Öğrenci olayları yeniden başladı. Orta Doğu Teknik Üniversitesi'ne yapılan silahlı saldırı, ister istemez eski günleri anımsamaktadır.
1960 sonrası, "antiemperyalist" bilinçle yetişen yüksek öğrenim gençliği, "petrol ve madenlerin millileştirilmesi", "bağımsız dış politika" gibi konuları savunarak, yasal yollarla seslerini duyurmağa başladılar: Gençlik, ulusçu, toplumcu ve devrimci bilinçle halkı uyarmağa ve uyandırmağa çalışıyordu.
Karşı eylem planladı hemen...
Aynı dönemde, bir siyasal partiyi ele geçiren Alparslan Türkeş ve arkadaşları, "komando kampları" adı verilen silahlı eğitim merkezlerinde bazı gençleri "milliyetçi-toplumcu" öğretiyle yetiştirmeye çalışmaktaydı. Bu örgütlenme biçimi, açıkça Siyasi Partiler Yasası'na aykırıydı. Fakat devir Süleyman Demirel devriydi ve bu devrin Başbakanı:
- İti ite boğduruyorum... gerekçesiyle, ülkede çıkacak bir sağ-sol çatışmasından çıkar ummaktaydı.
Kanlı öğrenci çatışmaları bundan sonra başladı. Cinayetler birbirini kovaladı. Sokak ortalarında, üniversite yurtlarında vurularak öldürülen öğrencilerin hiçbirinin katili bulunamıyordu. Üstelik olaylar bütün şiddetiyle sürdürülüyor ve devrin sorumlu hükümeti, bir "kapalı tribün" seyircisi gibi olup bitenleri göz ucuyla izlemekle yetiniyordu. Böylece günden güne, üniversiteler birer savaş alanına dönüştü. Silahlı baskınlar, sokak ortasında vuruşmalar sürüp durdu.
Hükümetin sorumsuz başı aynı günlerde:
- Sokaklar yürümekle aşınmaz... diye önemsemez görünüyordu olup bitenleri. Fakülte sınırlarını aşan öğrenci olaylarını önlemek gerekçesiyle, polis birlikleri yanında, Silahlı Kuvvetlerden de askeri birlikler çağırılmakta, böylece "asker-öğrenci" çatışması yaratılabilmesi için gerekli ortam oluşturulmaktaydı.
Bunlar, toplum olaylarının ortaya çıkarttığı basit rastlantılar mıydı, yoksa gizliden gizliye uygulanan bir "plan"ın gerekleri miydi? Olayları, geriye doğru dönüp değerlendirdiğimizde, bu ikinci olasılığa ağırlık vermek akla yakın gelmektedir. Bir de, olayların içindeki "kışkırtıcı ajanlar" teker teker saptanınca, bazı gerçekler iyice su yüzüne çıkmaktadır. İstenmiştir, körüklenmiştir bazı olaylar. Hiç şüpheniz olmasın.
Bu tür olayların akışı ile 12 Mart gününe gelindi. Kurulan sıkıyönetim mahkemeleri, 12 Mart öncesi olaylarını yargılamak için göreve koyuldu sonra da.
Bu noktada, Türk adalet tarihinin en önemli bir dönemi başladı. Sıkıyönetim savcılıklarına atanan, çoğu Milliyetçi Hareket Partisi ideolojisine bağlı bazı askeri savcılar, Ülkü Ocakları yöneticilerinin ihbarlarıyla kamu davaları açmaya başladılar. 12 Mart öncesi sokak ortalarında, birer birer vurulan devrimci öğrencilerin bir tekinin katili bile askeri savcılarca kovuşturulmadı. Bu öğrenciler Türk vatandaşı değiller miydi? Bunlar sokak ortalarında sorgusuz sualsiz vurulmamışlar mıydı? Ceza yasalarında yer alan adam öldürme suçu nasıl yok sayılırdı?...
Evet, bu olaylar için bir tek askeri savcı dava açmadı. Üstelik Ülkü Ocakları yöneticilerinin ihbarlarıyla, tanınmış öğretim üyeleri evleri basılarak gözaltına alındı. Duruşmalarda, kapılarından kuş uçurtulmayan sıkıyönetim mahkemeleri koridorlarında ihbarcı Ülkücüler gösteri yürüyüşleri yaptı. Kurt Karaca takma adıyla "Milliyetçi Türkiye" konulu bir kitap yazan Türkeşçi doçentin, "milliyetçi-toplumcu" düşünceleri bazı askeri savcıların iddianamelerinde yer aldı. Bununla da yetinilmedi. Bazı askeri yargıçlar:
- Ülkü Ocakları, devletin emniyet kuvvetleri yanında çalışan ve çatışan milliyetçi öğrencilerdir... gibi değer yargılarını mahkeme kararlarına geçirdiler. Böylece, sıkıyönetim savcılarının kürsülerine kadar tırmanan bir siyasal düşünce, suç ve suçlu yaratmaya çalıştı. Bütün bunların belgeleri ortadadır artık.
Şimdi Ankara'da sıkıyönetim var. Orta Doğu Teknik Üniversitesi'ne saldıran terörist çete, Ülkü Ocakları Başkanının:
- Bu tip hareketler devam edecektir... sözüyle de kışkırtılmaktadır üstelik. Nasıl görmezlikten gelinir bunlar?
Olaylar çığırından çıkmadan gerekli yasal yollara bir an önce başvurulmalıdır. Bir terörist örgüt, dün olduğu gibi, bugün de, eski eylemlerini sürdürerek ülkede "anarşiyi" körüklemeye çalışmaktadır.
Evet... Neredesiniz sıkıyönetimin askeri savcıları? Bütün bunlar suç değil mi?... Saldıranlar "mantar tabancası" mı kullandılar? Havai fişekler mi attılar? Üniversite kapısına çiçek mi bıraktılar? Saklambaç mı oynadılar?...
1960 sonrası, "antiemperyalist" bilinçle yetişen yüksek öğrenim gençliği, "petrol ve madenlerin millileştirilmesi", "bağımsız dış politika" gibi konuları savunarak, yasal yollarla seslerini duyurmağa başladılar: Gençlik, ulusçu, toplumcu ve devrimci bilinçle halkı uyarmağa ve uyandırmağa çalışıyordu.
Karşı eylem planladı hemen...
Aynı dönemde, bir siyasal partiyi ele geçiren Alparslan Türkeş ve arkadaşları, "komando kampları" adı verilen silahlı eğitim merkezlerinde bazı gençleri "milliyetçi-toplumcu" öğretiyle yetiştirmeye çalışmaktaydı. Bu örgütlenme biçimi, açıkça Siyasi Partiler Yasası'na aykırıydı. Fakat devir Süleyman Demirel devriydi ve bu devrin Başbakanı:
- İti ite boğduruyorum... gerekçesiyle, ülkede çıkacak bir sağ-sol çatışmasından çıkar ummaktaydı.
Kanlı öğrenci çatışmaları bundan sonra başladı. Cinayetler birbirini kovaladı. Sokak ortalarında, üniversite yurtlarında vurularak öldürülen öğrencilerin hiçbirinin katili bulunamıyordu. Üstelik olaylar bütün şiddetiyle sürdürülüyor ve devrin sorumlu hükümeti, bir "kapalı tribün" seyircisi gibi olup bitenleri göz ucuyla izlemekle yetiniyordu. Böylece günden güne, üniversiteler birer savaş alanına dönüştü. Silahlı baskınlar, sokak ortasında vuruşmalar sürüp durdu.
Hükümetin sorumsuz başı aynı günlerde:
- Sokaklar yürümekle aşınmaz... diye önemsemez görünüyordu olup bitenleri. Fakülte sınırlarını aşan öğrenci olaylarını önlemek gerekçesiyle, polis birlikleri yanında, Silahlı Kuvvetlerden de askeri birlikler çağırılmakta, böylece "asker-öğrenci" çatışması yaratılabilmesi için gerekli ortam oluşturulmaktaydı.
Bunlar, toplum olaylarının ortaya çıkarttığı basit rastlantılar mıydı, yoksa gizliden gizliye uygulanan bir "plan"ın gerekleri miydi? Olayları, geriye doğru dönüp değerlendirdiğimizde, bu ikinci olasılığa ağırlık vermek akla yakın gelmektedir. Bir de, olayların içindeki "kışkırtıcı ajanlar" teker teker saptanınca, bazı gerçekler iyice su yüzüne çıkmaktadır. İstenmiştir, körüklenmiştir bazı olaylar. Hiç şüpheniz olmasın.
Bu tür olayların akışı ile 12 Mart gününe gelindi. Kurulan sıkıyönetim mahkemeleri, 12 Mart öncesi olaylarını yargılamak için göreve koyuldu sonra da.
Bu noktada, Türk adalet tarihinin en önemli bir dönemi başladı. Sıkıyönetim savcılıklarına atanan, çoğu Milliyetçi Hareket Partisi ideolojisine bağlı bazı askeri savcılar, Ülkü Ocakları yöneticilerinin ihbarlarıyla kamu davaları açmaya başladılar. 12 Mart öncesi sokak ortalarında, birer birer vurulan devrimci öğrencilerin bir tekinin katili bile askeri savcılarca kovuşturulmadı. Bu öğrenciler Türk vatandaşı değiller miydi? Bunlar sokak ortalarında sorgusuz sualsiz vurulmamışlar mıydı? Ceza yasalarında yer alan adam öldürme suçu nasıl yok sayılırdı?...
Evet, bu olaylar için bir tek askeri savcı dava açmadı. Üstelik Ülkü Ocakları yöneticilerinin ihbarlarıyla, tanınmış öğretim üyeleri evleri basılarak gözaltına alındı. Duruşmalarda, kapılarından kuş uçurtulmayan sıkıyönetim mahkemeleri koridorlarında ihbarcı Ülkücüler gösteri yürüyüşleri yaptı. Kurt Karaca takma adıyla "Milliyetçi Türkiye" konulu bir kitap yazan Türkeşçi doçentin, "milliyetçi-toplumcu" düşünceleri bazı askeri savcıların iddianamelerinde yer aldı. Bununla da yetinilmedi. Bazı askeri yargıçlar:
- Ülkü Ocakları, devletin emniyet kuvvetleri yanında çalışan ve çatışan milliyetçi öğrencilerdir... gibi değer yargılarını mahkeme kararlarına geçirdiler. Böylece, sıkıyönetim savcılarının kürsülerine kadar tırmanan bir siyasal düşünce, suç ve suçlu yaratmaya çalıştı. Bütün bunların belgeleri ortadadır artık.
Şimdi Ankara'da sıkıyönetim var. Orta Doğu Teknik Üniversitesi'ne saldıran terörist çete, Ülkü Ocakları Başkanının:
- Bu tip hareketler devam edecektir... sözüyle de kışkırtılmaktadır üstelik. Nasıl görmezlikten gelinir bunlar?
Olaylar çığırından çıkmadan gerekli yasal yollara bir an önce başvurulmalıdır. Bir terörist örgüt, dün olduğu gibi, bugün de, eski eylemlerini sürdürerek ülkede "anarşiyi" körüklemeye çalışmaktadır.
Evet... Neredesiniz sıkıyönetimin askeri savcıları? Bütün bunlar suç değil mi?... Saldıranlar "mantar tabancası" mı kullandılar? Havai fişekler mi attılar? Üniversite kapısına çiçek mi bıraktılar? Saklambaç mı oynadılar?...
UGUR MUMCU
(Yeni Ortam, 13 Kasım 1974)
0 yorum:
Yorum Gönder