17 Mayıs 1971 günü evimde kitap okuyordum. 11.45 ajansını dinlemek için radyoyu açtım. Spikerin tanıdık sesi:
- Şimdi hükümet başkanlığı tebliğini dinleyeceksiniz... dedi. Ben de kendi kendime:
- Hayırdır inşallah... dedim. Ve kulak verdim radyoya. "Başbakan idari ve siyasi işler yardımcısı" kartvizitli, emekli albaylarımızdan Sadi Koçaş beyefendi başladı konuşmaya:
- Makabline şamil kanun çıkarırız ha... Herkesi içeri alacağız... Asacağız... Keseceğiz... Mülki amirler emirlerimi dinleyin... Falan filan...
Emekli albay bas bas bağırıyordu:
- Anarşistlerle uzaktan yakından ilişkileri olanlar içeri alınmalı... Mülki amirler... Emirlerimi dinleyin.
Yine kendi kendime düşündüm. Bu Sadi Koçaş beyefendi, 13 Mart 1971 günü "Cumhuriyet Gazetesi"nde çıkan bir yazısında "eylemci" gençleri göklere çıkarıyor ve şunları söylüyordu:
- Memlekette yüzyıllardır bir soygun düzeni vardır. Hiç kimse bunun karşısına çıkmamış. Çıkanlar ya canından olmuş ya istikbalinden... Ama eski çamlar bardak oldu Türkiye'de. Bir kuşak yetişti ki bu ülkede, bilinçli, Atatürkçü... Dönen dolapların içyüzünü iyi anlamış ve önemlisi imanlı... Mücadele güçleri var ve mücadeleye kararlılar...
Böyle sürüp gidiyordu yazı. Bunu hatırladım. İçimden:
- Vay Sadi Koçaş efendi vay... dedim.
Uzatmayalım. Bir iki saat sonra kapı çalındı. Hızlı hızlı... Annem benden önce uyanmış. Dışarıdaki ses:
- Örfi İdare'den... diyordu sertçe.
- Kapıyı açın.
Annem kapıyı açtı. Fakat şaşkınlıkla kapının zincirini çekmeyi unuttu. Kapının arasından bir sten namlusu sokuldu hemen. Kapıyı açar açmaz bir sürü insan doldu. Ekibin başındaki Albay:
- Uğur Mumcu'yu arıyoruz.
- Benim.
- Kütüphaneniz nerede?
Gösterdim kitaplığımı. İki-üç sivil saldırdılar kitaplarıma. Birer ikişer alındı kitaplarım. Yasaklanmış kitap-yasaklanmamış kitap ayrımı da yapılmıyordu. Manav sergisinden meyve seçer gibi istediklerini alıyorlardı. Bir de tutanak tutuldu. Ben:
- Benim de imzalamam gerekir dedim.
- Olmaz... dediler. Olmaz, çünkü burada MİT görevlisinin de imzası var. Gizliliğe uymamız şart.
Sonra götürüldük "Yıldırım Bölge"ye. Orada Orhan İzgi adında bir yargıç binbaşı vardı. Ona da, evlerden kitap toplamanın yasalara aykırı olduğunu söyledim. Memleketimiz bir hukuk profesörünün başbakanlığında yönetilmekte olduğundan, kimsenin anayasaymış, hukukmuş dinlediği yoktu. Çaresiz döndük koğuşa.
Gözaltına alındığımızdan bir ay kadar sonra, askeri savcılığa çıkarıldık. Prof. Bahri Savcı, Mümtaz Soysal, İlhami Soysal, Uluç Gürkan, Suat Şükrü Kundakçı ve ben. Yanıma "suç delili" kitaplarım da konuldu.
Yıldırım Bölge Tutukevi'nin bahçesinde Merkez Komutanı Tevfik Türüng Paşa büyük çadırlar kurdurmuş, toplanan kitap, dergi ve gazeteleri de bu çadırlarda "gözaltına" aldırmıştı. 12 Mart rejiminin en büyük düşmanı kitaptı, aydındı.
İlk sorgumu Sıkıyönetim Başsavcısı İlhan Şener yaptı. Kitaplarım hakkında tek bir soru bile sorulmadı. Sorgumdan sonra bir-iki gün daha tutuldum ve otuzuncu günde salıverildim. Sonra iki kez daha tutuklandım. Yargılandım. Mahkum oldum. Mahkumiyet bozuldu. Mahkeme birkez daha direndi. Yargıtay Genel Kurulu, kararı birkez daha bozdu. Bana hiçbir zaman kitaplarım hakkında hiçbir soru yöneltilmedi. Kitaplarım gitti gider... Hiç ses yok kitaplardan.
12 Mart'tan sonra, binlerce aydından on binlerce kitap toplandı. Evlerinde yasak kitap bulunduruyor diye ihbar edilenler cezaevlerine atıldılar. Öğrenciler, öğretmenler, yazarlar, üniversite profesörleri, yasak kitap bulundurmakla suçlandı sıkıyönetim dönemlerinde. Bildirilerde:
- Bol sayıda yasaklanmış sol yayın... tanımlarına rastladık.
Sonra...
Evet sonra, Askeri Yargıtay'ın çeşitli daireleri, "kitap katliamının" başladığı günlerde verdikleri kararlarla evlerde yasak kitap bulundurmanın yürürlükteki yasalara göre suç sayılamayacağını belirttiler. Bunlardan bir tanesini aktaralım. Askeri Yargıtay 3. Dairesi'nin, 17.8.1971 gün ve 1971/337-339 sayılı kararında:
"Bir kitabın veya sair matbuanın memleket için zararlı olduğu gerekçesi ile yetkili merciler veya mahkemeler tarafından toplatılmasına veya yasaklanmasına karar verilmesi, konu ile ilgili karardan önce bahsi geçen kitap veya matbuatı temin eden, nezdinde veya evinde bulunduran kimseleri ilzam etmez..." denilmektedir.
Yüksek mahkeme böyle karar vermiştir. Vermiştir ama, evlerden toplanan kitaplar sahiplerine geri verilmemiştir şimdiye kadar.
Nerde bu kitaplar? Bilelim nerede? Nerde ve kimde? Bilelim kimde bu kitaplar? Adliye mahzenlerinde farelere yem mi oldu? Çuvallarla denize mi döküldü? Üzerine gaz dökülüp yakıldı mı yoksa? Kimde ve nerde bu kitaplar?
Kitaplarımı isterim ille de.
Benden istemesi... İsteyenin bir yüzü, vermeyenin iki yüzü kara... Kitaplarımı isterim...
- Sadi Beyefendi size soruyorum; nerede benim kitaplarım?
"Kuvvetli ve inandırıcı" Nihat Bey, ben onu bunu anlamam:
- Kim yedi kitaplarımı? Zorla aldığınız kitaplarımı geri verin!
Kitaplarımı istiyorum.
- Şimdi hükümet başkanlığı tebliğini dinleyeceksiniz... dedi. Ben de kendi kendime:
- Hayırdır inşallah... dedim. Ve kulak verdim radyoya. "Başbakan idari ve siyasi işler yardımcısı" kartvizitli, emekli albaylarımızdan Sadi Koçaş beyefendi başladı konuşmaya:
- Makabline şamil kanun çıkarırız ha... Herkesi içeri alacağız... Asacağız... Keseceğiz... Mülki amirler emirlerimi dinleyin... Falan filan...
Emekli albay bas bas bağırıyordu:
- Anarşistlerle uzaktan yakından ilişkileri olanlar içeri alınmalı... Mülki amirler... Emirlerimi dinleyin.
Yine kendi kendime düşündüm. Bu Sadi Koçaş beyefendi, 13 Mart 1971 günü "Cumhuriyet Gazetesi"nde çıkan bir yazısında "eylemci" gençleri göklere çıkarıyor ve şunları söylüyordu:
- Memlekette yüzyıllardır bir soygun düzeni vardır. Hiç kimse bunun karşısına çıkmamış. Çıkanlar ya canından olmuş ya istikbalinden... Ama eski çamlar bardak oldu Türkiye'de. Bir kuşak yetişti ki bu ülkede, bilinçli, Atatürkçü... Dönen dolapların içyüzünü iyi anlamış ve önemlisi imanlı... Mücadele güçleri var ve mücadeleye kararlılar...
Böyle sürüp gidiyordu yazı. Bunu hatırladım. İçimden:
- Vay Sadi Koçaş efendi vay... dedim.
Uzatmayalım. Bir iki saat sonra kapı çalındı. Hızlı hızlı... Annem benden önce uyanmış. Dışarıdaki ses:
- Örfi İdare'den... diyordu sertçe.
- Kapıyı açın.
Annem kapıyı açtı. Fakat şaşkınlıkla kapının zincirini çekmeyi unuttu. Kapının arasından bir sten namlusu sokuldu hemen. Kapıyı açar açmaz bir sürü insan doldu. Ekibin başındaki Albay:
- Uğur Mumcu'yu arıyoruz.
- Benim.
- Kütüphaneniz nerede?
Gösterdim kitaplığımı. İki-üç sivil saldırdılar kitaplarıma. Birer ikişer alındı kitaplarım. Yasaklanmış kitap-yasaklanmamış kitap ayrımı da yapılmıyordu. Manav sergisinden meyve seçer gibi istediklerini alıyorlardı. Bir de tutanak tutuldu. Ben:
- Benim de imzalamam gerekir dedim.
- Olmaz... dediler. Olmaz, çünkü burada MİT görevlisinin de imzası var. Gizliliğe uymamız şart.
Sonra götürüldük "Yıldırım Bölge"ye. Orada Orhan İzgi adında bir yargıç binbaşı vardı. Ona da, evlerden kitap toplamanın yasalara aykırı olduğunu söyledim. Memleketimiz bir hukuk profesörünün başbakanlığında yönetilmekte olduğundan, kimsenin anayasaymış, hukukmuş dinlediği yoktu. Çaresiz döndük koğuşa.
Gözaltına alındığımızdan bir ay kadar sonra, askeri savcılığa çıkarıldık. Prof. Bahri Savcı, Mümtaz Soysal, İlhami Soysal, Uluç Gürkan, Suat Şükrü Kundakçı ve ben. Yanıma "suç delili" kitaplarım da konuldu.
Yıldırım Bölge Tutukevi'nin bahçesinde Merkez Komutanı Tevfik Türüng Paşa büyük çadırlar kurdurmuş, toplanan kitap, dergi ve gazeteleri de bu çadırlarda "gözaltına" aldırmıştı. 12 Mart rejiminin en büyük düşmanı kitaptı, aydındı.
İlk sorgumu Sıkıyönetim Başsavcısı İlhan Şener yaptı. Kitaplarım hakkında tek bir soru bile sorulmadı. Sorgumdan sonra bir-iki gün daha tutuldum ve otuzuncu günde salıverildim. Sonra iki kez daha tutuklandım. Yargılandım. Mahkum oldum. Mahkumiyet bozuldu. Mahkeme birkez daha direndi. Yargıtay Genel Kurulu, kararı birkez daha bozdu. Bana hiçbir zaman kitaplarım hakkında hiçbir soru yöneltilmedi. Kitaplarım gitti gider... Hiç ses yok kitaplardan.
12 Mart'tan sonra, binlerce aydından on binlerce kitap toplandı. Evlerinde yasak kitap bulunduruyor diye ihbar edilenler cezaevlerine atıldılar. Öğrenciler, öğretmenler, yazarlar, üniversite profesörleri, yasak kitap bulundurmakla suçlandı sıkıyönetim dönemlerinde. Bildirilerde:
- Bol sayıda yasaklanmış sol yayın... tanımlarına rastladık.
Sonra...
Evet sonra, Askeri Yargıtay'ın çeşitli daireleri, "kitap katliamının" başladığı günlerde verdikleri kararlarla evlerde yasak kitap bulundurmanın yürürlükteki yasalara göre suç sayılamayacağını belirttiler. Bunlardan bir tanesini aktaralım. Askeri Yargıtay 3. Dairesi'nin, 17.8.1971 gün ve 1971/337-339 sayılı kararında:
"Bir kitabın veya sair matbuanın memleket için zararlı olduğu gerekçesi ile yetkili merciler veya mahkemeler tarafından toplatılmasına veya yasaklanmasına karar verilmesi, konu ile ilgili karardan önce bahsi geçen kitap veya matbuatı temin eden, nezdinde veya evinde bulunduran kimseleri ilzam etmez..." denilmektedir.
Yüksek mahkeme böyle karar vermiştir. Vermiştir ama, evlerden toplanan kitaplar sahiplerine geri verilmemiştir şimdiye kadar.
Nerde bu kitaplar? Bilelim nerede? Nerde ve kimde? Bilelim kimde bu kitaplar? Adliye mahzenlerinde farelere yem mi oldu? Çuvallarla denize mi döküldü? Üzerine gaz dökülüp yakıldı mı yoksa? Kimde ve nerde bu kitaplar?
Kitaplarımı isterim ille de.
Benden istemesi... İsteyenin bir yüzü, vermeyenin iki yüzü kara... Kitaplarımı isterim...
- Sadi Beyefendi size soruyorum; nerede benim kitaplarım?
"Kuvvetli ve inandırıcı" Nihat Bey, ben onu bunu anlamam:
- Kim yedi kitaplarımı? Zorla aldığınız kitaplarımı geri verin!
Kitaplarımı istiyorum.
UGUR MUMCU(Yeni Ortam, 7 Haziran 1974)
0 yorum:
Yorum Gönder