya'ya çıktılar. Bağımsızlardan Halil Menteşe ile Sırrı Bellioğlu'nun yeniden milletvekili olmamasını istediler. Bu iki ismin yaptıkları "sert muhalefet"ten yakındılar.

Atatürk şu yanıtı verdi:

"Elbette konuşacaklar, elbette eleştirilecekler. Biz bu arkadaşların Meclis'e girmelerini neden destekledik? Bir oyun olsun diye mi? Yoksa kendinizden emin değil misiniz? İcraatınızda savunamayacağınız noktalar mı var?"

İşte tarih!.. İşte gerçekler!..

Gerisi "laf-ı güzaf"tır!..

Bırakın numaracı cumhuriyetçileri!.. Cumhuriyet'e ve kurucusuna olan kinlerini kusmayı, bırakın da birtakım -"özel" ya da kamusal- üniversitelerde sürdürsünler!

Yalanın "kıymet-i harbiye"si ne ola ki!


Prof. Dr. Ahmet Taner KIŞLALI, 24 Nisan 1998, Cumhuriyet

ABD Atatürk’e niçin karşı? - A. Taner KIŞLALI

Önceki yazımda bazı somut bilgiler vardı.
ABD’li bazı “servis”lerin, Türkiye’ye yönelik çabaları ile ilgili bilgilerdi bunlar. Atatürk’ü veKemalizm’i yıkmak için gösterilen çabalar yanyana geldiğinde, ortaya yadsınamayacak bir tablo çıkıyordu. Ama bu tabloya eklenecek, birkaç fırça darbesi daha kalmıştı.

Varan bir:
“CIA İstasyon Şefi” Paul Henze, 1993 yılında bir rapor hazırlıyor; ama “yeni dünya düzeni” ile birlikte gerekliliği de kalmamıştır. “Klasik Atatürkçülük” ölmüştür… Aydınların imam hatip okulları konusundaki endişeleri yersizdir. İran ve Arap parası ile desteklenen köktendincilik, Türkiye için ciddi bir tehlike değildir…
Atatürk’e “deccal” diyen Said – i Nursi ve Nurcular ilericidir… Nakşibendiler geriye dönük değillerdir; Orta Asya Türk cumhuriyetleri ile bağlantıyı sağlayabilirler…
Varan iki:
Samuel Huntington gibi “bazı” ABD’li yazarlar, Kemalizme karşı “ılımlı İslam”a sahip çıkıyorlar. Türkiye’nin batı ile bütünleşmesini istemiyorlar. Türkiye’nin “yeni dünya düzeni” içindeki yerinin “ılımlı İslam” olması gerektiğini düşünüyorlar. Batının çıkarının bunu gerektirdiğini savunuyorlar…
Varan üç:
CIA Türkiye ve Ortadoğu masa şeflerinden Graham Fuller de, üç yıl önce bir Türkiye raporu hazırlıyor… Ve özellikle “Kürt sorunu”na elatıyor:
Irak’ın “üniter” yapısını koruması ABD çıkarlarına uygun değildir. Türkiye Kürtlere özerklik verirse, Kuzey Irak’taki Kürtlerle bir bütünleşme gerçekleşebilir. En kötü şey, Türkiye’nin Irak’a yakınlaşmasıdır.
Şimdi gelelim sorunun yanıtına: ABD “servis”leri Atatürk’e niçin düşman?
Bunun dört temel nedeni var.
Birincisi…
Laik – demokratik Kemalist model, “ihraç” etmeye elverişli değildir. Türkiye’nin toplumsal kültürel altyapısına sahip bulunmayan İslam ülkeleri bu modeli uygulayamazlar. “Ilımlı İslam” ile bütünleşmiş, yarı çağdaş bir Türkiye, ABD çıkarlarına daha uygundur!
Üstelik, petrol zengini Ortadoğu ülkelerindeki çağdışı rejimlerin varlığını koruması açısından, Kemalist model tehlikeli bir örnektir. Bu rejimlerin varlığı, Amerikan çıkarlarının güvencesindedir!
İkincisi…
Kemalizmin temelinde ulusal birlik ve tam bağımsızlık ilkeleri vardır. Bu ise, ABD’nin vegenel olarak batının çıkarlarına terstir. Türkiye ne yıkılmalı, ama ne de bağımsız hareket edebilecek kadar güçlenmelidir. Türkiye Ortadoğuda büyük bir güç olmamalıdır!
Üçüncüsü…
Türkiye’nin Kürtlere özerklik vermesi giderek federasyonu peşinden getirir. Bir adım sonrası ise, komşu devletlerin de parçalanması ile, “bağımsız” bir Kürt devletinin oluşturulmasıdır. Her zaman ABD’ye muhtaç böyle bir devlet… Amerikan çıkarları için en iyi çözümdür. Ama bu formülün uygulanabilmesi için ilk koşul, Türkiye’de Atatürk’ün ve ilkelerinin yıkılmasıdır!
Dördüncüsü…
Yeni dünya düzeninde, uluslararası sermayenin karşısında kalan tek engel “ulusal devlet”tir. Türkiye’de Atatürk yıkılmadan ulusal devletin yıkılamayacağı ise bir gerçektir!
1994 Arallığında, Yeni Demokrasi Hareketi kurulurken çıkan bir yazım şöyle noktalanıyordu:
“Özal – 12 Eylül sayesinde – boşaltılmış bir meydanda işe başlamıştı… ‘Dört eğilimi’ birleştirip, ABD’nin çizdiği yolda kararlılıkla yürüdü. Ama bugün artık ne dünya o günün dünyası, ne de Türkiye o günün Türkiyesi… Özal öldü, yaşasın Boyner!.. Doğru isim, yanlış zaman… Ve tarihi, isimler değil ‘zaman’lar belirler!..”
Suç, bir buçuk yılda tükenen Boyner’de değil, “zaman”da!
Ve zamanlar hep Atatürk’ü haklı çıkarıyor!

Ahmet Taner KIŞLALI – Bir Türkün Ölümü, s.54-56., Ümit Yayıncılık, 1997. (Cumhuriyet, Haziran 1996)

Atatürk’e dil uzatana;-Höt! diyecek bir ses gerek Meclis’e - Ferhan Şensoy


Kapısında “İMAMIN KAHVESİ” yazmıyordu ama mahalle halkı öyle adlandırıyordu o kahveyi.
- Arkadaşlar, seçim sabahı saat altıdan itibaren burada toplanacağız!
dedi kahveci, çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu kalabalığa. Kalabalıktan soru soran olmadı, yanıt veren olmadı.

- Ben altıda gelemem!
diyen olmadı. Kahveci sürdürdü konuşmasını:
- Sandığa ilk giden arkadaşımız, oy pusulasını cebine koyup sandığa boş zarf atacak. Hızla oy pusulasını buraya getirecek, ben gereken yere mühürü basacağım. Bizde mühür var! Geçen seçimde yanlış yere basan oldu, pusulayı yanlış katladığı için oyu geçersiz sayılan oldu, çok fire verdik. Mühürlenmiş oy pusulasını cebine koyan ikinci arkadaşımız sandığa gidip onu zarfa koyacak, ona verilen boş oy pusulasını kahveye getirecek. Benbasacağımmühürü, üçüncü arkadaşımız gidip onu sandığa atacak, buraya boş oy pusulası getirecek. Böylece her sandıkta sadece bir tek oy firemiz olacak. Üstelik biz de hepinizin doğru oy kullandığından emin olacağız. Herkes bunun mükafatını görecek.
Kalabalıktan itiraz eden olmadı.

- Seçim günü çay ve simit kahvemizin ikramıdır. Ücret ödenmemesi rica olunur. Hayırlı seçimler!

diye tamamladı sözlerini mühür sahibi kahveci. Kalabalık sessizce dağıldı. Hepsinin seçim sabahı orada olacağından emindi kahveci.
Olayda her şey yasal gibi görünüyor. Yasal olmayan kahvecide mühür bulunması! Bu durumda böyle bir şeyin önünün alınması olası değil!
Sanmayın ki varsayımlar üretiyorum. Anlattığım hikaye geçen seçimde Başkent’in bir mahallesinden, o kahvede gerçekleşmiş bir olay! O kahve yerli yerinde duruyor, kahvecinin de elbette mühürü var.

İMAMIN KAHVESİ’ni ülke çapında bir zincir olarak düşünürseniz olay ürkütücü! Kabus!

Seçmen sayısından çok daha fazla oy pusulası basılması da mide bulandırıcı. Bir oy pusulası yırtüırsa diye, yedek mi yani fazla basılan? Kazaen yırtılsa yırtılsa kaç tane yırtılır? Üstelik yüzde 100 katılım görülmüş değil. Kahvecideki mühürden başkalarında da olduğunu düşünün. Bunların kimilerinde “yedek” py pusulaları da olduğunu düşünün. Ürkütücü! Kabus!
İstanbul’un Şirinevler semtinde oturan Orhan Bey, oğlunun nikah işlemleri için ikametgah belgesi almak üzere nüfus müdürlüğüne başvurduğunda adresinin değiştiğini, kendi evinde 7 kişiden oluşan Çöl-han Ailesi’nin ikamet ettiğini öğrendi.
- Manyak mısınız siz nüfusun müdürü bey? demek istediyse de diyemedi. Nüfusun müdürüne öyle şeyler söylenemez, müdürün söyledikleri usa sığmaz bile olsa!
- Müdür bey 3 gün önce kızım ehliyet için buradan ikametgah belgesi aldı. Devrisi gün babamın ölüm beyanı için geldiğimde böyle bir sorun olmadı. Dün mü taşındılar bizim eve 7 kişiden oluşan Çölhan Ailesi, bizden gizli, biz orada oturmayı sürdürürken? Üstelik bizim eve 7 kişi sığmaz!
- Valla burada öyle görünüyor… Orhan Bey savcılığa başvurdu. Savcılık
Emniyet’in Orhan Bey hakkında bilgi toplamasını istedi. Orhan Bey’in gerçekte olmayan bir adreste, 5/1 diye olmayan bir kapı numarasında ikamet ettiği ortaya çıktı! Orhan Bey evinin tapusuyla harita müdürlüğünde yer tespiti yaptırdı. Ancak bu da adamın kendi evinde oturduğunu ve adresini kamtlamasma yetmedi. Bu seçimde Orhan Bey ve ailesi oy kullanamazken, 7 kişilik Çölhan Ailesi hem Şirinevler’de hem de gerçek adreslerinde 14 oy kullanacak!
Sanmayın ki varsayımlar üretiyorum. Anlattığım hikaye Mayıs ayı başında Şirinevler’de yaşanmış bir olay!
Şirinevler’deki alicengiz oyununu ülke çapında bir zincir olarak düşünürseniz olay ürkütücü! Kabus!
Yarın sabah erkenden nüfus müdürlüğüne gidip benim evde kaç AKP’linin ikamet ettiğini öğreneceğim. En azından evdaşlarrn sayışım bilelim. Bir de acaba ben evimde mi oturuyorum? Ben ben miyim? Ben kimim? Benim evde ortalıkta görünmeden oturan sanal arkadaşlar kim?
Böyle bir sarmalın içinde yuvarlanıyoruz seçime. Bu ve beşbenzemezi dümenler AKP’yi gene iktidara taşıyabilir, belki daha az milletvekili ile. Gene geçen dönemki gibi bir TBMM ile karşı karşıya kalabiliriz. Sessiz bir Meclis! “El kaldırılacak” komutu üstüne topluca el kaldıranlar… Kamer Genç olmasa izlemeye değmez tatsız tuzsuz oturumlar, boş konuşmalar kapandı geçtiğimiz dönem. Kamer Genç, Meclis’in çok önemli bir rengi. Zaman zaman tek başına muhalefet yapmış bir milletvekili. Sessiz ve renksiz Meclis’e, bağımsız sesler, bağımsız renkler gerek. Karanlık Meclis’e aydınlık gerek. Atatürk’e dil uzatana;-Höt! diyecek bir ses gerek Meclis’te bir genel başkana sormadan oy kullanabilecek milletvekilleri gerek.
Doğu Perinçek’in, Çetin Doğan’ın, Tuncay Özkan’m yer alması TBMM’ye düzey getirecektir.
Ne kadar çok bağımsız milletvekilii olursa o denli bağımsız olur Meclis.
İşin lamı cimi, cim borhu yok! Kabustu gerçek oldu!
Kabustu son bulsun!

İSTANBUL SORUŞTURMASININ HEDEFİNDE GENELKURMAY BAŞKANI VAR… - Erdal Sarızeybek


Evet, olay açık, İstanbul Soruşturması Genelkurmay Başkanı’nı ifadeye çağırmaya hazırlanıyor, belki de tutuklanması için mahkemeye sevk etmeye…
Elimizde belge yok, ıslak imza yok, delil yok, ama bu köy görünüyor, işte önümüzde duruyor bu kör, kılavuza artık gerek var mı?
Ortada terör örgütü, merör örgütü filan yok, bu soruşturmayla terörle mücadele edilmiyor, bu soruşturmanın amacı çeteyle, terörle, mafyayla, faili meçhul cinayetlerle uğraşmak filan değil, bunların hedefi Türk Ordusu! Türk Ordusu’nun komuta heyeti ve fiili Başkumandanı yani Genel Kurmay Başkanı…
Amaçları: Türk Ordusu’nu etkisizleştirmek!
Etkisiz Ordu; Barzani’yi tanı, Kürt Devleti’ni tanı ve koru, hatta git ordusunu kur ve eğit, diyecekler, yapacak…
Etkisiz Ordu; Kıbrıs’tan çekil diyecekler, çekilecek…
Etkisiz Ordu; Ermenistan Kapısı’nı aç, diyecekler, açacak…
Etkisiz Ordu; Heybeli Ada Ruhban Okulu’na karışma, Fener Rum Patriğini tanı, diyecekler, tanıyacak ve ses çıkarmayacak…
Etkisiz Ordu; Doğu’da özerklik, ikinci dil, ikinci millet, ikinci bayrak, diyecekler, susacak…
Etkisiz Ordu; İmralı’yı serbest bırakacaklar, teröristleri af edip Doğu’da yönetimin başına getirecekler, Kürdistan’a doğru doludizgin yol alacaklar, ordu susacak, ses çıkarmayacak, ulus-devlet, üniter-devlet demeyecek, laiklik demeyecek, biz Türk Milleti ve Yurdu’nun teminatıyız demeyecek, susacak, dut yemiş gibi…
Bunlar aklınca Genel Kurmay Başkanı’nı ifadeye çağırmaya hazırlanıyor, belki de tutuklamaya, böylece susturmaya, etkisizleştirmeye Türk Ordusu’nu…
Atacakları adımlar belli, attılar zaten, hem de bugün, yani 27 Mayıs, devrimin yıldönümü, muvazzaf bir Orgeneral ifade vermek için savcının karşısına çıkarıldı… Suç; cebir ve şiddet kullanarak TBMM’ni yok etmeye çalışmak, silahlı terör örgütüne üye olmak vs… İfadeye çağrılan Harp Akademileri Komutanı Orgeneral Bilgin Balanlı, yani Türk Ordusu’nun komuta heyetini eğiten ve yetiştiren komutan…
Bugün muvazzaf orgeneral, yarın emekli Genel Kurmay Başkanı, muhtemelen İlker Başbuğ ya da İ. Hakkı Karadayı ya da Yaşar Büyükanıt… Daha önceden de böyle başlamıştı zaten, önce emekli subaylar, ardından muvazzaf… Önce emekli generaller ardından muvazzaf…
Şimdi ise önce muvazzaf Orgeneral ardından emekli Genelkurmay Başkanı, ardından görevdeki, muvazzaf Genel Kurmay Başkanı…
Bugün 27 Mayıs yani 27 Mayıs 1960 devriminin yıldönümü… Başbakan Aydın’da, dönemin Başbakanı Aydın Menderes’in ilinde, orduya veryansın ediyor… Dün de Bülent Arınç, Türk Ordusu’na ve komuta heyetine ağzına geleni söylemişti…
Terör örgütü merör örgütü bir laf, baksanıza bu terör örgütünün kasası benmişim, benden önceki kasa ise Kuddisi Okkır, hani şu cezaevinde ölüme terk edilen ve öldüğünde ise cenazesini belediyenin kaldırdığı Kuddisi Okkır… Bu örgütün üyesi benmişim, benden önceki üyeleri siz iyi biliyorsunuz, yazmaya gerek yok… Bizim bu örgüt üyeliğimiz bir yana, PKK üyesi deyip soruşturma açmışlardı hakkımızda ama tutmadı… Bu yetmedi, PKK ile uyuşturucu işi yapıyor deyip de soruşturma açmışlardı, o da tutmadı, sonuç, takipsizlik…
Bu soruşturmanın hedefi Türk Ordusu, bunu görmemek için deve kuşu olmak gerek…
Sıranın Genel Kurmay Başkanı’na geldiğini görmemek için de iyisinden bir kuş olmak gerek, üstelik deve cinsinden…
Peki, ne olacak şimdi?
Seçime az kaldı, bu saatten sonra yapılacak fazlaca bir şey yok, belki de hiçbir şey yok…
Seçime kadar sabır, hepimiz için…
Bakın bize, hiç sesimiz çıkıyor mu? Yüz bini aşkın face book sayfamızı bir gecede sorgusuz ve sualsiz kapadılar, sesimiz çıkmadı… Video kayıtlarımızın olduğu sayfalardan içerikleri sildiler, yine sesimiz çıkmadı… Yüz lira, iki yüz lira için icra kararı çıkardılar, yine sesimiz çıkmadı, ya sabır dedik… Çocuklarımıza iş vermediler, çalıştığımız iş yerini kapanmaya zorladılar ve kapandı, telefonlarımızı dinliyorlar, sözde örgütü üyesi yapıp aile huzurumuzu yok ediyorlar, yine de sesimiz çıkmadı, yine de sesimiz çıkmadı, ya sabır dedik… Dilekçe yazıp hak aramaya çalıştık, cevap bile vermediler, bir kere, iki kere, üç kere, sanırım bizi yok sayıyorlar…
Bu iş nereye kadar gider?
Bu iş nereye varır?
Sabır ihanete düşer mi?
Elimizde maşa var, ateşi elle tutmaya gerek yok…
Elimizde demokrasi var, seçimler var, sandık var, ateşi elle tutmaya hiç gerek ama uyanın!
Türk Ordusu’na kim sahip çıkacak? Biz sahip çıkmaz isek bizi kim koruyacak? Yarın Anadolu’da ateş yanarsa, ateşi kim söndürecek?
Türk Ordusu bizim ordumuzdur ve en büyük gücümüzüdür, sahip çıkalım, sahip çıkmanın vaktidir, yoksa bu iş iş değil, gidişat iyi değil…
Baksanıza ordumuzun haline; Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın komuta kadrosunun nerdeyse yarısı hapiste, hem de terörist diye… Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın komuta kadrosundan önemli isim ve makamları hapiste, hem de terörist diye, bu iş nereye varır? Hava Kuvvetleri Komutanı olacak Orgeneral bugün adliyede, terörist diye ifade veriyor, bu iş nereye kadar gider?
Ordu milletin ordusudur, kapıkulu askeri değil!
Asker bizim askerimizdir, gâvur askeri değil, düşman askeri değil!
12 Haziran’da seçim var ve ülkemizin kaderi sizin elinizde, askerimize sahip çıkın, ordumuza sahip çıkın! AKP siyasetini değiştirin, bu güç siz de var!
Bölmeyin şu oyları, dağıtmayın şu kıymetli oyları, her bir oya sahip çıkın, ister CHP’yi tek başına iktidar yapıp şu AKP siyasetinin elinden devlet gücünü alın, isterseniz MHP’yi iktidar yapın ama alın şu devlet gücünü bu AKP’nin elinden, isterseniz CHP-MHP koalisyonuna gidin ama mutlaka devlet gücünü alın, alın şu devletimizin polisini, parasını, öğretmenini, hukukunu, adaletini, istihbaratını, diplomasisini şu AKP’den elinden…
Göreceksiniz, ardında halk desteği olmayan bu AKP, devlet gücü elinden alındığı anda kumdan bir kale gibi dağılıp gidecektir, inanın…

O zaman hepimiz rahat bir nefes alacağız, hepimiz, hepimiz, hepimiz…
Bu sesi işitin yoksa gidişat hiç iyi değil…

Erdal Sarızeybek

“DEVRİMİN KANUNU MEVCUT KANUNLARIN ÜSTÜNDEDİR…” - Ali Eralp


“Devrimin kanunu mevcut kanunların üstündedir. Bizi öldürmedikçe, bizim kafalarımızdaki cereyanı boğmadıkça, başladığımız yenilikçi devrim bir an bile durmayacaktır. Bizden sonraki devirlerde de hep böyle olacaktır.” (M.K. Atatürk)

Tarihin başlangıcından bu yana devrimler durmadı. Devrimleri engellemeye kimsenin gücü yetmedi. Ne 1789 Fransız devrimini durdurulabildiler ne 1923 Cumhuriyet devrimi… Ne de Sovyet, Çin, Küba, Venezula devrimlerini…
Çünkü “Devrimin kanunu mevcut kanunların üstündedir.” Emperyalistlerin ve feodal kalıntıların çağ dışı kanunları, devrimin kanunları önünde yıkılmaya, yok olmaya mahkûmdur.
Bir zamanlar Nemrut Mustafa’lar, Vahdettin’ler İngilizlerle birleşip bütünleşerek emekli generalleri, profesörleri, milletvekillerini, valileri, gazetecileri, ordu komutanlarını bir İngiliz sömürgesi olan Malta’ya sürgün etmişlerdi. Bu nedenle onlara “Malta Sürgünleri” denilir. Ama Kurtuluş Savaşı zaferle sonuçlanınca kendileri de İngiliz efendileri gibi kaçacak delik aradılar.
Günümüzün Nemrut Mustafa’ları, Vahdettin’leri, Damat Ferit’leri de atalarının yolundan giderek, Amerikalılarla birlikte, Silivri zindanlarını ulusalcılarla doldurdular. Düzmece, uydurma senaryolarla, yurtseverleri hücrelere attılar.
Ama ne yaparlarsa yapsınlar, onlar da İngiliz mandacıları gibi hüsrana uğrayacak, günü geldiğinde işledikleri suçların hesabını verip, tarihin karanlık bir köşesinde yerlerini alacaklardır…
Çünkü bu mücadele, gelip geçici, sadece seçimlerle sınırlı bir mücadele değildir. Bu mücadele, yurdumuz emperyalizm ve işbirlikçilerinden kurtulup, tam bağımsızlığına kavuşuncaya dek, Mustafa Kemal Atatürk’ün başlattığı devrimler tamamlanıncaya dek sürecektir.
İster sağcı, ister solcu olsun, kim bu ülkeyi parçalamak için emperyalizmle, PKK ve etnik azınlıklarla işbirliği yapıyorsa, kim cemaatlerin borazanını öttürüyorsa, o, Cumhuriyetin ve devrimlerin düşmanıdır, Türkiye’nin çağdaşlaşmasının önünde engeldir, settir.
Kemalist devrim programının tamamlanabilmesi için bu setlerin ortadan kaldırılması gerekir. Ümmet ve kul anlayışından özgür vatandaş ve demokratik, uygar bir toplum yapısına geçebilmenin temel koşulu budur.
Şimdi yurtseverlere düşen görev seçimden önce de seçimden sonra da Cumhuriyet devrimleri ve tam bağımsızlık için çalışmaktır.
HALKA GÜVENMEK DEVRİMCİ OLMANIN TEMEL KOŞULUDUR
Ama bu hedefe ulaşabilmek için her şeyden önce halka güvenmek, ona dayanmak, onunla birlikte hareket etmek gerekir.
Ne yazık ki son zamanlarda halkı küçük görmek, aşağılamak aydınlar arasında bir gelenek, bir moda haline geldi. Kendi başarısızlıklarını halkın cahilliğine, eğitimsizliğine bağlayıp “Bu milletten bir şey olmaz…” deyip işin içinden sıyrılmak onlar için kolay bir çözüm yolu oldu. Devrimci mücadelede en tehlikeli yoldur bu…
Gerçi halkı aşağılamak, aptal yerine koymak yeni çıkan bir akım değildir. Kökeni eskilere dayanır.
Osmanlının son dönemlerinde de halkı, Türk ulusunu değersiz gören birçok aydın türemişti. Onlara göre Türkler, ulusların en aşağısı, halkımız ise beceriksiz bir aptallar topluluğu, bir sürüydü. Her türlü melanet, kötülük onlardan geliyordu. Adam olması için mutlaka birilerinin onun elinden tutması gerekirdi. Kurtuluş Savaşı bütün şiddeti ile devam ederken, Mütareke Basınının kalemlerinden Ref’i Cevat Ulunay, utanmadan, sıkılmadan şunları söylüyordu: “İngilizleri istiyoruz. Türkler kendi güçleri ile adam olamıyorlar. İngilizler elimizden tutacak, bizi kurtaracak…”.
Osmanlının son Maarif Nazırlarından (Milli Eğitim Bakanı) Fahrettin Rumbeyoğlu, (bazı AKP politikacıları gibi) okul kitaplarından “Türk” kelimesinin çıkarılmasını emretmişti.
Yine İttihat ve Terakki düşmanlarından Filozof Rıza Tevfik Bölükbaşı, yabancılara olan hayranlığını ve Türk halkına olan düşmanlığını Fransız gazetesine verdiği bir demeçle şu şekilde belirtiyordu: “İngilizlerden çok şey öğrendim. Fransız medeniyetine hayranım. Bende duygu ve düşünce bakımından beğenilecek ne varsa, sizindir. Bende fena olan her şeyin kaynağı benim!” (“Benim” derken Türk’leri kastediyor)
Sevr Antlaşmasını imzalayarak vatanı emperyalistlere teslim eden düşünce yapısının sahibi işte bu hain Filozof Rıza Tevfik’ti. Onun bu halk düşmanı, ulus düşmanı tutumuna karşı Yüce önder Atatürk şunları söylüyordu: “Bizim başka milletlerden hiç bir eksiğimiz yok. Cesuruz, zekiyiz, çalışkanız, Yüksek amaçlar uğrunda ölmesini biliriz.” Ve ekliyordu:
7 yüzyıldan beri cihanın dört bir köşesine sevk ederek kanlarını akıttığımız, kemiklerini topraklarında bıraktığımız (…) bunca fedakârlık ve ihsanlarına karşılık nankörlük, küstahlık, cebbarlıkla uşak mevkiine indirmek istediğimiz bu asıl sahibin huzurunda, bugün utançla ve saygıyla kendimizi toplayalım. (1. TBMM Tutanakları, 18.c., s.4, 1 Mart 1922)
Halka saygınlık kazandırıp, onu yücelten bu düşünce yapısı Atatürk’ten sonra yerini aşağılamaya, hor görmeye bıraktı. Menderes, halkı o kadar değersiz bir varlık, o kadar geri zekâlı bir topluluk olarak görüyordu ki “Ben odunu aday göstersem milletvekili seçtiririm…” diyordu.
Halkı değersiz sayan bu anlayış 80’lerden sonra Evren’lerle, Özal’larla Çiller’lerle, Tayyip’lerle zirveye ulaştı. Ayrıca onların iktidarında halka tepeden bakan yeni bir işbirlikçi liberal yandaş aydın türü de ortaya çıktı. “Neoliberal” ya da “liboş” diye adlandırılan bu yeni liberal takım, AKP’nin iktidarı ele geçirmesinden sonra iyice etkin bir konuma geçti… Basında, televizyonlarda, toplantılarda, siyasi kuruluşlarda çok sık görülmeye başladılar. Soygundan, talandan pay almak isteyen tüm politikacı, iş adamı, gazeteci, profesör ve solcu eskisi bu takımın içerisine demir attı.
Nasrettin hoca’nın hikâyesinde olduğu gibi, onlara göre tek suçlu halk, yani ev sahibiydi… “Evi soymaya gelen hırsızın hiç kabahati yoktu.” Hırsıza toz kondurmuyorlardı.
24 saat yayın yaparak halkın beynini yıkayan, ulusal bağlarını zayıflatıp, düşüncesindeki vatan kavramını yozlaştıran; ABD’nin, AB’nin, siyonizmin emrindeki televizyonların, gazetelerin hiç suçu yoktu… Tüm ülke sorunlarını “sadaka ekonomisi” ile çözmeye çalışan, yoksullaştırdıkları, aç bıraktıkları insanları iki kilo pirinç, beş kilo makarna, üç kilo nohut dağıtarak kendisine köle yapan, oluk oluk para akıtıp oy satın alan yani “siyasal sadakati (bağlılığı) sadaka ile sağlayan iktidarın hiç suçu yoktu?
Devrimci mücadelede en kolay, en kestirme, en sorumsuz yol halkı suçlamaktır…
Soyguncuları, talancıları, emperyalistleri ülkemizden kovmak istiyorsak eğer, halkı Atatürk gibi sevmeli, Atatürk gibi saymalı, ona Atatürk gibi güvenmeliyiz. Asla tepeden bakmamalıyız.
Atatürk gibi:
“Cesuruz, zekiyiz, çalışkanız, Yüksek amaçlar uğrunda ölmesini biliriz” demesini de öğrenmeliyiz.

İşte o zaman halka, “Gözünü toprak doyursun”, “Hem körsün, hem iş vermişiz, daha ne istiyorsun, “Ananı da al git” diyenler, devrimin yüce kanunu önünde tüm sülalesini alıp gideceklerdir…


Ali ERALP

25 Mayıs 2011 Çarşamba

TÜRK MİLLETİ VE TÜRK ORDUSU İHANETLERE HAZIRLIKLI OLMALI… - ERDAL SARIZEYBEK


Türkiye ABD siyasetinin ihanetine uğramıştır, bu açık ve nettir. 1946’dan günümüze süre gelmekte olan bu “ihanetle müttefiklik” sonunda geldiğimiz nokta ve yer bellidir; kalleşçe saldırıların merkezine çekilmiş ve Kozmik Odası aranmış, muvazzaf ve emekli kadrosunun bir kısmı hapiste, bir kısmı tutuksuz yargılanan ve daha büyük bir kısmının da gözaltına alınması için hazırlık yapıldığına inanılan bir Türk Ordusu…
Türkiye’nin müttefiki olan ABD siyaseti, Türk Milleti’nin, Türk Ordusu’nun evladı olan Mehmetçiğin başına çuval geçirmiştir, hem de ABD’li askerler tarafından yani müttefik askerleri, yani Afganistan’da birlikte görev yaptığımız ABD askeri tarafından, hem de Barzani peşmergelerinin gözetiminde, belki denetiminde, kontrolünde, muhbirliğinde…
Yıllarca üs verdik bu ABD’ye ve bu ABD’nin askerlerine, yıllar boyu, Samsun’da, Sinop’ta, İncirlik’te, daha sayamadığımız ve bilmediğimizin ülkemizin birçok yerinde…
Uçak aldık bu ABD’den kendi uçak fabrikamızı kapatarak, Kayseri’deki Tayyare Fabrikasını, silah aldık, cephane aldık, kim bilir, Türk Ordusu’ndaki silah ve araç ve gerecin yüzde kaçı Amerikan…
Irak harekâtına destek verdik bu Amerika’nın, hatta ülkemizdeki Başbakan dua etmişti, Irak’taki “kahraman ABD Askeri” için, “ölmeden ülkelerine dönsünler için dua ediyorum” demişti…
Saymakla bitmez bu Amerikancılık, bu kancıklık ve kalleşlik, bakın Türk Ordusu’na, her halde bütün Amerikan ajanları ordumuzu takip ediyor, izliyor ve dinliyor, ordumuza reva görülen şu hale bir bakın…
Sanki yıl 1915-16-17-18…
Önce Çanakkale, ardından Gazze, Musul, Kerkük, Kars, Ardahan, Van, dört bir yandan saldırı var Anadolu’ya ve Türk Milleti’ne…
Türkiye İsrail siyasetinin de ihanetine uğramıştır, ta 12 Eylül harekâtından beri, Özal’dan beri, Çiller’den beri ve onlarla beraber…
Yıl 92, Şemdinli…
Yıl 93, Başbağlar, Madımak…
“Etnik ve dini merkezli” siyasetin çıkarıldığı yıllar, çatışmaya dönüştürülmeye çalışıldığı yıllar, “Türk-Kürt, Alevi-Sünni” diyerek, kardeşin kardeşe kırdırılmak istendiği yıllar…
Kimindir bu etnik ayrıştırma siyaseti? İsrail’in, bakınız Kivunim Dünya Siyonist Dergisine, yıl 1982…
Kim Müslüman ülkeleri etnik ve dini temelde ayrıştırıp çatıştırmak istiyor? İsrail, bakınız Kivunim 1982, Şubat ayı sayısına, yazmışlar açık açık…
Libya, Mısır, Suriye, Irak ve Türkiye…
Strateji İsrail’in, siyaseti AB’nin, silahlı gücü ise ABD’nin olan bir ihanettir bu…
Türk Ordusu hazırlıklı olmalı, izlenmeye, dinlenmeye, hukuk deyip hazırlanacak sahte belgelere ve bu belgeler üzerinden kendisine yapılacak saldırılara…
Amaç: Etkisizleştirmek! İtibarsızlaştırmak! Kapıkulu askeri haline dönüştürmek!
Hedefte olan sadece Türk Ordusu değil ki, bir de ordunun asıl sahipleri var yani, Türk Milleti yani biz…
Tüyü yolunmuş kaza çevirmek istiyorlar bizi; her gün daha yoksul, her gün daha borçlu, her gün daha mutsuz ve umutsuz, tıpkı çevrilmeye hazır tüyü yolunmuş kaz gibi…

Amaç: Tepkisizleştirmek!

Artık her ihaneti beklemeye hazır olmalıyız; gözaltılar, sahte belgeler, sahte kameralar, filmler, tehditler, şantajlar, her şey her şeyi bekleyin, her ihaneti, her kalleşliği…
Etkisiz ordu ve tepkisiz millet, sürü olacak, itaat edecek bunlara, yok öyle bir şey, ama hazırlıklı olmalıyız her türlüsüne ihanetin…
Kimsenin can güvenliği yoktur artık…
Kimsenin hukuk güvenliği yoktur artık…
Anayasa artık bir laftır, anayasa ile sözde teminat altına alınmış olan kişi hak ve özgürlüklerinin, özel yaşam, aile yaşamı, haberleşme, seyahat… Hiçbir hak ve hürriyet güvencesi kalmamıştır artık…
Her şey kimin iki dudağı arasındadır, ABD’nin mi, AB’nin mi, İsrail’in mi, Erdoğan’ın mı, Fettullah Gülen’in mi, kimin? Belki de hepsinin, belki de her birinin…

Bizi kim koruyacak?

Biz!
Türk Ordusu’nu kim koruyacak?
Gene biz!
Anayasa’yı kim koruyacak?
AKP çökmüştür, manen, maddeten, fikren, siyaseten, artık ardında halk desteği yoktur…
Biz, biz Türk milleti, halk, her şeyin sahibi olan biz koruyacağız!
Demokrasi oyunu oynuyorlar bize, biz de oynayalım ve 12 Haziran’ı bekleyelim, çalışalım…
PKK ile oynadığı “iyi polis-kötü polis” oyunu onu güç yapmaz!
ABD-AB-İsrail ile oynadığı uluslar arası oyunlar AKP’yi artık diriltemez çünkü öldü, düşüncemizde ve fikrimizde öldü AKP…
Fikren ölü AKP’yi tarihe gömmek mi istiyoruz, birleşin!
Demokrasi içinde bu bin bir türlü beladan kurtulmak mı istiyoruz, birleşin!
Milli birlik ve beraberliğimizi güçlendirmek mi istiyoruz, birleşin!
Ege’de, Kıbrıs’ta, Akdeniz’de, Karadeniz’de, Kerkük’te, Musul’da, Kafkas ve Balkanlarda milli menfaatlerimizi koruyarak güçlü olmak mı istiyoruz, birleşin!
İstanbul’daki kod adı Ergenekon olan soruşturmayı hak, hukuk ve adaletle bitirmek mi istiyoruz, birleşin!
Mücadelenin ilk amacı vatan, ilk hedefi de AKP’nin elinden devlet gücünü almak olmalıdır. Türk devletinin büyük gücünü AKP’nin elinden almak istiyor isek, bu AKP siyasetini iktidardan düşürmek sorundayız, mecburuz buna, polisimizi, öğretmenimizi, askerimizi, hukukumuzu, yargımızı AKP’nin elinden almak zorundayız!
AKP’yi iktidardan düşürmek için birleşmek zorundayız!
Yüzde on seçim barajını aşabilecek halk desteğine sahip başka siyasi parti yok!
AKP’yi siyasi iktidardan alaşağı edebilecek tek siyasi güç vardır, o da GÜÇLÜ CHP-GÜÇLÜ MHP’dir, başkası yok, isterseniz çıkın Anadolu’ya bir bakın ve görün gerçeği!
Cumhuriyet Güç Birliği, bütün bağımsız adaylar kazanamaz, öyleyse İzmir’de, Doğu Perinçek üzerinde güç birliği yapınız!
Cumhuriyet Güç Birliği, bağımsız olarak seçime giren tüm adayların kazanma şansı yoktur, öyleyse İstanbul’da Çetin Doğan üzerinde güç birliği yapınız!
Kamuoyunun yakından tanıdığı bu iki güçlü isim hem MHP’ye hem CHP’ye Meclis’te destek olacaktır, buna inanıyoruz…
Eğer ki güç birliği yapılmadan “tüm adaylara destek, tüm adaylar kazansın” gibisinden bir tercihle seçime girilirse, “her yerde güç olmak isteyen, hiçbir yerde güç olamaz” prensibinden hareketle, hiçbiri seçimi kazanmayabilir…
Demokrat Parti’nin Anadolu’da adı da yoktur, halk desteği de…
Saadet Partisi ile Has Parti ayrı ayrı seçime gireceği için, bu iki partinin yüzde on seçim barajını aşabilme şansı yoktur…
İzledikleri siyaset ne denli bağımsız, Atatürkçü ve milliyetçi olursa olsun, diğer partilerin, CHP-MHP dışındaki diğer partilerin de yüzde on seçim barajını aşabilme ihtimali yoktur, halk doğrusunu bilir ve ne yapacağını iyi bilir, doğrudur ancak bizim gördüğümüz gerçek de budur…
“Söz konusu vatandır” diyerek 12 Haziran seçimlerine baktığımızda, Meclis’e girecek üç parti CHP-MHP ve AKP’yi görmekteyiz, dördüncü parti yoktur!
Ayrıca, PKK’nın siyasi uzantıları olan bağımsız adaylar ile CUMHURİYET İÇİN GÜÇ BİRLİĞİ çerçevesinde aday olan bağımsızların Meclis’e girebileceğini görmekteyim.
PKK’nın bağımsız adayları, Doğu’da devlet güç ve otoritesi PKK’ya AKP eliyle teslim edildiği için, büyük çoğunlukla Meclis’e girecektir.
Cumhuriyet İçin Güç birliği bağımsız adayları üzerinde ayrı bir güç birliği yapılırsa eğer, başta Doğu Perinçek, Tuncay Özkan ve Çetin Doğan olmak üzere üç ya da beşi aşmayan adayların kazanabileceğini düşünmekteyim.
Burada ki asıl mesele, Meclis’e girecek olan CHP’nin ne kadar güçlü, MHP’nin ne kadar güçlü gireceği meselesidir.
İşte bu noktada karar sizindir, sonucu sizin vereceğiniz oylar belirleyecektir.
CHP’nin güçlü gireceği konusunda hiç kuşku yoktur, yüzde otuzu kolaylıkla aşacaktır.
MHP’ye gelince, son kaset olayları, eski ülkücü söylemleri, farklı ülkücü söylemleri ve de özellikle bu kaset olaylarının ardında yabancı ajanların bulunduğu yolunda yapılan son açıklamalar, MHP üzerinde oynanan oyunları açıkça ortaya koymaktadır.
Seçim sonrası yapılması düşünülen anayasa değişikliklerinde ilk gündem maddesi olarak “Türk Milleti, Türk, Atatürk ve Atatürk Milliyetçiliği” gibi kavramların kaldırılması planlandığına göre, buna karşı çıkacak en güçlü sesin MHP olacağı düşüncesindeyim.
“Teröre siyasi çözüm, özerklik, federasyon” gibi vatanımızı parçalamayı hedeflemiş ihanet projelerine karşı çıkacak en güçlü sesin yine MHP olacağı inancındayım.
İmralı’da yattığı yerden Türk milleti ve devletini isyanla tehdit eden İmralı canisi ve örgütüne karşı verilecek en güçlü sesin yine MHP olacağını düşünmekteyim.
Meclis’e güçlü girecek bir MHP, küresel ihanet projelerine karşı CHP’ye destek olacaktır.
Size açıkladım, kişisel kararımdır, MHP’yi destekleyeceğim ve oyumu ona vereceğim.
Amacımız, bu ayrışma ve çatışma sürecinin durdurulmasıdır; 12 Haziran’da böylesi bir gücümüz vardır, aksi halde çatışmaya girecek bir Türkiye’de “CHP-MHP-HEPAR-İŞÇİ PARTİSİ-SAADET PARTİSİ-ÜLKÜCÜLER-ALPERENLER” gibi vatanımızın birlik ve bütünlüğü ile çocuklarımız geleceğini savunan partiler arasında bir fark kalmayacak ve hepsi, “Türk Bayrağı, Atatürk, Türk Yurdu” gibi kutsal değerlerimiz etrafında zaten birleşecektir ve birleşmek zorunda kalacaktır…
Gönül ister ki iş işten geçmeden bu güç birliği sağlanmış olsun, en azından bu seçimde ve bu sandıkta sağlanmış olsun…
Güçlü MHP anayasanın bir teminatı olacaktır!
Sözde demokrasi tuzakları, oyunları içinde gerçek olan bir şey var ise eğer gördüğümüz, o da MHP’nin Türk Milleti ve Ordusu’na, Anadolu’daki Türk varlığı ve kimliğine, Türk kültürü ve diline, Türk ülküsüne sahip çıkacağına olan inancımızdır.
MHP Meclis’e güçlü, çok güçlü girmelidir!
Anadolu güçsüz düşen milletleri yok eder, Roma gibi, Bizans gibi, Osmanlı gibi, binlerce yıldır Anadolu’yu yurt edinene Türk Milleti Anadolu’ya yenilmeyecek aksine Anadolu’!ya her zamankinden daha fazla sahip çıkacaktır…
Erdal Sarızeybek

Türkiye’nin son 10 yılı… (Tatlı yalanlar...) - Tülay Hergünlü


AKP'nin reklamlarında başarı (!) olarak sıraladıkları başlıkların tamamı tatlı yalanlardır... Halk sanal bir dünyada kaderiyle baş başa bırakılmıştır. Bu ülkeye ve insanlarına bu kadar yalan söylemeye artık bir son verin! Yazıktır, günahtır! 
Kapımın önünde bir broşür (el ilanı) buldum. İstanbul Demokrasi ve Gelişim Platformu isimli bir kuruluştan atılmıştı. Kuruluş diyorum aslında ne olduğunu, kimlerden oluştuğunu bilmiyorum.  İnternet’te araştırdım açıklayıcı bir kimlik bilgisine rastlamadım. Ancak sıraladığı başlıklardan hareket edince tam bir iktidar yanlısı düşünce sahiplerinden oluştuğu anlaşılıyor…
El ilanında Türkiye’nin son 10 yılını önceki dönemlerle kıyaslamışlar. Sanırsınız ki batmakta olan bir Türkiye devralmışlar ve refah içerisinde yüzen bir Türkiye (!) yaratmışlar…
 İlanda öyle bir tablo çizilmiş ki inanılmaz bir hayal gücü gerekiyor…
10 yılda şu kadar büyümüşüz, IMF’ ye borcumuz neredeyse sıfıra inmiş, şu kadar araç üretmişiz (!), şu kadarını ihraç etmişiz, kişi başı millî gelir 10.000 USD’ a fırlamış(!), sağlık da memnuniyet yüzde bilmem kaçlara yükselmiş, eğitime şu kadar para ayırmışız ve benzeri bir sürü başlık…
Her başlığa tek tek yorum yazmak isterdim ama çok uzun olur… Belki de bir yazı dizisi hazırlarım. Neyse... Şimdilik el ilanında ki ekonomi ile ilgili iki başlığa değinmek istiyorum:
İthalat ve ihracat artışları...
El ilânına göre ihracatımız, 10 yıl önce 25 milyar dolar iken, 2011 yılında 114 milyar dolara çıkmış…(Artış yüzde 356)
İthalatımız ise 41 milyar dolar iken yine 2011 yılında 185 milyar dolara fırlamış…(Artış yüzde 352)
2011 yılında ithalatımız ihracatımızdan 71 milyar dolar fazla. (Fark yüzde 38.)
Herkesin anlayacağı şekilde açıklayacak olursak;
Kazanmadığımız parayı harcamışız… Kısaca, hem kendimizin hem de çocuklarımızın geleceğini çalmışız… Eski dildeki tabiriyle veresiye yemişiz. Yabancının defterine borç yazdırmışız…(Salçayı bile dışarıdan almışız…)
Salt bu rakamlar bile nasıl bir dış borç batağında yüzdüğümüzü anlatmaya yetiyor.  
Halkın gözünden kaçan ya da kaçırtılan önemli bir husus ise, ihracatımızın içindeki ithal ikame payının oranı… Yani Türkiye’de üretilen bir ürün içinde kullanılan yabancı malzeme payı… Bu oranı tarafsız bir ekonomistin açıklamasını isterdik. O zaman aslında o çok övündükleri ihracat rakamlarının da gerçeği yansıtmadığı daha iyi anlaşılacaktır.
Bir örnek vermek gerekirse; Otomobil ihracatımız tavan yapmış, ne güzel… Ancak, yabancının Türkiye’de ürettiği otomobilin içinde kullanılan parçaların kaçta kaçı dışarıdan getirilmiş, kaçta kaçı ülkemizde üretilmiş bilinmiyor. Yani dışarıya bir otomobil sattığımız zaman, bu satışın içindeki ithal parça oranı yüzde kaç?
Kanımızca “zurnanın zırt dediği” yerlerden birisi belki de birincisi ihracatın içindeki ithal ikame oranının büyüklüğüdür. Hal böyle olunca da ihracat rakamlarımız gerçek satışımızı yansıtmaktan çok uzaktır.
***
Önceki hükümet zamanında uygulanmakta olan bir ekonomik paketi devraldılar. Yeni bir reçete ortaya koymadılar.  Var olanı sürdürdüler…
10 yıllık süreçte ise tüm Millî değerlerimiz, bankalarımız, Telekom, Tekel ve benzeri tesislerimiz, topraklarımız, hatta limanlarımız bile yabancılara babalar gibi satıldı…
Kayıt dışı çalışan firmalara 2-3 senede bir af getirilerek elde edilen gelir ile bütçe açığı dengelenmeye çalışıldı…
Düşük kur, yüksek faiz sarmalından yararlanan yabancılar Türkiye’nin kanını emdiler…
Dışarıdan gelen sıcak para üretimde kullanılmadı…
Beyaz yakalı işsizler ordusu yaratıldı…81 İlde üniversite yapıldı ama işsizler ordusuna istihdam sağlayacak fabrikalar inşa edilmedi…
Sonuç olarak; İstanbul Demokrasi ve Gelişim Platformu’nun başarı (!) olarak sıraladıkları başlıkların tamamı tatlı yalanlardır... Halk sanal bir dünyada kaderiyle baş başa bırakılmıştır. Açlık sınırının altında yaşayan binlerce insan sadaka siyasetiyle oyalanmaktadır…
Bu ülkeye ve insanlarına bu kadar yalan söylemeye artık bir son verin!
Yazıktır, günahtır!
Bu devran böyle gitmez, rüzgârlar da her zaman aynı yönden esmez!
Umarız Türk milleti gücünü 12 Haziran’da sandıkta göstererek, bu tatlı yalanlara son verecektir…
Tülay Hergünlü

21 Mayıs 2011 Cumartesi

Atatürk Resimleri- Ekonomi Alanındaki Çalışmaları


Atatürk Resimleri- Ekonomi Alanındaki Çalışmaları
Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal, Orman Çiftliği'nde (4 Temmuz 1929)

Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal, Orman Çiftliği'nde (14 Temmuz 1929)

Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal, Orman Çiftliği'nde (14 Temmuz 1929)

Cumhurbaşkanı Atatürk, Pertek'te Singeç Köprüsü'nde dinlenirken
(17 Kasım 1937)

Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal,
İş Bankasının Ankara'daki Genel Merkez binasında ( 22 Ekim 1929)

Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal,
İş Bankası İstanbul şubesinden çıkarken
(16 Haziran 1928)

Cumhurbaşkanı Atatürk, Tunceli Pertek'te, Singeç Köprüsü'nden geçerken
(17 Kasım 1937)

Cumhurbaşkanı Atatürk, Tunceli Pertek'te, Singeç Köprüsü'nü açarken
(17 Kasım 1937)

Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal, Yerli Mallar sergisini gezerken (10 Kasım 1934)

Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal, İstanbul'da açılan İş Bankası sergisinde
(12 Eylül 1934)

Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal, Orman Çiftliği'nde traktör sürerken
(14 Temmuz 1929)

Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal, Orman Çiftliği'nde (14 Temmuz 1929)

Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal, Yalova'nın imarı hakkında ilgililerle görüşürken (12 Eylül 1929)

Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal, Orman Çiftliği tarlalarında bir çiftçiyle konuşurken (14 Temmuz 1929)

Cumhurbaşkanı Atatürk, Sivas'ta
(13 Kasım 1937)

Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal, Hâkimiyet-i Millîye Matbaasının yeni makinelerini incelerken (24 Ekim 1929)

Cumhurbaşkanı Atatürk, Bursa Merinos Fabrikasının açılışında (2 Şubat 1938)

Cumhurbaşkanı Atatürk, Bursa Merinos Fabrikası tesislerini gezerken
(2 Şubat 1938)

Cumhurbaşkanı Atatürk, Bursa Merinos Fabrikası tesislerini gezerken
(2 Şubat 1938)