25 Ocak 2011 Salı

Yazarın Gücü ve Onu Yok Etme Biçimleri….


Bir yazar ne kadar usta kalem olursa olsun, ne kadar büyük yayın organlarında yazarsa yazsın, maddi durumu ne olursa olsun asıl gücünü toplumdan alır.
Toplumun içinde ne kadar varsa, gücü o kadardır.
Bu, aslında toplumla yüz yüze olan mesleklerin tümünde geçerlidir. Gazeteci için, siyasetçi için, emniyet müdürü için…
Uğur Mumcu toplumla barışık bir yazardı. Bir başka deyişle kendisini köşesine hapsetmemişti.
Uğur Mumcu ile aynı gün katledilen Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan da bulunduğu görev bölgesinin hassasiyetlerine karşın kendisini 7’den 70’e herkese sevdirmişti.
Çok önemli ve çok tehlikeli bir güç!
Neden tehlikeli?
Çünkü böyle bir gazeteci mesleğin o evrensel gücünü de en etkili biçimde elinde bulunduruyor demektir.
Nedir o?
Kanaat önderliği…
Türkiye gibi gündemin sık değiştiği, olayların görünen yüzüyle içyüzünün farklı olduğu, kuruluş temellerinin sürekli tartışıldığı ülkelerde, toplum için kanaat önderliği çok önemlidir.
Günlük gelişmelerle ortalama bir duyarlılıkla ilgilenen kişiler, güvendikleri gazetecileri “kanaat önderi” olarak bellerler. Öyle ki, bu güç “hükümet olmak” kadar önemlidir. O nedenle toplumu dönüştürme planı yapan bir güç kendisine böyle bir ortak istemez.
***
Uğur Mumcu 1990’lı yıllar kıyımının en önemli halkalarından biriydi. 1990’da art arda Prof. Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Turan Dursun, Doç. Bahriye Üçok katledildi. 1993’te Uğur Mumcu, 1999’da Prof. Ahmet Taner Kışlalı, 2002’de Dr. Necip Hablemitoğlu…
Bütün bu aydınların yukarıda aktardığımız güçle koşut bir başka özelliği de şuydu:
Devletle ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş değerleriyle de barışıktılar.
İşte bu ikili güç, deyim yerindeyse yazarın kanatlarıdır.
Elbette bir gazeteci devlet kurumlarındaki yapısal ve kişisel bozuklukları kıyasıya eleştirecek. Bu anlamda eleştirinin özü, sahip çıkmaktır.
1990’lı yıllardaki aydın kıyımlarının bir nedeni de onların barışık olduğu devleti, değerleri ve toplumu dönüştürmekti.
Başarabildiler mi?
Türkiye’nin bugünkü görünümüne bakıp söylenecek çok şey var. Sadece ülke yönetimi değil anlatmak istediğim. Devlet yapısına, değerlerin dönüşümüne, Türkiye’nin uluslararası konumuna ilişkin her şey.
Kanaat önderliğinden söz ettik, bunun yanına bir kavram daha koymak gerek:
Eşik bekçiliği.
Gazeteci toplumda aynı zamanda düşünce eşiklerinin oluşmasını sağlar. Şöyle ki; gazeteci örneğin ülkenin kuruluş değerleriyle ilgili bir konu için, “bu adımın ötesi atılamaz” ya da “bu alandaki tabu yıkılmalı” yorumu yaptığında toplum da “sınırı”, “tavrı” koyacaktır.
***
1990’lı yıllardan 2000’lere gelirsek… Yöntem değişti! Bir başka “öldürme” yöntemi gelişti.
Bir gazetecinin öldürülmesiyle bunun toplumda açacağı yara sanılandan fazladır ve farklıdır.
Sonuç olarak 90’lı yıllardaki kıyımları yapanlar ülkeyi dönüştürme yönünde hedeflerine ulaşmış olduklarını düşünebilirler ama, şunu da göz ardı etmiyorlar:
Katledilen aydınların ruhunu öldüremediler!
İşte yöntem değişikliği dediğim nokta bu.
Artık hedef bedenler değil, ruhlardı.
Ruhları öldürdükten sonra zaten bedenin ne önemi vardı.
Bunun için toptan tüfekten daha etkili bir silah seçildi:
Hukuk!
Kimsenin karşı çıkamayacağı, hatta saygılarını sunma ve üstünlüğünü kabul etme durumunda olacağı küresel, bilimsel bir değer.
Öyle bir kullanım ki; davayı açmak, sonuçlandırmaktan, hüküm vermekten daha etkili.
Öyle bir kullanım ki; davanın toplumdaki yansımaları dosyadaki gerçeklerin on katı.
Öyle bir dosya ki; içine giren kaybolur, girmeyen büyüklüğünden ve çerçevesinden ürker.
Böyle bir sürecin içinden geçiyoruz.
Sürecin sloganı şu:
“Bırakın hukuk işlesin… Hukuki sürecin sonunu bekleyelim.”
İşlesin, bekleyelim ama, ortada işleyen bir hukuk yok. İşletilen, kullanılan, adına “hukuki süreç” denilen bir ortaçağ var.
Düşüncelerimize katılmayanlar, “hukuki süreçle” ortaya çıkarılmış, aydınlatılmış bir olay söylesinler.
Faili meçhuller bağlamında Uğur Mumcu cinayetiyle Hrant Dink cinayeti özdeştir.
AKP, faili meçhullere nasıl baktı?
Bu yanını yarın kaleme alalım…

0 yorum:

Yorum Gönder