5 Aralık 2010 Pazar

Halkı Aptal Görüp, Aşağılamak, Çözüm Yolu Değildir…

Her seçimden sonra halkı küçük görmek, aşağılamak aydınlar arasında bir gelenek, bir moda oldu. Kötü bir sonuç alındığı zaman, başlıyorlar konuşmaya:

“Bu halk adam olmaz. Bu halk hem kendini yakıyor, hem bizi. Aç kalıyor, işsiz kalıyor, perişan oluyor yine de gidip oyunu kendisini bu hale getirenlere veriyor… Bu halk aptal, Aziz Nesin az bile söylemiş…”

Ondan sonra halkın kaçta kaçının “aptal olduğu” tartışmaları gündeme geliyor. Yüzde 60’ı mı, 70’i mi? Yoksa 85’i mi? Aziz Nesin daha mı küçük bir rakam vermişti yoksa daha büyük bir rakam mı?

Özellikle de bu tartışmalar aydınlar tarafından yapılıyor. Sorumluluğu üzerinden atmanın en kestirme, en kolay yolu olarak görüyorlar bu yöntemi. Başarısızlığı halkın sırtına yüklemeyi, örgütlerin, partilerin, kısaca muhalefetin başarısızlığını gizlemede, bir araç olarak kullanılıyorlar.

Bu arada O yüce devrimci Aziz Nesin’in sözünü de istismar ediyorlar. Büyük sanatçının bu sözü hangi koşullarda, ne için söylediğini bilmeden, araştırmadan iddialarına gerekçe gösteriyorlar.

Halkı aşağılamak, aptal yerine koymak ne yazık ki yeni çıkan bir akım değil. Kökeni çok eskilere dayanır.

Osmanlının son dönemlerinde de halkı, Türk ulusunu değersiz gören birçok aydın türemişti. Onlara göre Türkler, ulusların en aşağısı, halkımız ise beceriksiz bir aptallar topluluğu, bir sürüydü. Her türlü melanet, kötülük onlardan geliyordu. Adam olması için mutlaka birilerinin onun elinden tutması gerekirdi. Ref’i Cevat Ulunay şunları söylüyordu: "İngilizleri istiyoruz. Türkler kendi güçleri ile adam olamıyorlar. İngilizler elimizden tutacak, bizi kurtaracak…”.

Osmanlının son Maarif Nazırlarından (Milli Eğitim Bakanı) Fahrettin Rumbeyoğlu, okul kitaplarından "Türk" kelimesinin çıkarılmasını emretmişti.

İttihat ve Terakki düşmanı Filozof Rıza Tevfik Bölükbaşı ise, yabancılara olan hayranlığını ve Türk halkına olan düşmanlığını Fransız gazetesine verdiği bir demeçle şu şekilde belirtiyordu: "İngilizlerden çok şey öğrendim. Fransız medeniyetine hayranım. Bende duygu ve düşünce bakımından beğenilecek ne varsa, sizindir. Bende fena olan her şeyin kaynağı benim!"

Sevr Antlaşmasını imzalayarak vatanı emperyalistlere teslim eden düşünce yapısının sahibi işte bu hain Filozof Rıza Tevfik’ti. Onun bu halk düşmanı, ulus düşmanı tutumuna karşı Yüce önder Atatürk şunları söylüyordu: "Bizim başka milletlerden hiç bir eksiğimiz yok. Cesuruz, zekiyiz, çalışkanız, Yüksek amaçlar uğrunda ölmesini biliriz." Ve ekliyordu:

7 yüzyıldan beri cihanın dört bir köşesine sevk ederek kanlarını akıttığımız, kemiklerini topraklarında bıraktığımız (...) bunca fedakârlık ve ihsanlarına karşılık nankörlük, küstahlık, cebbarlıkla uşak mevkiine indirmek istediğimiz bu asıl sahibin huzurunda, bugün utançla ve saygıyla kendimizi toplayalım. (1. TBMM Tutanakları, 18.c., s.4, 1 Mart 1922)

Halka saygınlık kazandırıp, onu yücelten bu düşünce yapısı Atatürk’ten sonra yerini aşağılamaya, hor görmeye bıraktı. Menderes, halkı o kadar değersiz bir varlık, o kadar geri zekâlı bir topluluk olarak görüyordu ki “Ben odunu aday göstersem milletvekili seçtiririm…” diyordu.

80’lerden sonra ise halkı değersiz sayan bu anlayış Evren’lerle, Özal’larla. Çiller’lerle zirveye ulaştı. Ayrıca onların iktidarında halka tepeden bakan yeni bir işbirlikçi liberal aydın türü de ortaya çıktı. “Neoliberal” ya da “liboş” diye adlandırılan bu yeni liberal takım, AKP’nin iktidarı ele geçirmesinden sonra iyice etkin bir konuma geçti… Basında, televizyonlarda, toplantılarda, siyasi kuruluşlarda çok sık görülmeye başladılar. Soygundan, talandan pay almak isteyen tüm politikacı, iş adamı, gazeteci, profesör ve solcu eskisi bu takımın içerisine demir attı.

Bunların arasında 1960’lı – 70’li yılların “keskin devrimcileri” de vardı. Bu hızlı solcular, 12 Eylül darbesine hazırlıksız yakalanınca büyük bir telaş ve şaşkınlık içerisine düşmüşler, yıkıma uğramışlardı. 1990’larda Sovyetlerin çökmesi de ayrı bir yılgınlık, umutsuzluk yaratmıştı üzerlerinde. Bütün bu olumsuz koşullar, onları sığınacak bir liman aramaya yöneltti. Farelerin gemiyi terk etme zamanı gelmişti artık!.. Ve kısa zamanda sığınacak limanları da buldular: ABD, AB, siyasal İslamcı yönetimler onların koruyucu melekleri oldu. Halkı uyutma, ipnotize etme çalışmalarını el ele, kol kola birlikte yürüttüler…

12 Eylül Referandumundan sonra yukarıda sözünü ettiğimiz yılgınlık belirtilerine aydınlar arasında yeniden rastlamaya başladık. Dönekliğe can atan yeni liboşlar sıraya girmiş, kuyrukta bekliyor. “Bu halkla bir yere varılmaz, ben artık bu ülkeyi terk edeceğim…” gibilerinden sözlerle teslim bayrağını açanlar bile var.

Onlara göre tek suçlu halk, yani ev sahibi… Evi soymaya gelen hırsızın hiç kabahati yok”

24 saat yayın yaparak halkın beynini yıkayan, ulusal bağlarını zayıflatıp, düşüncelerindeki vatan kavramını yozlaştıran; ABD’nin, AB’nin, siyonizmin emrindeki televizyonların, gazetelerin hiç suçu yok… Tüm ülke sorunlarını “sadaka ekonomisi” ile çözmeye çalışan, yoksullaştırdıkları, aç bıraktıkları insanları iki kilo pirinç, beş kilo makarna, üç kilo nohut dağıtarak kendisine köle yapan, oluk oluk para akıtıp oy satın alan yani “siyasal sadakati (bağlılığı) sadaka ile sağlayan iktidarın hiç suçu yok?

Geçenlerde Güneydoğudan bir köylü vatandaşımızla referandumda verilen “evet” – “hayır” oyları üzerinde söyleşiyorduk. Ona, “Açlığı, sefaleti, işsizliği yaratan AKP’ye, yine ‘evet’ dediniz, bu nasıl oluyor?” dedim.

“Valla Ağabey” dedi “Gökten İsa ile Musa inse, bu adama oy vermeyin dese, bunlar gene verir…” Peki, “Neden?” diye sordum. “Çünkü Tayyip yaşlıyı, hastayı, sakatı, deliyi, raporluyu maaşa bağladı. Çalışmadan, sırtüstü yatıp para alıyorlar ve Allah ondan razı olsun diyorlar. Hayatı boyunca eline üç kuruş para geçmemiş bir adama bedava maaş bağlanırsa, kime oy verir, söyler misin?” dedi.

Halkımızı aptallıkla, geri zekâlılıkla suçlayan aydınlarımıza, şimdi soruyorum: Hangimiz bu köylere gidip “sadaka ekonomisinin çıkar yol olmadığını, herkesin rahat mutlu bir yaşam sürebilmesi için tüm Türkiye’nin toptan kalkınması gerektiğini…” köylülere anlattık.”

Tekel işçileri gazlar, coplar altında hırsından yerleri, karakışın ayazında suları yumruklarken üç beş sendika, bir iki kuruluş dışında kimler, hangi örgütler onlarla birlikte hareket etti?

Türkiye’nin en büyük sendikasının başkanı içeriye atılırken kendi kuruluşu ne yaptı, şimdi ne yapıyor? Generaller, paşalar adi birer suçlu gibi boyunlarından tutulup arabalara doldurulurken o keskin insan hakları savunucuları neredeydiler. Sanal ortamda, dört duvar arasında ahkâm kesmek elbette çok kolay bir iş? 4 – 5 yılda bir seçimden seçime gidip oy verip, politika yapmak ise işin en kolay yanı.

Bir de zoru deneyip, Mustafa Kemal’leri, Chavez’leri, Castro’ları inceleseler ya. Ne kadar çok demokratik eylem yöntemi, mücadele biçimi olduğunu görecek, onlar da şaşıracaklar…

Devrimci mücadelede en kolay, en kestirme, en sorumsuz yol halkı suçlamaktır…

0 yorum:

Yorum Gönder