16 Aralık 2010 Perşembe

Oyun İçinde Oyun...


Telefonda bir dostla görüşüyordum, bir yandan da televizyondaydı gözüm, birden ekranda Mastroianni belirdi, altında bir yazı:

“Marcello öldü!..”

Hayatımızdan bir parçanın daha uçup gittiğini duyumsadım, kırk yıldan beri o oynuyordu, biz seyrediyorduk. Visconti ya da De Sica’yla yuğrulmuş İtalyan sinemasının baştan çıkarıcı aktörü, ardında yüzü aşkın film bırakarak çekip gitmişti bu dünyadan. Tanımadığı, okumadığı Nahit Ulvi’nin dizelerini biliyor muydu:

“Beden ölür ruh yaşar diyorlar

Ben yaşayamam yapayalnız o kadar

Gözüm olsun isterim bakmak için

Elim olsun isterim okşamak için

Ağzım dilim burnum kulağım

Caddeleri seslendirsin ayağım”

*

Bizim gazetenin ‘Kültür Sayfası’nda Mastroianni’nin yaşamı üzerine kapsamlı yazılar yayımlandı; okurken kimi tümcelerin altını çizdim.

Marcello neler söylüyordu:

“- Yaşadığımız, sonuçta bir oyun değil mi?”

“- Oynamak ne kadar güzel bir oyun...”

“- Aktörlük muhteşem bir oyun...”

Evet, her şey oyun; ancak oyun öylesine dallı budaklı, çok boyutlu, girdili çıktılı bir sözcük ki nerede başlıyor nerede bitiyor saptamak olanaksız; belki ölüm de bir oyun!..

Federico Fellini, Marcello’yu anlatırken sanki bir oyunu tanımlıyor:

“- Onunla her şey çok sade, doğal, huzurludur. Bu rahatlık onun çekim sırasında uyuyakalmasına kadar varabilir. İşte bu bilinçli uzaklık, hatta bir çeşit yokluk, Marcello’yu canlandırdığı kişilerin derinliğine sınırsız biçimde gönderir. O, filmin macerasına kendisini keyif ve güvenle bırakır, bu anlam da sinemayı aşar, öyküyü hayatla buluşturur.”

Sanatçının “canlandırdığı kişilerin derinliğine sınırsız” yolculuğu nasıl bir şey?..

Marcello diyor ki:

“- Bu mesleği seçerken, insan bilmeden sürekli bir kaçışa da angaje olmuş oluyor. Çünkü başkalarının başına gelmiş olan olayları, sorunları yaşamak daha kolay. Bir anlamda siz gerçeklerden kaçmış oluyorsunuz.”

Kaçış mı?..

Nereye?..

İspanya’nın Mancha yöresinde saygın bir efendi yaşardı. Adı Alonso Quijano idi. Bu sağduyulu adam, bir gün kafayı üşütecek, şövalyeliğe özenecek, Don Quijote (Don Kişot) adıyla serüvenlere atılacak, yeldeğirmenleriyle savaşacaktır. Hepimiz Don Quijote’yi tanırız. Ünlü bir romandır o!.. Ancak vakti geldiğinde şövalye, evine döndü, hasta döşeğine yattı, papazı çağırdı, günah çıkarttı, son soluğunu verirken aklı başındaydı.

Bu sonuçtan çıkan ne?..

Yani Alonso Quijano öldü...

Don Kişot ölmedi.

Teselli için diyelim ki Marcello Mastroianni öldü; ama, yarattığı kahramanlar ölmedi.

Kahramanlar ölmez.

Sahnede Hamlet’i oynarken aktörün midesi ağrısa, Hamlet mi acı çeker oyuncu mu?

İzleyici, oyuncunun midesinin ağrıdığını nereden bilecek? Seyirci, pek iyi tanıdığı sanatçıyı, “Hamlet’i iyi oynuyor mu” diye seyrediyor; ne oyuncunun bedenindeki ağrıdan haberi var, ne ruhundaki gerilimden payını alıyor; izleyici dışsal bir yaklaşımla yüzeysel duygularıyla seyirliğe pay biçiyor.

Shakespeare, “Dünya büyük bir tiyatro sahnesi” demişti. Dünya o günden bu yana, yalnız tiyatro sahnesi değil, sinema perdesi ve televizyon ekranı oldu.

Aykırı Düşünceler...

Bayramda bir kadın gördüm.

Saçlar tarazlanmış, gözler şiş, boyalar akmış, ses cıgaradan tirfillenmiş, surat bir karış, elde süpürge, sözde temizlik yaparken çöpleri halının altına süpürüyor.

Uyardım:

- Ne yapıyorsun?..

- Ne mi yapıyorum!.. Genel geçer düzeni uyguluyorum; bizde herkes çöpünü sokağa döker, belediye çöpünü fakir mahallenin yamacına döker, fabrika sahibi atıklarını köyün deresine döker, dünyanın en zengin ülkeleri zehirli çöplerini yoksul ülkelere döker, böyle gelmiş, böyle gider...

Haspanın ağzı laf yapıyor!..

Çağımız dünyasında çözümsüz sorunlardan biri de çöptür; kullandığım elektrikli tıraş makinesinin el kitabında yazılı uyarı, bu işin nereye vardığını gösteriyor:

“Bu alet, nikel-kadmiyum aküleri ihtiva etmektedir. Çevre korunmasının menfaatına, makinenin ömrü bittikten sonra ev çöpü ile birlikte atmayınız!.. Ancak ilgili toplama yerinde uluslararası hükümlere uyularak bu alet atılabilir.”

Al başına belayı!..

*

Kurban Bayramı’nda ortalık kan-ı revan iken insanın aklına münasebetsiz düşünceler geliyor. Sözgelimi evde Avrupa mamasıyla kedi-köpek besleyip apartman kapısının önünde kapıcıya koyun boğazlatmak, bizim insanımıza aykırı düşmez.

Düşünmez ki:

1400 yıl önce çölde beton yoktu, kurban edilen hayvanın kanını kum içerdi.

Hazreti Muhammet sağ olsaydı, metronun kapısında, gökdelenin eşiğinde, asfaltın kaldırımında, politikacının ayağının ucunda kurban kesilmesine cevaz verir miydi?..

Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki mezbahasında her gün on binlerce hayvanın boğazlandığı çağdaş kentlerde, sözüm ona uygar insan, kedi-köpek besleyip hayvan sevgisini gösteriyor; sofrada koyun pirzolasını dişleyip tavuk budunu mideye indirirken yamacında kuyruğunu sallayan köpeğinin başını okşuyor.

Gelecek kuşaklar, ileride diyecekler ki:

- Atalarımız yamyammış, vahşi hayvanlar gibi et yerlermiş, ne ilkel insanlarmış!..

*

Uygarlık açmazda!..

Endüstri toplumu doğayı tüketiyor, sanayi atıklarını tüketemiyor. Sözde uygar ülkeler, zehirli atıklarını yoksul ülkelere postalıyorlar. Tüketim ekonomisi azgın mı azgın, dur durak bilmiyor. Piyasa düzeninde cangıl yasası geçerli!.. “Altta kalanın canı çıksın” kuralı uygulanıyor; bileği güçlü olan, rakibinin yüreğini koparıp canavarların önüne atıyor.

Uygarlık iletişimde ve bilgisayarda akıl durdurucu atılımlar yaptı...

Ama üretimi ve tüketimi planlamaktan kaçıyor.

Neden?..

İnsan aklı yaşamın her alanında büyüklü ve küçüklü planlar yapıyor...

Yalnız ekonomide plandan kaçıyor.

Niçin?..

Dünyanın kaymağını yiyen bir avuç egemen, böyle istiyor diye mi?..

Piyasanın cangılında başıboş dolaşan tüketim canavarının her şeyi yok edeceğini uzmanlar dile getiriyorlar; ama, aldıran yok!.. Bugünkü dünya düzeni, toplumlar arasındaki adaletsizliği derinleştiriyor; doğayı yok ediyor; tehlikeli bir dengesizliğin uçurumunu kazıyor.

Yine de insandan umut kesilmez.

0 yorum:

Yorum Gönder