26 Ekim 2010 Salı

KEMALİZM

Kemalizm, Atatürk'ün ortaya koyduğu eylemler ve belirttiği düşünceleri bir ideoloji olarak kendisi tarafından verilen bir isimdir. Mustafa Kemal Atatürk,1935 te kendi el yazısıyla yazdığı CHP programında Kemalizm sozcugunu kullanmıs ve 1937 de kurulan yeni hukumetin programında Kemalizm sozcugu once M. Kemal Ataturk'un yaptıgı konusmada sözünü ettiği memleket davalarının ideolojisi olarak betimlenmiştir.


Mustafa Kemal, toplum ve yönetim ilişkilerini tanımlarken, ulusal egemenlik gibi ortak ögeleri içeren bir toplum, dinle devlet işlerinin ayrılması, pragmatik akılcılık gibi ilkelere sahip bulunan bir devlet yapısını söylevlerinde ve Nutuk'ta iletmektedir. Atatürk kullandığı bu olgular bütünlüğünü çağdaş toplumların temel karakteri olarak adlandırmaktadır. Bu yapıları içeren devlet görüşüne bazılarınca Kemalizm denmektedir. Kemalizm, Türk ulusunun çağdaşlaşma ideolojisidir.
1935 te parti tüzügünde gecen Kemalizm sözcugu 1939 icin M. Kemal Atatürk tarafından 1937 de hazırlanan ikinci taslakta aynen korunmus fakat kullandıgı dil olumunun hemen ardından yapılan kurultayda degistirilmis ve 1943 te Kemalizm parantez icine alınmıs ve 1954 te parti programından cikarilmistir.
Uygulaması
Devlet-Toplum ilişkisi
Mustafa Kemal, Cumhuriyet anlayışını devletin merkezine koymuş ve ismini Türkiye Cumhuriyeti olarak ilan etmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti değiştirlmez temel anlayışlarında:
· Laiklik
· Milliyetçilik
· Devletçilik
· Halkçılık
· Devrimcilik
· Cumhuriyetçilik
vardır.
Kemalizm devletinin topluma yaklaşımı asimilasyoncu olmayıp toplumu ortak yanları üzerine kurulmuştur. Kemalizm Anadolu'da yaşayanların (etnik ve dinlerin) hepsinin üstünde bir Türk kimliği görür. Devletin varlığını bu kimliği geliştirmesinde bulur. Atatürk milleti şöyle tanımlamaktadır:
Bir insan topluluğunun millet sayılabilmesi için "zengin bir hatıra mirasına, birlikte yaşamak hususunda ortak istekte samimi olmaya, sahip olunan mirasın korunmasını birlikte sürdürebilmek konusunda iradelerin ortak bulunmasına, gelecekte gerçekleştirilecek programın aynı olmasına, birlikte sevinmiş, birlikte aynı ümitleri beslemiş olmaya" ihtiyaç vardır, işte bu ana şartları taşıyan bir insan topluluğu millet sayılır.
Atatürk'ün devletinin laik ve üniter olması devletin toplumla ilişkilerinde din ve etnik ögelerde bakımından tarafsız olması gerekliliğini ortaya koymaktadır. Atatürk'ün devleti şekillendirmeyi bu başlamda milletle ilişkisini düzenlemeyi savunmuşdur. Atatürkün millet anlayışında özel alanlarda konuşulan dillerin, inançların veya kültürel faliyetlerin yasaklanması söz konusu olmaz.


Gelişimi
Türk Devrim sürecinde izlenen yöntemler ve gerçekleştirilen eylemler; uygulamayla doğruluğu kanıtlanan kurallar olarak ortaya çıktı. Devrimin içinden süzülüp gelen bu kurallar Kemalizm’i oluşturdu. Devrim sürecinde ve devrimin önderi tarafından ortaya konulan bu kurallar Kemalizm’in ilkeleridir. İlkelere bir bütün olarak Kemalizm (Atatürkçülük) adı verilmektedir. Bir başka tanımla Kemalizm, Türk Kurtuluş Savaşı’nda ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda temel olan fikir ve ilkelerin tümüdür.
Kemalizm, kuramcıların oturup yazdıkları ve sonra toplum yaşamına uygulanan bir sistem değildir. Yaşamın ve savaşımın içinden doğmuş, sonra sistemleştirilmeye çalışılmıştır.


İdeoloji olarak Kemalizm
Bu altbaşlığın ana maddesi: Kemalizm ve pragmatizm
Kemalizm'in bir ideoloji olup olmadığı tartışılmaktadır. Prof. Dr.İsmet GİRİTLİ ye göre Kemalizm "Analitik Akıl"a dayanılarak müsbet bir devlet anlayışı yaratmak istemektedir. Bu şekliyle Kemalizm'in ulusal modernleşmenin inanç sistemi ve aksiyon programı olmak yönünden bir ideoloji olduğu ortaya atmaktadır.


Lâiklik, devlet ve dini işleri ayıran bir devlet anlayışıdır. Yani din adamlarının devlet yönetiminde görev almamaları ve dinin bireye özel olmasıdır. Aynı zamanda da Devletin bireyin özel dini kavramlarına karışmaması anlamını taşımaktadır. Fransızca'dan dilimize geçmiş olan "laik" sözcüğü, "din adamı olmayan kimse; din adamı dışında kalan halk" anlamına gelen Latince "laicus" sözcüğünden gelmektedir.


Tarihçesi
Eskiçağlardan beri din, insanların günlük yaşamında, toplumsal düzende ve devlet yönetiminde etkili oldu. Özellikle Hıristiyan dini Avrupa'da ortaçağ sonlarına kadar her alanda söz sahibiydi. Papalar krallara hükmedebiliyor, papaz, rahip, ya da keşiş gibi din adamları Hıristiyan dininin kurallarına göre insanların yaşamını yönlendiriyorlardı.
Zamanla değişen ve gelişen ticaret ilişkileri, kentlerin zenginleşmeye başlaması, Hıristiyan olmakla birlikte ayrı mezheplerden olanların çoğalması gibi etkenler Hıristiyan dininin dönemin yeni koşullarına göre gözden geçirilmesini gerektirdi. 16. yüzyılda dinde Reform hareketi oldu. Edebiyat, sanat ve bilimde Rönesans diye adlandırılan canlanma ve atılım dönemi de 15. ve 16. yüzyıllarda gerçekleşti. Böylece Hıristiyan dünyasında din, yaşamın birçok alanında etkisini yitirmeye başladı. Özellikle eğitim ve öğretim alanında yenileşmeler oldu. Din kurallarına uygun eğitim yapan kurumların yani sıra özgür düsünceye ve inanç özgürlügüne dayanan eğitim kurumları devlet tarafından açılmaya başlandı. 1789 Fransız Devrimi'nden sonra laiklik yavaş yavaş devletin bütün kurumlarında ve toplumda kendini kabul ettirdi.


Lâik Devletler
· Fransa (1958 Anayasası'nın 1. Maddesi)
· Hindistan
· Japonya
· Meksika (1917 Anayasası'nın 3. Maddesi)
· Portekiz (1976 Anayasası'nın 41. Maddesi)
· Türkiye (Anayasa'nın 2. Maddesi)
Şüphesiz her lâik devlet lâikliği farklı yorumlar ve öyle uygular. Fransa ve Portekiz Avrupa Birliği'ne üye olan ve lâikliği benimseyen tek ülkelerdir. Türkiye ise dünyada sayılı, tüm İslam toplumları arasındaysa tek lâik devlettir.


Türkiye'de lâiklik
Ülkemizde 18. yüzyılda başlayan yenileşme hareketleriyle birlikte toplumsal yaşayışın ve devlet düzeninin işleyişinde ikili bir durum ortaya çıktı. Bir yanda İslam dininin gereklerine göre uygulamalar yapılıyor, öte yanda çağdaşlaşma amacıyla batılı anlayışa göre işler yürütülüyordu. Özellikle 19. yüzyılda bu ikilik daha da belirgenleşti. İslam dininin gereklerine göre öğretim yapan medreselerin yanında çağdaş eğitim anlayışına göre kurulmuş okullar açıldı. Hukuk alanında da hem İslam hukukuna göre yargılamalar yapılıyor, hem çağdaş hukuk anlayışına göre kurulmuş mahkemeler görev yapıyordu. Padişah ise hem bütün Müslümanlar'in halifesi, hem de Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan başka dinlerden olan yurttaşların hükümdarı durumundaydı. Bu ikili durum Kurtuluş Savaşı'nin sonuna kadar sürdü.
Gerek toplumsal gereksinmeler, gerek devlet yönetiminde karşılaşılan güçlükler ülkemizde de laikliğin benimsenmesini gerektiriyordu. 3 Mart 1924'te kabul edilen bir yasayla Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde bütün öğretim ve eğitim kurumları Maarif Vekâleti'ne (Eğitim Bakanlığı) başlandı. Tevhid-i Tedrisat Kanunu'yla (Öğretimin Birleştirilmesi Yasası) din eğitimi ya da dinsel temellere göre eğitim yapan okullar kapatıldı. Ardından Şeriye ve Evkaf Vekâleti (Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı) kaldırılarak din işleriyle ilgili olarak Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu. Böylece Türkiye'de din hizmetleri, devlet kontrolü dışında değil, devletin denetimiyle yürütülecekti. 1924'te halifeliğin kaldırılması, 1925'te tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması, Türkiye Cumhuriyeti'nin laikleşme yolunda attığı öteki adımlardır. Gene 1926'da yürürlüğe giren Medeni Kanun ile hukuk alanında da laiklik ilkesi geçerli kılındı. 1928'de çıkarılan yeni bir yasayla anayasanının ikinci maddesinde yer alan "Türk Devleti'nin dini, İslam dinidir" cümlesi çıkarıldı.
1931'de rejimin tek partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi'nın yeni programında laiklik altı okla simgelenen ilkelerden biri olarak yer aldı.
1933'te okul programlarından çıkarılan din dersleri, 1949'da ilköğretim, 1956'da ortaöğretim programlarına "seçmeli ders" olarak yeniden kondu. Din dersleri 1982 Anayasası'yla ilk ve ortaöğrenim kurumlarında zorunlu dersler arasına girdi.
Lâiklik, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 2. Maddesinde yer almaktadır ve bu ilke Türkiye'ye Mustafa Kemal Atatürk tarafından getirilmiştir


ULUSÇULUK


Mustafa Kemal’in yaşamında en geniş yer tutan ilke, bize göre, Ulusçuluktur. Bugün, Almanların ırkçı siyasetinden dolayı çeşitli Batı ülkelerinde, ama özellikle de günümüz Almanyasında – bilinen nedenlerden dolayı - bazı çekimser tavırlara neden olan Ulusçuluk kavramı, Atatürk Türkiyesi için şu anlamlara gelmektedir: 1. Çok uluslu bir Osmanlı İmparatorluğundan vazgeçme (hem de özellikle 1.Dünya Savaşının galibi Batılı itilaf devletlerinin etki alanları ve kolonial siyaset güttükleri yıllarda) 2. Panturanizm ve Panislamizm fikrinden vazgeçme 3. „Ulusal Dikdörtgen“ içinde (bugünkü Türkiye’nin haritası) ulusal egemenlik ve tam bağımsızlık. Bu konuda, Mustafa Kemal’in haklı gerekçesi şudur: „çünkü bugün dünya ulusları sadece bir egemenlik türü tanıyor, o da ulusal egemenliktir.“ 4. Ulus devlet olma, yurttaşlık kavramının gerçekleştirilmesi ve ümmetliği reddetme 5. Bizzat kendisinin „Ne mutlu Türküm diyene“ özdeyişiyle, yeni devletin yurttaşlarında yeni bir kendine güven ve ulusal değer bilinci uyandırma 6. Saldırganlığı ve yayılmacılığı asla hedef edinmeyen ve dünya yüzündeki tüm uluslarla barış içerisinde, kardeşce yaşamayı ilke edinen, yeni bir yurtseverlik duygusunun başarılması 7. Türkiye Cumhuriyeti’nin temelinin ne ırka, ne de dine, ancak kültüre dayandırılması 8. İmparatorluktan kalan tüm etnik gruplara eşit haklarla birarada barış içerisinde yaşama olanağının sağlanmasıdır. Mustafa Kemal’in Ulusçuluk ilkesi ve anlayışı yine O’nun tanımıyla şu formülde aranmalıdır: Yurtta barış, dünyada barış... ve Ne Mutlu Türk’üm Diyene


CUMHURİYETÇİLİK


Bu ilkenin ana hedefi, Halkçılığın Kamu hukuku açısından perçinlenmesidir. 620 yıllık Osmanlı döneminde egemenlik sadece hanedanın, yani kişinin elindeydi. Artık egemenlik kişi işi değil „res publica“ yani kamu işidir. 29 Ekim 1923‘te ilan edilen Cumhuriyetin temel koşulu zaten 1921 Anayasasının 1. Maddesinde de öngörülmüştür: „Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur“. Bu da Mustafa Kemal’in kafasındaki yönetim biçiminin başlangıçtan beri ne olduğunun bir kanıtıdır.


Çoğu yurttaşların bu yeni yönetim biçimini kavraması elbette zamana gereksinim göstermiştir. Yüzde yüzlük bir „halk hakimiyeti“nin gerçekleştirilmesi her ne kadar Mustafa Kemal’in asıl amacı idiyse de, ki gözlemciler buna tanıklık etmektedirler, bu sürecin de belirli bir zaman kesitine gereksinimi olduğu ortaya çıkmıştır. Örneğin, 1924 ve 1930 yıllarında denenen muhalefet partisi kurulması sonucu ortaya çıkan durumlar gibi. Bilindiği üzere, bu partiler özellikle anayasal kazanımların karşıtı kimselerin biraraya geldiği partiler olmuşlardır.
Mustafa Kemal ve arkadaşları, sorumluluk ahlâkı nedeniyle, tam anlamıyla çoğulcu olmayan bir demokrasiyi, amaçlanan ana hedefleri tehlikeye sokmamaya tercih etmişler ve böylece de karşıtlarının amansız eleştirilerine rıza göstermişlerdir. Aslında bu da o zamanki aşamada demokratikleşmenin bir gereği olarak görülmeli ve değerlendirilmelidir.


O günlerin muhalefetsiz partisindeki „kanatlar“ın fikir ayrılıklarının, bugünkü çok partili ve çok muhalefetli meclislerinkinden daha keskin ve daha canlı olduğunu söylemenin bir abartma değil, bir gerçek olduğunu Meclis tutanakları da kanıtlamaktadır.


Türkiye Büyük Millet Meclisi, hiçbir şekilde, diktatörlerin sözde „Halk Temsilciliği“nde olduğu gibi bir kukla değildi. Ve de en son kararı veren yasama organıydı.

0 yorum:

Yorum Gönder