6 Aralık 2010 Pazartesi

Sevr’i Savunmak, Emperyalizmi Savunmaktır

Türkiye öyle bir noktaya geldi ki, “demokrasi”, “düşünce özgürlüğü”, “ifade hürriyeti” gibi kavramlar adına ve bu kavramların ardına sığınarak Cumhuriyet’e sövmek moda oldu. Ülkenin bölünmesini istemek, ulusal değerlere saldırmak, bağımsızlığı ve aydınlanmayı yermek demokratlığın gereği, çağdaşlığın göstergesi, özgürlükçülüğün kanıtı haline geldi. Böyle düşünenlere göre; Cumhuriyet’i savunmak dinozorluktur, statükodan beslenmektir, faşizmi benimsemektir, soykırım suçuna ortak olmaktır, darbeciliktir, kısacası Ergenekonculuktur. Yine bu çevrelere göre; “Ben Kürdüm” diyorsanız demokrat, özgürlükçü, hukukun üstünlüğünü savunan, tarihinizle yüzleşmiş, geçmişinizle hesaplaşmış, küreselleşmeyle barışık, post modern değerlerin farkında, AB üyeliğinin yanında bir insansınız. Yok, “Ben Türküm” diyorsanız, vay halinize. Demokrat olamazsınız, özgürlüklere karşısınız, ırkçı ve geri kafalısınız, tez elden geçmişinizle yüzleşmeniz, soykırım yaptığınızı kabul etmeniz gerekiyor. Aksi halde yolunuz kısa sürede Silivri’ye düşebilir, aman dikkat.
Sakın ola ki “Ben Türküm demek, ben Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşıyım demektir” diye üstelemeyin. Atatürk’ün “Ne mutlu Türküm diyene” ya da “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” gibi sözlerini örnek vermeyin. Afrika kökenli Fransız’a Fransalı değil Fransız, Türk kökenli Alman’a Almanyalı değil Alman, Hindistan kökenli İngiliz’e İngiltereli değil İngiliz, Meksika kökenli Amerikalıya ABD’li değil Amerikan dendiğini anımsatmayın. İnsanları alt kimlikleri, feodal bağları, dinsel, etnik, mezhepsel aidiyetleri üzerinden tanımlamanın, sınıflandırmanın, ayrıştırmanın bağnazlık, gerilik olduğunu asla savunmayın. Savunursanız, post modernizmden habersiz olduğunuz, küreselleşme sürecini kavramadığınız ortaya çıkar. Irkçılığınız, dikta özlemleriniz, dinozorluğunuz, demokrasi, özgürlük, insan hakları, sivil toplum, hukuk devleti, piyasa ekonomisi düşmanlığınız zirveye ulaşır. İngilizlerin Hindistan’da yaptığı katliamları, Amerikalıların en az 6 milyon Kızılderiliyi katledilişini, Vietnam, Kore, yakın dönemde Afganistan ve Irak işgallerini, Fransa’nın Cezayir, Madagaskar, Hindiçini’nde yaptıklarını sakın ola ki gündeme getirmeyin. Hele bir de Lozan’ı savunup, Sevr’e karşı çıkıyorsanız, halkların kardeşliğini dinamitleyen bir barbar olduğunuz kesinleşir.
Peki, bu yaftalamalar ne kadar doğru, ne kadar gerçek, ne kadar geçerli, ne kadar yeni? Sondan başlayalım, bu yaftaların hiçbiri yeni değil, kökleri 10 Ağustos 1920 tarihine, yani Sevr Antlaşması’na kadar uzanıyor. Nasıl mı? Hemen birkaç örnek verelim.
Sevr’in Güncellenen Maddeleri
Sevr’de bağımsız Ermenistan vardı. Damat Ferit Paşa galip devletlere “Doğuda Ermenilere toprak verebiliriz” diyordu. Bu nedenle Paris’te bugün bile Ermeni diasporası “Sevr Günü”nü kutlar. Günümüzde de “özür diliyoruz.com” takımı var. Avrupa’da “Ermeni soykırımı yoktur” demeyi hapisle cezalandıran ülkeler var. 2008’de Avrupa Birliği’nin kabul ettiği çerçeve anlaşmaya göre; herhangi bir ulusal mahkeme 1915 olaylarının “soykırım” olduğuna hükmederse ve biri de çıkıp buna “hayır” derse, o şahıs 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezasına çarptırılacak. Ermenistan Bağımsızlık Bildirgesi’nde (ki bu bildirge anayasanın dibacesine konmuştur yani anayasanın parçasıdır) Türkiye’nin doğudaki toprakları “Batı Ermenistan” olarak tanımlanmıyor mu? Ermeniler Türkiye’ye karşı tazminat davaları açmaya başlamadılar mı? Çankaya Köşkü ve Erzurum Kongresi Binası’nın da aralarında bulunduğu çok önemli gayrimenkuller üzerinde hak iddia etmeye hazırlanmıyorlar mı? Yani, kısaca “3 T” diye özetlenen tanıma- tazminat- toprak silsilesinde ikinci aşamaya geçmediler mi?
Sevr’de özerk Kürdistan vardı. Sevr’den bir yıl sonra Milletler Cemiyeti “Kürtlerin kendilerini yönetebileceğine hükmetse”, Kürtlere bağımsızlık verilmesi söz konusuydu. Günümüzde de “Federasyonu tartışalım” diyen Turgut Özal’ın yolundan gidenler, artık ciddi ciddi bölünmeyi tartışmıyorlar mı? “Demokratik özerklik” talepleri, BDP’li belediyelerin öncülüğünde kurulan “yerel meclisler”, bu partinin kimi milletvekillerinin, (hem de kendisi hukukçu ve karısı “Türk” olan Hasip Kaplan dahil), etnik sayım yapılmasını savunmaları son tahlilde neyi amaçlıyor? Diyarbakır Belediye Başkanı ay yıldızlı bayrağın yanına ayrı bir bayrak önermedi mi? Aynı partili bir milletvekili 29 Mart yerel seçimlerinde Kürdistan haritasının çizildiğini söylemedi mi?
Sevr, Türkleri bugünkü Türkiye’nin dörtte biri kadar bir yere sıkıştırıyordu Anadolu’da. Günümüzde de Türkiye’yi bölen BOP haritaları, hem de ABD Silahlı Kuvvetler Dergisi’nde yayınlanmıyor mu? BOP kapsamında haritası değişecek 22 ülkeden biri de Türkiye değil mi?
Sevr’de itilaf devletleri özel nüfuz bölgeleri kuruyorlardı. Günümüzde de AB, Fırat ve Dicle nehirlerinin yönetimi için uluslararası komisyon kurulmasını önermiyor mu? Bölge kalkınma ajansları kurulmadı mı? Birer “devrim” olarak sunulan kamu yönetimi ve yerel yönetimler reformları, federasyonun altyapısını hazırlamadı mı?

Sevr’de kapitülasyonlar daha da genişliyordu. Günümüzde AB’nin ev ödevleri yok mu? Avrupa Birliği üyesi olmadan Gümrük Birliği’ne dahil olan tek ülke Türkiye değil mi? Ekonomide IMF ve Dünya Bankası reçetelerine uymuyor muyuz?

Sevr’de Osmanlı şartlara uymaz ise İstanbul’un işgali öngörülüyordu. İstanbul, uluslararası bir şehir olarak tanımlanıyor, padişah ile hükümetin oturmasına izin veriliyordu. Lord Curzon, “Türkler Avrupa’dan atılmalıdır” derken Lloyd George daha da ileri gidiyordu: “Türkler yüzlerce yıl Avrupa’da kaldılar ve Avrupa’daki bütün belaların başı oldular. Londra İngiliz’dir, Paris Fransız’dır ama İstanbul Türk değildir, Yunanlıdır. Türkler oradan atılmalıdır”. İngiliz emperyalizmine göre İstanbul Müslümanlar için, Hristiyanlar için olduğu gibi kutsal bir şehir değildi. Günümüzde İstanbul Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında bölgenin küresel finans merkezi yapılmıyor mu? Merkez Bankası İstanbul’a taşınmak için hazırlıklara başlamadı mı? İstanbul için özel yasa yapılması, özel bakanlık kurulması, özel idari ve hukuki düzenlemelere gidilmesi gündeme gelmedi mi? İstanbul’a gelmek isteyene vize konulmasını önerenler yok mu?
Sevr’de Osmanlı Devleti için 50 bin kişilik bir askeri güç, sultan için de 700 kişilik saray muhafızı öngörülmüştü. Günümüzde de AB sınırların korunması için özel güvenlik gücü önermiyor mu? Bu bağlamda özel ordu tartışmaları, profesyonel askerlik, özel güvenlik şirketleri gündemde değil mi?
Sevr’de galip devletlerin kurduğu Maliye Komisyonu her şeye egemendi. Türk parasına o komisyon hükmediyordu, gümrükler yabancıların denetimindeydi. Günümüzde IMF ile yapılan anlaşmalarda farklı şeyler mi yazıyor? Türk köylüsünün neyi, ne kadar ekeceğine ya da neden hiç ekmeyeceğine IMF ve Dünya Bankası uzmanları karar vermiyor mu? Kemal Derviş’in isteğiyle 15 günde 15 yasa çıkarılmadı mı?
Sevr öncesinde, 1920 Ocak ayında müttefikler Osmanlı Devleti’ne nota verip, Harbiye Nazırı ve Genelkurmay Başkanı’nın görevden alınmasını istiyorlardı. Günümüzde de ABD ve AB temsilcileri KKTC’de Rauf Denktaş’ın tasfiye edilmesini, yurtsever subayların hapse atılmasını, Cumhuriyetçi bürokratların, öğretim üyelerinin, gazetecilerin susturulmasını, etkisizleştirilmesini istemiyorlar mı?
Sevr öncesinde Damat Ferit Paşa Paris Barış Konferansı’na davet edildiğinde İstanbul gazeteleri bu daveti büyük bir başarıymış gibi sayfalarına taşımışlar, galip devletlerin Almanya ve Avusturya- Macaristan’a davrandıkları gibi Osmanlı’ya davranmayacaklarını yazmışlardı. Sonrasında da Osmanlı’yı temsilen Damat Ferit ve diğer üyeler Fransa’ya, Fransızların tahsis ettiği gemiyle gitmişlerdi. Günümüzde de ABD Başkanları ile görüşmeyi diplomatik başarı sayan, seçim kampanyasında Avrupalı liderlerle çektirdiği fotoğrafları kullanan, Oval Ofis’te kaç dakika kaldığını ballandıra ballandıra anlatan bakanlar, başbakanlar, parti liderleri, BOP eşbaşkanları, İngiliz vatandaşı olan maliye bakanları yok mu?
Tarih öğretir, affetmez
Sevr imzalanmıştır ama Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı onu onaylamamıştır. 433 maddeden oluşan ve askerlerin silah donanımından tarihi eserlere ilişkin düzenlemelere varıncaya dek çok ayrıntılı hükümler içeren bu metin, hukuki nitelik kazanmamıştır. Sevr’in imzalanması Anadolu’daki Milli Mücadele azmini pekiştirmiş, TBMM Sevr’i imzalayanları vatan haini ilan etmiştir. Fransa ise Sevr’i imzalayanlara Legion d’Honneur nişanı vermiştir. Günümüzde kimlerin Nobel aldığına, kimlere ABD’deki Yahudi lobisinin “büyük nişan” verdiğine bu açıdan da bakmak gerekir. “Sevr Dosyası” ve “Sevr Dosyası Nasıl Yapıldı, Nasıl Yırtıldı” adlı kitaplarıyla da bilinen Cahit Kayra’nın da vurguladığı gibi; “Sevr bir antlaşmanın ötesinde bir doktrindir”. Sevr üzerine bir çalışması da olan eski diplomat ve dışişleri bakanlarından Osman Olcay’a göre “Sevr, Lozan antlaşmasının antitezidir”. “Lozan” adlı iki ciltlik dev eseriyle bilinen Prof. Dr. Cemil Bilsel kitabının önsözünde şunu yazmıştır: “Lozan, bir kelime ile söylenmek istenirse, istiklaldir”. Sevr üzerine çalışan yazar İbrahim Sadi Öztürk’e göre; “Sevr Türklüğün idam fermanıdır”. Atatürk ise Sevr ile Lozan’ı şöyle karşılaştırır: “Lozan Barış Antlaşması’nın içine aldığı esasları, diğer barış teklifleriyle daha fazla karşılaştırmaya lüzum olmadığı fikrindeyim. Bu antlaşma, Türk milleti aleyhine, asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması’yla tamamlandığı zannedilmiş büyük bir suikastın yıkılışını ifade eden bir vesikadır. Osmanlı devrine ait tarihte benzeri görülmemiş bir siyasi zafer eseridir”.
İyi bilmek gerekir. Kurtuluş Savaşı’nda tek düşman emperyalizm değildir. Emperyalizmin yerli işbirlikçileri de, feodal unsurlar da Kuvayı Milliyeyi çok uğraştırmıştır. Kaldı ki her antiemperyalist savaşta bir iç cephe, işbirlikçi cephe vardır. Her ulusal kurtuluş savaşı aynı zamanda bir iç savaştır. 1919’da başlayan Milli Mücadele’de ilk yıl kongrelerle sürmüş, 1920’de millicileri en çok iç isyanlar uğraştırmıştır. Bağımsızlık Savaşı’nda 23 gerici isyanla boğuşmuştur Müdafaa-i Hukukçular. Hilafet Ordusu adıyla kurulan Kuvay-ı İnzibatiye tarafından Bolu- Düzce yöresinde çıkarılan 1. ve 2. Anzavur İsyanı, Hürriyet ve İtilaf Fırkası Reisi Çapanoğlu Edip’in Yozgat yöresinde çıkardığı isyan, Delibaş Mehmet öncülüğündeki Konya İsyanı, Çopur Musa liderliğindeki Afyon İsyanı, Ali Batı İsyanı, Bozkır İsyanı, Bahtiyar Aşireti Reisi Cemil Çeto İsyanı, Çerkez Ethem İsyanı ilk akla gelenlerdir. Dış düşmana karşı en yoğun mücadele savaşın üçüncü yılında verilmiştir. 1922 ise zafer yılıdır, savaşın silahlı evresinin bittiği yıldır.
İsyanlarda İngiliz ve Fransız desteği vardır. Etnik ve dinsel duyarlılıklar, emperyalist işgalciler tarafından kullanılmış, kaşınmış, kışkırtılmıştır. İngilizlerin elinde rehin olan halife Irak’tan Suriye’ye, Mısır’dan Libya’ya her yerin kaybedildiğinin farkındadır ama tek derdi kendi saltanatını korumak olduğundan Milli Mücadele karşıtı isyanları teşvik etmiştir. Bu çabasında en büyük yardımı üyesi olduğu İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nden, bu cemiyetin üyeleri olan Sadrazam Damat Ferit Paşa ve Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’den almıştır. Atatürk ve milliciler hakkındaki idam fermanını onaylayan Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi de, Dahiliye Nazırı ünlü gazeteci Ali Kemal de, İngiliz rahip Frew da, Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın kurucularından, Kürt Teali Cemiyeti üyesi, İngiliz Muhipleri Cemiyeti Başkanı, Şura-i Devlet (Danıştay) üyesi ve müseccel İngiliz ajanı Sait Molla hep aynı kadronun adamlarıdır. Konya’daki Delibaş İsyanı’nda İngiliz uçakları tarafından halka Kuvayı Milliye karşıtı bildiriler atılmıştır ve bildirilerin altında çok sayıda İslam Teali Cemiyeti üyesi din adamının imzası vardır. Devlet, bağımsızlık, egemenlik, ülke, şeref, namus, haysiyet gitmiştir ama galip devletlerden “İslam’ı yaşayacaklarına” ilişkin söz almışlardır. Bu da onlara yetmiştir.
Sevr’i severek “medyatik” olmak
Cumhuriyet’i doğru anlamanın ve bugün karşılaştığı tehlikelere bilinçli şekilde direnmenin yolu, Sevr’i çok iyi bilmekten geçer. Sevr, Balkanlardan kovulan, Ortadoğu’dan tasfiye edilen Türklerin Anadolu’dan da kovulmasının adıdır. Cumhuriyet karşıtları, sultanı yüceltmek, Milli Mücadele’yi sıradanlaştırmak, itibarsızlaştırmak için, Sevr’in Osmanlı meclisinde onaylamadığını, dahası sultan ve çevresinin Sevr’i eleştirdiğini yazarlar. Bu antlaşmanın İngilizler tarafından da gerçekçi bulunmadığını belirtirler. Mustafa Kemal’in Sevr için “proje” dediğine dikkat çekerler.
Doğrudur, Sevr imzalanmıştır ama Meclis-i Mebusan tarafından onaylanmamıştır. Çünkü meclis kapalıdır. Bu nedenle metnin hukuksal geçerliliği, diplomatik bağlayıcılığı yoktur. Sultan ve çevresinin, Fransa’da altına imza atılması için emir verdikleri antlaşma hakkında atıp tutmalarının nedeni ise Sevr konusunda kimseyi ikna edemeyeceklerini anlamış olmalarıdır. Sevr’i kabul ederek zaten ciddi taban bulmuş, heyecan yaratmış olan Milli Mücadele önderliğinin ekmeğine yağ sürmek istememişlerdir. Sevr’i imzalamayı reddeden Tevfik Paşa’nın, antlaşma maddelerini inceledikten sonra çektiği telgrafta “Burada bağımsızlık kalmadığı gibi devlet de kalmamıştır” demesi de İstanbul hükümeti için uyarıcı olmuştur.

Dünyada diplomasinin ve emperyalizmin kitabını yazmış olan İngilizlere gelince, pek çok İngiliz politikacı ve diplomatın Sevr hükümlerinin gerçekçi, uygulanabilir olmadığını söylemesi, onların bu “projeye” destek vermedikleri anlamına gelmez. Son derece gerçekçi ve akılcı olan İngilizler, Sevr’in hayata geçmesi için “Yunanistan’ı Küçük Asya’da bir çılgınlığa teşvik etmek, olmadı zorlamak” dahil her yolu denemişlerdir. Ama bir yandan da antlaşma hükümlerinin hazmının zor olduğunu kabul etmişlerdir.

Gelelim Mustafa Kemal Paşa’nın Sevr için “proje” demesine. Hemen eklemek gerekir ki İsmet Paşa da Sevr için “proje” demiştir. Gazi burada “proje” derken, antlaşma taslağı anlamında mı kullanmıştır? Sevr’i yüzyıllardır süren bir çalışmanın son halkası olarak gördüğü için mi böyle nitelemiştir? Sevr’i uygulama safhasına geçmemiş bir yazılı metin olarak gördüğü için mi “proje” demiştir? Yoksa aynen Büyük Ortadoğu Projesi, Avrupa Birliği Projesi, Ilımlı İslam Projesi gibi siyasal, ekonomik, diplomatik, toplumsal, askeri, kültürel boyutları olan bütüncül bir tasarım olarak gördüğü için mi “proje” demiştir? Mustafa Kemal’in o an kafasından ne geçtiğini, “proje” sözcüğüyle neyi kastettiğini anlamak için elimizde özel bir teknik, gelişmiş cihazlar, zihin okuma aygıtları yok. Neyse ki Gazi’nin söylev ve demeçleri var, dünya tahlili var, yaptıkları var.
“Proje” kelimesinin Gazi tarafından ne anlamda kullanıldığını öğrenmek için, Mustafa Kemal’in işgalci düşmana ilişkin tutumuna bakmak, emperyalizm hakkındaki sözlerini incelemek yeter. Kemal Paşa’nın, orduları dağıtan, hemen tüm ağır savaş donanımının kullanımını yasaklayan, mali egemenliği ortadan kaldıran, maliye komisyonunda Osmanlı’ya görüş bildirme hakkı verip, oy hakkı vermeyen bir metne, tasarı anlamında da mı yoksa siyasal anlamda mı “proje” dediğini anlamak zor değildir. Atatürk’ün egemenliği, bütçesi, ordusu, mali bağımsızlığı olmayan bir yapıya “devlet”, işgalcilere topraktan başka ekonomik nüfuz bölgeleri de veren bir anlayışa “devlet adamlığı” demeyeceğini bilmek için, dilbilimci olmaya da, tarihçi olmaya da gerek yoktur. Askerden arındırılmış olan ve İstanbul ile Çanakkale Boğazlarında egemenlik mi kalmıştır? Boğazlar bölgesinin kendi ordusunun, donanmasının, bütçesinin, yargısının, polis gücünün bulunması egemenlik ilkesiyle bağdaşır mı?
Doğuda Ermenistan ile batıda Yunanistan arasına sıkıştırılan ve simgesel olarak dahi egemenliği olmayan bir devlete hapsedilen Türklerin önüne konan metni Milli Mücadele ile yırttığımızı görmek için Sevr haritasına bakmak yeterlidir. Çünkü Sevr projesi, Sevr doktrini, sadece Osmanlı Devleti’ni parçalamak, Türkleri Anadolu’ya sıkıştırmak, fırsatını bulunca da Orta Asya’ya sürmek için gündeme getirilmemiştir. Aynı zamanda Türklerin bütün umudunu kırmayı, onları tarihsiz, kimliksiz, kültürsüz, köksüz bir yığın haline getirmeyi, tüm güç ve olanaklarını tasfiye etmeyi de amaçlamıştır. Bunun sonucu olarak Sevr, azınlık tanımını en geniş, en esnek anlamda kullanmıştır. Hemen tüm özellikleri birer azınlık kıstası, azınlık olma nedeni saymıştır. Irk, din, dil azınlıkları yaratmıştır. Sevr, Avrupalıların yarım yüzyılı aşkın süredir uyguladıkları “azınlıkları kullanarak Osmanlı’nın içişlerine müdahale etmek” politikasının da zirvesidir. Her egemen devlet, ülkesi içinde azınlık kıstasının ne olduğunu, hangi kümelerin azınlık olacağının kararını kendisi verdiği halde, Sevr’de bu en temel devletler hukuku ilkesi hiçe sayılmıştır. Osmanlı Devleti’ne kimleri azınlık olarak kabul etmesi gerektiği Sevr ile kabul ettirilmiştir. Osmanlı azınlıklar konusunda karşılıklı değil, tek taraflı yükümlülük altına girmiştir. Yani diplomasideki mütekabiliyet (karşılıklılık) ilkesine uyulmamış, uyrukları olan Türk azınlığa karşı imzacı devletlere bir yükümlülük getirilmemiştir. Azınlık tanımı, İstanbul başta olmak üzere gelecekteki işgallerin gerekçesi olarak kullanılmak istenmiştir. Öyle ki, 1 Kasım 1914 sonrasında, yani Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na girmesinden sonra, İslam dinine geçenlerin bu dini tercihleri geçersiz kabul edilmiştir.
Sevr güzellemesiyle Lozan’ı kötülemek
Sevr, Osmanlı Devleti’nin siyasi, iktisadi, askeri, idari, adli, mali bağımsızlığını tasfiye ederken, Lozan’da müttefikler ile TBMM temsilcileri arasındaki en sert, en çetin müzakereler kapitülasyonlar konusunda yaşanmıştır. Sırf bu ayrım bile iki antlaşma arasındaki farkı, iki tutum arasındaki uçurumu ortaya koyar. Sevr’i imzalayan Osmanlı delegeleri masaya 1. Dünya Savaşı’nın mağlupları olarak oturmuşken, Lozan’ı imzalayan Türk delegeleri masaya Kurtuluş Savaşı’nın galipleri olarak oturmuştur. İsmet Paşa’nın, Lozan’daki Türk heyetine başkan olarak görevlendirilmesinin nedenlerinden biri de, onun Milli Mücadele’de komutanlık yapmış bir asker olmasıdır. Nitekim İsmet Paşa’nın bu psikolojik üstünlüğü, özellikle Yunan heyeti açısından moral bozucu olmuştur.
Sevr’i imzalayan irade ile Lozan’ı imzalayan irade arasındaki fark büyüktür. Mesela Sevr’i kabul edenlerin, Britanya Başbakanı Lloyd George’un, 1. Dünya Savaşı’na Osmanlı Devleti’nin girişinden çok kısa süre sonra, 10 Kasım 1914’te söylediği şu sözlere hiç itirazı yoktur: “Türkler bir insanlık kanseridir; kötü idare ettikleri memleketlerin bedenindeki tüm hayatı çürüten, sonsuz acı veren bir kanser… İnsanlığa karşı işlediği suçlardan uzun bir utanç listesi olan Türk’ten nihayet bunların hesabının sorulacağı için sevinçliyim”. Sultan Vahdettin ise “Ben İngilizlere olan saygımı babam Abdülmecit’ten aldım” diyecek kadar düşmüştür. İstanbul’daki İngiliz büyükelçisiyle gizli görüşmeler yapmakta, Sevr imzalanmadan önce, İngilizleri ikna etmek için Osmanlı topraklarında Ermeni ve Kürt devleti kurabileceklerini söylemektedir. Sultan Vahdettin İngilizlerle öylesine derin işbirliği içindedir ki, İngiliz arşivlerinde çalışan Salahi Sonyel’in bulduğu bir belgeye göre; Ankara Hükümeti’nin temsilcisi Yusuf Kemal Bey (Tengirşenk) İstanbul’da kendisiyle görüşürken, kaldığı odaya ajan gönderip, valizindeki belgelerin kopyasını aldırıp, İngiliz işgal kuvvetleri komutanına verdirmiştir. Bunu yapan Vahdettin İngilizlere, “Ülkeyi 15 yıl siz yönetin” şeklinde öneri de götürmüştür, hem de birkaç kez.
“Emperyalizm” kelimesi kullanılmadan, dünya üzerinde sadece Türkiye’de gözde gazeteci, sözde bilim insanı olunur. Ama aydın olunamaz, bilim yapılamaz, hele de tarih hiç mi hiç anlaşılamaz. Emperyalistlerin o dönemde Ermeni günümüzde ise Kürt kozunu nasıl kullandıklarını, Ermenilerin ve Kürtlerin bir kısmını isyana, hatta ihanete nasıl özendirdiklerini, onları nasıl kullanıp sonra da yarı yolda bıraktıklarını öğrenmeden tarihçi olunmaz. Asala terörünün bitip, hemen arkasından PKK terörünün başlaması “emperyalizm” kavramı kullanılmadan açıklanamaz. Asala militanlarının “Büyük Ermenistan” toprakları içinde gördükleri bölgenin PKK haritalarında “Kürdistan” sınırları içinde yer alması başka türlü izah edilemez. Kısacası, bugün Lozan’a saldırmak için Sevr’i savunmak, Evanjelizm kaynaklı Ilımlı İslam’ın, Beyaz Saray çıkışlı Büyük Ortadoğu Projesi’nin, ABD’nin Afganistan ve Irak işgallerinin, özetle emperyalizmin yanında olmaktır.

Dr. BARIŞ DOSTER

0 yorum:

Yorum Gönder