29 Ocak 2011 Cumartesi

Atatürk ve Kimlik Duygusu


Atatürk kimliği, sosyo-kültürel ve psikolojik zemin üzerine
temellendirerek, bu zeminler üzerinde duygusal bir bağ ve birliktelik oluşturmaya gayret etmiştir. Psikolojik değişimin diğer değişimleri beraberinde getirmesi nedeniyle Atatürk, Türkiye’de psikolojik bir dönüşüm ve değişimin oluşmasını istedi. Psikolojik dönüşüm ve değişimin en önemli unsuru da “kimlik” duygusunun kazanılmasıdır. Atatürk, öncelikle bir “Türk Kimliği” duygusunun oluşturulması konusuna
önem verdi. Burada kimlikten kasıt, “Bireyin özünde ve aynı zamanda bireyin toplumsal kültüründe oluşan bir süreçtir.” Büyük liderler bu süreci çok iyi bilmektedirler. Aynı sürecin Hindistan’ın kurtuluşunda ve kuruluşuna liderlik eden ve Mustafa Kemal Atatürk ile önemli benzerlikleri olan Mahatma Gandi’de de görmekteyiz.
Milli bir lider olarak Atatürk’ün buna özel önem vermiş olduğunu söyleyebiliriz.
Toplumsal ve bireysel kimliği oluşturan ve besleyen değerlerin başında, tarihi bir geçmiş, sosyo kültürel ve manevi değerler gelmektedir. Atatürk bütün bu
değerlere son derece önem vermiş, bu değerlerin korunması, geliştirilmesi ve eğitimi için, Diyanet İşleri Başkanlığı, Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu, Dil,
Tarih ve Coğrafya Fakültesi gibi kurumları oluşturmuştur. Bu nedenle O, tarihi ve kültürel değerlerimize önem vermemiz gerektiğini çok sık bir şekilde istemekte, bunu da özellikle münevverlerden (aydınlardan) beklemektedir.


Büyük insanlar düşüncelerini daha ileri kuşaklara da mesaj verir nitelikte,
psikolojik ve sosyolojik gerçeklikleri de içeren birtakım imalarla ve sanatsal özellikli veciz sözlerle ifade ederler. Atütürk’ün “Ne mutlu Türkün diyene” sözü de bu
açıdan incelenmesi gerekli özdeyişlerindendir. Atatürk bu sözü Cumhuriyetin kuruluşunun 10. yıl kutlamalarında söylemiştir. Bu tarihin anlam ve önemi nedir? Atatürk’ün bu sözü yeni Türk devletinin yönetim biçiminin Cumhuriyet olduğunun
ilan edildiği 29 Ekim 1923 yılında söylemeyip de, 10 yıl sonra bilhassa birtakım
ekonomik başarılardan sonra söylemesinin özel birtakım anlamlarının olduğu dü-
şünülmektedir.
Atatürk’ün “Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu,
Trakyalı ve Makedonyalı, hep bir ırkın evlâtları, hep aynı cevherin damarla-
rıdır.”
(1923)“Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türk halkına, Türk milleti
denir."
(1930).

sözlerinden “Ne mutlu Türküm diyene” özdeyişinin ırksal bir bağlılığı anlatmadığı anlaşılmaktadır. Burada vurgulanması istenen içtimai, antropolojik bir yapıdan ve bu yapının bir üyesi olma bilincinden bahsedilmektedir.
Bu cümle bize şunu ifade eder; Türkiye Cumhuriyeti topraklarında yaşa-
yan, bu topraklara canıyla, malıyla ve tüm değerleriyle bağlanan, sahip çıkan ve bu topraklar uğruna gerektiğinde canını seve seve vermeyi göze alan, bu toprağı vatanı belleyen ve bu şerefli ulusun bir ferdi olduğundan gurur duyan herkes ama herkes (dini, ırkı, mezhebi ve rengi ne olursa olsun) Türk'tür ve bu ulusun şerefli bir ferdidir. Dolayısıyla “Ne mutlu Türküm diyene” cümlesinin anlamı, ne mutlu ki bu milletin onurlu ve şerefli kültürel, sosyal, tarihi ve gelecek ile ilgili ideallerimle bu milletin bir parçasıyım ve bundan da gurur duyuyorum demektir. Kimliğin oluşmasında ve ayakta kalmasında önemli rol oynayan manevi değerler konusunda da oldukça hassas olan Atatürk milli birlik, bütünlük ve milli irade için dinin öneminden bahseder ve İslam’ın yüce bir din olduğunu O’nun akla, mantığa, hakikate tamamen tevafuk ve tetabuk ettiğini ifade etmektedir.


Bu söz, dinsel birlikteliği de içermektedir. Osmanlı döneminde ve hala bu-
gün Anadolu ve Balkanlarda Türk’üm demek müslümanım demek ile eş anlamlı-
dır. 1994 yılında Bulgaristan’da yapmış olduğum bir alan araştırmasında kendisini Pomak olarak tanıtan bir kişiye “Dinin nedir?” diye sorduğumda Müslüman olduğunu belirtmek için “Türk dinindenim” demiştir. Atatürk’ün de, Balkanlarda
oldukça yaygın olan bu anlayışı bütün sözlerinde kastetmiş olduğunu bazı uygulamalarından anlıyoruz.
Bugün Amerika ve Avrupa’da yaşayan ancak Amerikalı ve Avrupalı olma-
yan insanların “Ne Mutlu ki Almanyalıyım”, “Ne Mutlu ki Britanyalıyım”, Ne
Mutlu ki Amerikalıyım”
vs. dediklerini görmekteyiz. Buna karşılık Türkiye’de
yaşayıp Türk vatandaşı olan herkesin bu sözü içtenlikle söyleyemediklerini gözlemlemekteyiz.
Birleşik Kırallık’ta yaşayan bir Pakistanlının göğsünü gere gere “Ben Bri-
tanyalıyım” dediği halde Türkiye’de yaşayan bazı Türklerin söylemek istediği halde aynı sözü içtenlikle söyleyememelerinin nedenin kimlik gelişimi açısından dikkatli bir şekilde araştırılması gerekmektedir.
Maslow’a göre, ihtiyaçlar kimlik edinmeden sonraki basamaklarda daha
çok ruhsal ihtiyaçlar olarak kendisini gösterir. Artık bundan sonra kişinin bilmeye, bilime, sanata ve manevi değerlere olan ilgisi artar. Neticede kişi kendisini bulur ve benlik bütünlüğüne ulaşır. Evrensel birtakım değerlere sahip olur. İnsanlar arasında birlik ve bütünlük görür. Farklılıkları değil benzerliklere göre algılama biçimi geliştirir. Atatürk’ün şu veciz cümleleri bu ruhsal ihtiyaçları hiyerarşik bir sıra ile çok açık bir şekilde dile getirmiştir: “Milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, doğuştan
getirdiği zekasını, ilme bağlılığını, güzel sanatlara olan sevgisini, milli birlik
duygusunu, sürekli olarak ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek geliştirmek milli ülkümüzdür.”
Türk milletine çok yaraşan bu ülkü, onu, bütün insanlığa gerçek huzurun temini yolunda, kendine düşen medeni vazifeyi yapmakta başarıya ulaştıracaktır.”


Maslow’a göre temel ihtiyaçlar üç sınıfta ele alınır. Bunlar, fizyolojik, güvenlik, sevgi ve öz saygı, kimlik ihtiyaçlarıdır. Bunların kesinlikle tatmin edilmesi
gerekmektedir. Giderilmezse bireyin bencilce davranışlarının önüne geçilemez.
Özellikle de birtakım nedenlerden dolayı dışlanma gibi bir sorunla da karşılaştıkları zaman kırıcı ve yıkıcı da olabilirler. Toplumda sorun çıkaran ve suç işlemeye eğilimli olan ve radikal uçlarda yer alanların birtakım kimlik sorunları yaşadıklarını belirtmiştik. İşte bütün bunları en ince detaylarına kadar bilen Atatürk bir toplumdaki bireylerin yani Türk Milletinin her bireyinin böyle bir bilinç düzeyine ulaşması gerektiğini düşünmektedir. “Ne mutlu Türküm diyene” sözünü Cumhuriyetin 10. yılında İzmir İktisat Kongresinden sonra söylemesi de manidardır. Çünkü Cumhuriyetin 10. yılında artık Birinci Dünya ve Kurtuluş Savaşlarının neden olduğu açlık,
kıtlık belirli ölçüde giderilip, iç ve dış güvenlik sorunları aşıldıktan sonra yapılması gereken en önemli şey milli birliği oluşturacak kimliğini oluşturmak ve daha yukarı doğru gelişmeyi hedeflemek olmuştur. Çünkü ‘değişimin getirdiği birtakım psikolojik ve sosyolojik sorunlara karşı kimlik bir anlam sistemi olarak ihtiyaç haline gelmektedir.’


Atatürk bu sözünde, Türk Milleti kimliğini oluşturarak bu millete mensup
her bireyin bu milletin birinci sınıf vatandaşı olması, bu millet ve ülkenin her yurttaşına bu anlayışla yaklaşılması, onlara bu milletin en seçkin vatandaşları oldukları bilincinin verilmesi gerektiğini vurgulayarak çağdaş uygarlık seviyesine çıkabilmenin en temel kuralının bu olduğu aksi takdirde gelişmenin mümkün olmayacağı anlayışını ortaya koymaktadır. Bu da ancak her bireyin üretime katılmasıyla mümkündür. Bireylerin gelişime katkıları da ancak o bireylerin kendilerini bu milli birliğin onurlu bir üyesi olduğunun bilincinde olmakla mümkün olacaktır. Bu konuyu dile getiren Atatürk, “Cumhuriyet”in bütün vatandaşlarını kucaklayan, onlara sahip çıkan, onları kimsesiz ve yardımsız bırakmayan bir kavram olduğunu vurgulamaktadır. Birey ileriye yönelik üst düzey ihtiyaç ve amaçlara güdülenmezse gelişme asla mümkün olmaz. Bir amaç uğruna bir hedefe kilitlenmek, milli ruhu ve bütünlüğün oluşmasına ve toplumun müşterek benzerliklerde bir ortak ruh etrafında birleşmelerine neden olmaktadır. Bu gerçeği bir sosyolog “Ülküler tükenip haz öne geçerse, çarklar ona göre döner.”sözünde veciz bir şekilde ifade etmiştir. Kimlik ülkü sahibi olmayı ve ilkeli davranmayı gerektirir. Kimlik bunalımı ise ilke ve ülkünün yok olmasına ve aşağı seviyedeki güdülenmelere götürür. Bu nedenle bir topluluğun millet olabilme özellilerinden birisi de, toplum bireylerinin ayrı ayrı aynı ülkü uğruna davranabilme yeteneğine ulaşmış olmaları ile mümkündür. Çünkü ‘kimlik bunalımı (identity crisis), kişinin kendisi hakkında tutarlı, bütünsel bir imaj
geliştirememesi, toplumun bir üyesi olarak toplum içerisindeki rolünü benimseme ve kabullenme yetisinin kaybedilmesi olarak tanımlanmaktadır.


Her ne kadar 20. yüzyılın sonlarından itibaren postmodernizmle birlikte
ırksal bir kimliğe dayalı ulus devletlerin Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği
(SSCB) ve Balkanlarda olduğu gibi yeni kimlik arayışlarına bağlı olarak parçalandığı ve her parçalanmanın beraberinde yeni parçalanmalara yol açtığı vurgulansa da, bu devletlerde bireysel kimliğin ihmali ve engellenmesi bir ideolojik düşünme biçiminin kimlik olarak algılanması neticesinde, yeni kimlik arayışlarına veya ifadelerine bağlı olarak bölünmeleri beraberinde getirmiştir.

Atatürk, Türkleri yeniden eski güçlerine kavuşturabilmek için onlara bir
kimlik kazandırarak kendi varlıklarının bilincine varmalarını hedeflemiştir. Atatürk’ün “Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak evvela bizim kendi
benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen bütün hareketlerimizle gösterelim. Bilelim ki milli benliğini bulmayan milletler başka milletlerin avıdır.”
sözleriyle üstün vasıfları olan ve bu vasıflarıyla büyük işler başarabilecek bir millet olduğumuz bilincine varmamızı ve bu nedenle kendimize saygı (öz-saygı) duygumuzu geliştirmemiz gerektiğini arzulamıştır.
Ünlü sosyolog Ziya Gökalp, geçmişteki milletlerde, millet ruhunun oluşmasının büyük bir ilerleme ve gelişmeye neden olduğunu gözlemlemiştir. Neticede dinin, ahlakın, hukukun, estetik, bilim, felsefe, dil ve ekonomik alanlarda gençleşmenin ve canlanmanın meydana geleceğini bütün bu alanlarda milli vicdanın oluşacağını ve artık böyle toplumların sömürge olmaktan kurtulacaklarını belirtmektedir.

Ayrıca Gökalp, milli duygunun, milliyet düşüncesinin bir toplumu, mahkum
bir topluluk olmaktan kurtaran çok önemli bir enstrüman olduğunu vurgulamaktadır.

Bugün Japonya’nın, Almanya’nın hızlı kalkınması ve modernleşmesinin en
önemli nedeninin milli bir kimliğin etrafında heyecanlı bir birleşme olduğu belirtilmektedir.


Bugün suç işleyenlerin en önemli ortak noktalarından birisi bunların devletin şefkatli kollarının kendilerini kuşatmadığını belirtmiş olmalarıdır. Nasıl ki ailesinden şefkat ve ilgi görmeyen ve ailelerinin kendilerine yetişkin kimlikli ve kişilikli bir birey olarak bakmamalarının, gençlerin ailelerini terk ettiklerini veya ailede sorunlara neden olduklarını gördüğümüz gibi, devlet içerisindeki vatandaşlar için de durum aynı şekilde cereyan etmektedir. Atatürk sağlıklı ve mutlu geleceğin ancak kimliğini kazanmış bir toplumla mümkün olacağı düşüncesiyle bu konuda yapılması gerekenleri “Ne mutlu Türküm diyene” sözünde özetlemiştir. Atatürk her
fırsatta Türk Milletinin büyüklüğünden onun eskiden beri sahip olduğu üstün seciyesinden bahsederken onu, içerisinde var olan güzel özellikleri harekete geçirebilmesi için güdülemeye çalışmaktadır. Çünkü bir milletin üstün birtakım potansiyel özelliklere sahip olması yeterli değildir. Bu özelliklerin harekete geçirilmesi ve işlenmesi gerekmektedir. Kişilik gelişimi sürecinde çocuklar doğuştan kendilerine verilmiş olan ve zamanı gelince kendisini hissettiren güzel özellikler, desteklenirse gelişir. Sözgelimi, iki yaşındaki bir çocukta ortaya çıkmaya çalışan özgürlük ve özerklik duygusu, dört yaşlarında ortaya çıkan girişimcilik ruhu ve 6-12 yaşlarında ortaya çıkan çalışma ve başarılı olma duyguları ancak çocuklar bu yönlerde desteklenirse gelişir, aksi takdirde bu duyguların zıddı olan şüphe ve utanç, suçluluk ve aşağılık duygular gelişir. İnsan doğasında doğuştan var olan bu olumlu duyguların geliştirmenin en etkili yolu bireyleri onore etmekle mümkün olur. Onore edilmeyenlerin kendilerini onurlu hissetmeleri de mümkün değildir. Bu nedenle Atatürk
bu duyguların ortaya çıkması doğrultusunda politikalar geliştirmiş ve vatandaşlarını da buna inandırmıştır. Eğer ülkenin her bireyi bu sözü içtenlikle söyleyemiyorsa o zaman gelişmenin mümkün olamayacağını vurgulayan Atatürk, kendisinden sonraki yöneticilere de bir hedef belirlemektedir. Bu hedef de her bireyini bu ülkenin

önemsenen, benimsenen onurlu bir üyesi bilincine ulaştırmak için gayret sarf etmektir. Yapılan sosyal psikolojik araştırmalara göre, bir toplumun ekonomik, sosyolojik ve psikolojik imkanlarından yararlanma ile o toplumun normlarına sahiplenme ve memnuniyet arasında olumlu bir ilişki mevcuttur. İşte bu bilince ulaşmak için, ekonomik, sosyal ve psikolojik ihtiyaçların yerine getirilmesi ve belirli oranda bir doyuma ulaşmasıyla mümkün olur. “Geçen zamana oranla, daha çok çalışacağız. Bunda da başarılı olacağımıza kuşkum yoktur. Çünkü Türk ulusunun karakteri yüksektir. Türk ulusu çalışkandır. Türk Ulusu zekidir.” sözleriyle Atatürk hem Türk milletinin hedeflediği yere varabilmesi için çok çalışması gerektiğini vurgulamış ve bu başarı için de onlara kimlik ve güven duygusu oluşturarak onları güdülemeyi bilmiştir. 10. Yıl Nutkuna baktığımız zaman Atatürk’ün konuşması boyunca hep Türk milletinin güzelliklerinden, kabiliyetlerinden bahsettiğini görürüz. Olumsuzluk içeren bir kelime dahi yoktur. Atatürk, 370 kelimelik 10. Yıl Nutkunda 11 defa büyük, 5 defa yüksek ve 4 defa başarı kelimesini kullandığını görmekteyiz.
Atatürk, Türk vatandaşlarının onurlu ve gururlu olduklarını ve istedikleri
hedefe ulaşabilecek güç ve kuvvete sahip olduklarını vurgulamış, böyle yapmakla onlarda bir ümit duygusunun canlı kalması ve yeşermesini istemiştir. Bunun için her konuşmasında “Bizim halkımız çok temiz kalpli, çok asil ruhlu, terakkiye çok kabiliyetli bir halktır. (1923)”
, “Türkler medeniyette asildirler.” gibi sözleriyle Türk milletinin üstün vasıflarla donatıldığından bahsetmiştir. Bugün milli ve dini kültürümüzde de ümitsizlik kınanmakta ve toplumların gelecekleri ile ilgili ümit içerisinde olmaları istenmektedir, olumsuzluklar içerisinde dahi ümitvar olunması önerilmektedir. Bugün modern psikiyatri, geleceğe ait ümitsizlik, yetersizlik duygularının ruh sağlığını bozucu etkilerinin olduğunu veya bu tür rahatsızlıkların ruh sağlığı bozukluklarının bir sonucu olacağını vurgulamaktadır.

Bu nedenle, milletin her bir bireyinin ve bir bütün olarak bütün toplumun kendi güç ve kuvvetine inandırılması ve bu uğurda çalışmaların yapılması milli bir kimliğin oluşturulması, birlik ve beraberliğin sağlanması açısından oldukça önemli bir çalışma olacaktır. Sanıyorum ki Büyük Atatürk’ün ruhunu en çok mutlu edecek faaliyetler de bunlar olacaktır.

Sonuç
Atatürk, Tanzimattan beri Batılılaşma çabaları içerisinde kendi kimliğini
ve kültürel değerlerini unutma tehlikesi ile yüz yüze gelmiş olan bir milletin gerçek bağımsızlığını kazanabilmesinin en önemli koşulunun bir milleti ayakta tutan kimlik unsurlarının oluşturulması gerektiğini düşünmüştür. Cumhuriyetin kuruluşunun ilk yıllarında, gerçek bağımsızlığa kavuşmak ve gelişimini sağlamak için gerekli olan kimlik duygusu ve bu kimliği oluşturan maddi ve manevi değerlerin oluşturulması hususu önemli bir konu haline gelmiştir. Bu nedenle Atatürk, Türk halkına kendi kimliğini hatırlatma ve benimsetme çabaları içerisinde olmuştur. Böyle yapmakla Atatürk, 150 yıllık ezilmiş, incinmiş, gururu kırılmış, Avrupa’nın hasta adamı durumuna düşmüş olan Türk halkını, kendi öz kültürel değerleriyle bütünleşmiş bir kimlik etrafında toplayıp, ileriye yönelik bir amaç göstererek, onları gelişmiş toplumlar arasındaki onurlu yerini almaları konusunda güdülemiştir. 'Ne Mutlu Türküm Diyene' sözünün, Atatürk’ün sözlerinde devamlı vurguladığı ve Türk milletine geçilmesi için bir hedef olarak gösterdiği “Muasır Medeniyetler Seviyesi” ile yakından ilişkili olması da bunun bir göstergesidir.
Ekonomik kimliğin ön plana çıktığı ve çıkarılmaya çalışıldığı günümüzde,
sosyal ve bireysel kimliğin ve unsurlarının korunması ve edinilmesi, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş yıllarında oynadığı rolü oynaması gibi bireyin ve toplumun varlığının devamı açısından önemli görünmektedir.
Türk toplumunun hala kimlik sorunlarını tamamıyla aşamamış olması, gelişmesinin önündeki en büyük engellerden birisi olarak durmaktadır. Bu nedenle Atatürk, kendi varlığının, kimliğinin bilincinde olan, kendine saygı duyan, değer veren ve bu arada başkalarının da varlığına saygı duyan bir millet (toplum, ulus) oluşturma çabası içerisinde olmuştur. Kısa ve uzun gelecekte Türk halkı hangi topluluk içerisinde yer alırsa alsın yine de nesnel ve öznel kimliğini korumak zorundadır. Ancak bu şekilde birtakım ekonomik ve siyasal yapılanmaların içerisinde etkin ve verimli bir üyesi olarak yer alacaktır.


kaynak:Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Sayı : 15 Yıl : 2003/2


0 yorum:

Yorum Gönder