Kimi zaman hava durulur, yaprak kımıldamaz olur. Pencereden bakıyorum, adını bilemediğim bir kuş uçageldi, çam ağacının dalına teğet geçti, kanat çırpışı belleğimi silkeledi, aklıma Kandiya geldi...
Neden?..
Dün Yeniçağ gazetesinde Rauf Denktaş’ın yazısını okumuştum...
Yazının başlığı:
“KKTC’nin geleceği...”
Neyi anımsadım?..
*
Bir vakitler Kıbrıs’ta Rumlar Türklerin icabına bakmaya başlayınca bizim asker Ada’ya çıkmıştı; yaklaşık otuz beş yıl önce.
Ben seviniyordum; babamın tanıdığı bir ‘Giritli dost’ dedi ki:
- İlhan, pek sevinme, dereyi görmeden paçaları sıvama...
Bu büyüğüm, babam gibi Girit’te doğmuştu; Kandiyalı -ya da Kandiyeli- idi; aradan geçen zamanda haklı çıktı.
*
Pencereden dışarısını seyrederken, geçmişe kaydım, babamın döneminde Harbiye’de öğrencilerin doğdukları yerle birlikte anıldıklarını ve çağrıldıklarını anımsadım...
- Kasım- Kandiya...
Ne demekti bu?..
Girit, Yunanlıların eline geçince, babamın ailesi de niceleri gibi Anadolu’ya (Milas’a) göçmüş, Kasım’ı Harbiye’ye yazmışlardı...
Nereden nereye?..
Evet, bayramın üçüncü günü hava durgundu...
Ama, ‘kurşun gibi ağır’ değildi...
Düşündüm ki, başıma Ergenekon’u sarmasalar, şu günlerde anılarımı yazmak istiyordum... Ve yine düşündüm ki, herkes gibi bizim hayatımız da bir romandı...
*
Beni bir yana bırakın, babamın yaşamını ele alalım; Girit’i terk et, Harbiye’ye gir, okulu bitirmeden doğru Şark Cephesi’ne...
Birinci Dünya Savaşı...
Sonra Cebeli lübnan ve Suriye...
Daha önce bu köşede yazmıştım, yineleyeyim; Kasım-Kandiya’dan bize miras kalan koyu yeşil ciltli Kuranıkerim’in arka kapağında babamın şu yazısı var:
“Birinci Cihan Harbi’nde Cebelilübnan ve havalisi 43’üncü Fırka Erkânıharbiye Reisi olup 1333 (1917) senesi Arabistan ricatında, Baalbek şimâlinde bir gece yürüyüşü ‘çekilişi’ sırasında, benimle helâlleştikten ve öpüştükten sonra şakağına dayadığı tabancasıyla intihar eden merhum Yüzbaşı Bahaddin Bey’e ait olup tarafımdan muhafaza edilmiştir.”
*
Kasım-Kandiya yenilgi ve bozgundan sonra Milas-Muğla’ya gidiyor, Kuvayı Milliye’ye katılıyor...
Sonra Uşak Cephesi...
Zaferden sonra, daha Harbiye’yi bitirmeden cepheye sürülen subayları, jandarma sınıfına yazıyorlar; ülkenin her bölgesinde görev başına yolluyorlar...
*
Ama Atatürk’ün Cumhuriyeti bir ciddi devlet...
1936’da Yüzbaşı Kasım Selçuk ve silah arkadaşlarına diyorlar ki:
- Sizler Harbiye’yi bitirmeden cepheye gönderilmiştiniz, haydi bakalım ikmal-i tahsil için yeniden Harbiye’ye gideceksiniz...
Sonra?..
Yeniden Anadolu’da görev üstüne görev...
Annem denk bağlamaktan, denk açmaktan, oradan oraya göçerlikten illallah diyor mu?..
Gıkı çıkmıyor...
Ya bizler?..
Çocuklar?..
*
Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlılığın ne demek olduğunu biz çok küçük yaşlarda evde öğrendik...
Babam Kasım-Kandiya idi değil mi?..
Atatürk de Mustafa Kemal-Selanik değil miydi?..
Gazi’nin değeri, evde elle tutulur gözle görülürdü. O olmasa bizim ailenin de olamayacağı gerçeği, annemle babamın ortak bilincinden kaynaklanarak hepimizin gözeneklerine işliyordu.
*
Ne var ki anılarımı günlük uğraş içinde yazmaya bugüne dek fırsat bulamadım...
Ne yapmalıyım?..
Yeri zamanı geldikçe kimi köşe yazılarını anılara hasretmekten gayrı bir çare göremiyorum...
Bir tarih yaşadık ve yaşıyoruz...
İlk davalarım 1950’lerde başlamıştı...
Ne hayat değil mi?..
Kim bilir, belki bu hayatın anıları da tadından yenmez olabilir...
İlhan Selçuk
0 yorum:
Yorum Gönder