22 Nisan 2011 Cuma

Ermeni Açılımında Son Nokta

ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’nin bir oy farkla sözde soykırım iddialarını kabul etmesi, Türkiye’yi yaşamsal bir tercih yapmak zorunda bıraktı. Çünkü bir paket programın parçası olarak önümüze konan, gelecekte de başımızda “Demokles’in Kılıcı” gibi sallandırılacağı anlaşılan soykırım iddialarına karşı bir türlü politika oluşturamadı Türkiye. Anımsanacağı üzere Ermenistan- Türkiye milli maçı nedeniyle Cumhurbaşkanı Gül’ün yaptığı Erivan ziyaretiyle başlayan “açılım”, bir grup okur- yazarın öncülüğünde gerçekleşen “özür dileme” eylemiyle aşama kaydetmişti. Bu süreçte Türk kamuoyu da kapalı olan Türkiye- Ermenistan sınırının açılması için adeta “ikna odasına” alınmıştı.
Türkiye gerçekleri bir türlü göremedi. Muhatabının Ermenistan değil, geçmişte olduğu gibi günümüzde de Ermenistan’ı kullanan emperyalizm olduğunu kabullenemedi. Konunun bir tarih meselesi değil, siyaset meselesi olduğunu kavrayamadı. İddiaların sürekli gündemde tutulmasının amacının tarihi açığa çıkarmak, tarihimizle yüzleşmek, geçmişimizle barışmak değil, AB’nin eski temsilcisi Karen Fogg’un e- postalarında yazdığı gibi “Türk tarihinin hakkından gelmek” olduğunu fark edemedi. İşin, Kurtuluş Savaşı’na, Cumhuriyet Devrimi’ne, bu kavganın dev ve devrimci önderi Mustafa Kemal’e uzanacağını anlayamadı. Cumhuriyet’in “etnik soykırım yaparak kurulduğunun” öne sürüleceği, Atatürk’ün “soykırım suçlusu olarak” ilan edileceği günlerin geleceğini hesaplayamadı.
Ermenistan anayasasından ve bağımsızlık bildirgesinden Türkiye aleyhindeki hükümleri çıkarmazken, Türkiye sınırını açık ve kesin bir dille tanımaya ve hukuki kayıt altına almaya yanaşmazken, ülkemizin doğusuna “Batı Ermenistan” demeyi sürdürürken, Ağrı Dağı’nı milli simge olarak kullanırken, bu armayı taşıyan uçakla Bursa’daki milli maça cumhurbaşkanını yollarken hiç ses çıkarmamıştı Türkiye. Cumhurbaşkanı Gül’ün Erivan’da maçı izlediği koltuğun birkaç metre ötesinde Türk diplomatlarını şehit eden Asala militanları, milli kahraman olarak tribünlerde maç izlerken, hiç itiraz etmemişti. ABD ve AB bayraklarını, turistik otellerin önünden tutun özel üniversitelerin rektörlük binalarına kadar serbestçe dalgalandıran Türkiye, Bursa’daki milli maça Azeri bayraklarını almamıştı. Kendi mülki amirlerimiz “Azeri bayrağı serbest” dedikleri halde, FIFA “Olmaz” deyince, geri adım atmıştı.
Ermenistan, diasporayla birlikte Türkiye karşıtı kampanyaya devam ederken, Dağlık Karabağ’da işgalini sürdürürken, Türkiye belki de tek stratejik ortağı olan Azerbaycan’ı küstürmekle meşguldü. Ermenistan ile imzalanan protokoller öncesinde yapılan müzakereler, sözde soykırım iddiaları konusunda hiç de tarafsız bir ülke olmayan, Ermeni iddialarını tanımış bir ülke olan İsviçre’de yürütülmüştü. Oysa İsviçre Ermeni tezlerine o kadar yakındı ki, Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu ve İşçi Partisi lideri Doğu Perinçek’i sırf görüşleri nedeniyle, “Ermeni iddiaları yalandır, soykırım yapılmamıştır” dedikleri için cezalandırmıştı. Yani Ermeni tezlerine yatkınlığı, bu “özgürlükler diyarı, uygarlık abidesi” ülkeyi, düşünceyi suç sayan bir karar almaya kadar götürmüştü. Ama yine de Türkiye, bu İsviçre’nin ev sahipliğinde ve arabuluculuğunda yapılan müzakerelere katılıyordu. Hem de gelişmeleri, Türk halkından ve TBMM’den gizleyerek.
Çünkü süreç, Türkiye’deki açılım paketleri ve Türkiye’nin vereceği ödünler üzerine kurulmuştu. Azerbaycan’ın beşte birine denk düşen Karabağ bölgesini işgal eden, Hocalı’da Azerileri katleden, masum insanları göçe zorlayan Ermenistan’a yapılmayan baskı, Türkiye’ye yapılıyordu. Ama “komşularımızla sıfır sorun politikası” nedeniyle hiç sesimiz çıkmıyordu. Ermenistan’ın bu işgali sona erdireceği yönünde en küçük bir işaret bile yoktu. İşgali sonlandırmayı öngören Minsk süreci tıkanmıştı. Dahası Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan, ulusal strateji belgesinde işgal ettikleri toprakları “Yukarı Karabağ Cumhuriyeti” olarak nitelemiş, bağımsızlığından sözetmişti. Ama Türkiye hiç oralı değildi. En kötüsü de Türkiye, arasında gerçekten sıfır sorun bulunan, tarihsel ve kültürel bağlarının yanında çok önemli ticari ilişkiler geliştirdiği, Ermenistan’la yaptığının 10 katı ticaret yaptığı Azerbaycan’ı küstürmüştü. Ülkeler arasında Washington adına arabuluculuk yapan, ABD’nin müttefiki, BOP’un eşbaşkanı olmakla övünen Türkiye, Ermeni açılımı ile kendi eliyle Bakü’yü Moskova’nın yanına ittiğinin farkında bile değildi. Protokolün anayasaya uygunluğunu onaylayan Ermenistan Anayasa Mahkemesi, Türkiye’nin doğusuna “Batı Ermenistan” demeyi sürdüren Taşnak Partisi’nin tezlerini kabul ederken, Erivan yönetimi protokolleri bir an önce TBMM’den geçirmesi konusunda Türkiye’yi tehdit ederken, Ankara susuyordu. Petrosyan döneminde faaliyetleri yasaklanan, Koçaryan döneminde yeniden yasal hale gelen ve hükümette etkili olan Taşnaklar, Asala militanlarının asla yargılanmayacağını söylüyorlardı. Türkiye sesini çıkarmıyordu.
Açılımlar, Paket Programın Parçası
ABD patentli “açılım” kapsamında önce Türkiye elini uzatmıştı. Milli maç ziyareti, Ermenistan tarafında Türkiye’nin zaafı, ABD ve AB isteklerine boyun eğmesi olarak algılanmıştı. AB, ABD ve iktidar hayranı okur- yazarların başlattığı “özür diliyoruz” kampanyası da bu algıyı pekiştirmişti. Soykırımı kabul eden ülkelere karşı Türkiye’nin eli zayıflarken, gazeteler “sözde soykırım” yerine artık sadece “soykırım” demeye başlamıştı bile. Daha da vahimi, derslerinde ısrarla “sözde soykırım” diyen öğretmenlere soruşturma açıldığı, ceza verildiği haberleri yer almıştı basında. Asala militanları Erivan’da ellerini kollarını sallayarak dolaşırken, Türkiye’nin resmen özür dilemesi beklenmekteydi. Bu niyetle ilk adım olarak sınırın açılması ve ticaretin başlaması için psikolojik altyapı oluşturuldu. Yunanistan’ın baskısıyla Makedonya’nın bayrağı değişirken susan ABD ve AB, en haklı ve güçlü olduğu davalardan birinde Türkiye’nin ödün vermesi için yaptıkları baskıyı artırdılar.
Sorunu doğru saptayamadı Türkiye’yi yönetenler. Adını cesaretle koyamadı, yüzleşemedi bir türlü. Bu nedenle de gerekli tedaviyi uygulayamadı. Meselenin bir tarih, bir hukuk meselesi olmadığını göremediler. Meselenin, 1948 tarihli BM Soykırım Sözleşmesi’nin geriye yürümezliği olmadığını, arşivlerin açılmasıyla ilgisi bulunmadığını anlayamadılar. Konunun, Türk ve Ermeni tarihçilerin arşivlerde birlikte çalışması, belge alışverişi yapması, aynı masa etrafında oturması, 1915 öncesinde ne olduğunu tartışması konusu olmadığını kavrayamadılar. Kavganın, Avrupa ile 120 kez irili ufaklı savaş yapan Osmanlı’nın değil, emperyalizmi yenerek bağımsızlığına kavuşan ve aydınlanma devrimini yapan Türkiye’nin kavgası olduğunu algılayamadılar. Bu işin, sert mizacıyla bilinen Cemal Paşa’ya, Ermenilere yaptığı yardımlardan ötürü Ermeni Patriği’nin nişan vermesine ilişkin belgeler açıklanarak çözülemeyeceğini bilemediler. 1890’da Tiflis’te kurulan Taşnak Örgütü’nün şiddet yoluyla başarmak istedikleri, toprak talebi, 1894 Sason İsyanı, 1895 Van İsyanı, 1896 Osmanlı Bankası baskını, 1909 Adana olayları, 1914 Zeytun İsyanı değildi buradaki mesele. Sorun siyasi bir sorundu ve adı o gün de, bugün de aynıydı: Türkiye’nin Batılı emperyalizmle mücadelesi.
Osmanlı, isyanları bastırmaya çalışırken dönemin büyük devletlerinin araya girmesi bunun kanıtıydı. Doğuda işgalci Rus ordusundaki Taşnak Alayları, güneyde Fransız üniforması giyerek Türklere karşı savaşan Ermeni milisler, batıda İstanbul’da İngilizlerle işbirliği yapan Ermeni unsurlar, Talat Paşa’nın katilini yargılayan Alman mahkemesinin “cinayeti haklı gerekçelere dayandırarak” katili beraat ettirmesi kimin kimi kullandığını gösteriyordu. Kendisine karşı, düşmanla işbirliği yapan tebaasının bir bölümünü, imparatorluğun bir bölgesinden diğer bölgesine sürme, tehcir etme, zorla iskâna tabi tutma kararı alan Osmanlı yargılanmıyordu burada. Türk Devleti, Türk Devrimi, Türkiye’nin kurucusu ve bütün Cumhuriyetin ideolojik, siyasal, askeri, psikolojik, toplumsal, kültürel, manevi mirası yargılanıyordu. Göç koşulları, hava şartları, açlık, yokluk, yoksulluk, salgın, hastalık nedeniyle ölen insanlar, karşılıklı kırım (mukatele) sonucu yitip gidenler değildi burada mesele.
Emperyalizmin Kara Propagandası ve Türkiye
Batılı merkezler, Ermenilerin 1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı’yla savaşan güçlerin yanında saf tutuklarını, mensubu oldukları ülkeye karşı isyan edip, işgalcilerle işbirliği yaptıklarını ve sonuçta savaşı kaybettiklerini hiç ağızlarına almazlar. Bu süreçte katledilen yarım milyonu aşkın Türkün adını da anmazlar. Çünkü bu kapışmada ölen Ermenilerin ve Türklerin emperyalizmin gözünde hiç değeri yoktur. Anadolu’ya nasıl baktıkları, insan hakları kavramına nasıl yaklaştıkları, dün de bugün de Afrika’da, Asya’da, Ortadoğu’da yaptıkları katliamlardan bellidir. 1. Dünya Savaşı’nda emperyalizm, iki halk arasına kama sokmuş, Ermeni ayrılıkçılarını kışkırtmış, kullanmış, sonra da yüzüstü bırakmıştır. Dün olduğu gibi bugün de Ermenileri düşündüğü yoktur. Günümüzde de niyeti, o gün göremediği hesabı görmek, Atatürk’ün öncülüğünde Milli Mücadele ile yırttığımız Sevr’i yeniden masaya getirmektir.
Meraklıları bilir. Ermeni tezlerine kaynaklık eden ve Wellington House olarak bilinen İngiliz Propaganda Bakanlığı’nda masa başında üretilen “Mavi Kitap”, özellikle ABD kamuoyunu, savaşa girilmesi için ikna edebilmek amacıyla kullanılır. 25 İngiliz yazarı bu yönde propaganda yapmaları için görevlendirilmiş, bu amaçla 156 kitap yazılmıştır. 1. Dünya Savaşı’nın sonundan itibaren beş yıl İstanbul’da işgalci olarak kalan İngilizler, ne İstanbul’da, ne de dünyanın diğer arşivlerinde Ermeni tezlerini doğrulayan tek bir belge bile bulamamışlardır. İngilizlerin propagandanın önemini keşfinden yıllar sonra Nazi Almanya’sının propaganda bakanı Goebels’in, “Bireyin algılamaları kendi haline bırakılamaz” şeklindeki sözleri durumun özetidir aslında. İngiltere, Almanya aleyhine de masa başında bir “Mavi Kitap” hazırlamıştır. Ama savaş sonrasında bunun propaganda amacıyla hazırlandığını itiraf ederek, Almanya’dan özür dilemiştir. Günümüzde İttihatçılara “katil”, “barbar” diyen kimi “bilim adamlarının” bu tavrı da “Mavi Kitap” için yeni bir dolgu malzemesidir. ABD’nin “normalleşmesini” istediği Türkiye- Ermenistan ilişkilerinde Ankara’ya baskı yapmayı, Türk Ulusu’nu yıldırmayı amaçlamaktadır. Türklerin her konuda haksız olduğu Batıda ders kitaplarına girmişken, şimdi “tarihimizle barışmak”, “gerçeklerle yüzleşmek”, “ders kitaplarından ırkçı söylemleri ayıklamak”, “yeni bir tarih öğretimi” gibi cilalı söylemlere sığınarak Türklerin kendi tarihlerinden utanmalarını sağlamak, Türkiye’de, “emperyalizm” terimini sözlüklerinden çıkarmış bulunan sözde Türk “aydınları” tarafından üstlenilmiş bir görevdir.
Bu çerçevede “Türkiye elini uzatsın, dünya kamuoyuna mesaj versin, Azerilerden çok Azericilik yapmasın, Ermenilerden şart talep etmesin, ilk adımı atarak Azerilerin de haklarını korusun ve tezlerini anlatsın” şeklindeki yaklaşımların diplomaside karşılığı yoktur. Çünkü ödün vererek, daha çok verebileceğini işaret ve ima ederek masaya oturmak, bir ülkeyi çok zor durumlara düşürür. 2015 yılında, yani tehcirin 100. senesinde dünya kamuoyunun da desteğiyle Türkiye’nin soykırım iddialarını kabul etmesi için çalışan Ermenistan ve diasporaya Türkiye’den verilen destek, ülkemizi zorlayacaktır. Çünkü Türkiye’de üniversitelerde, medyada, sendikalarda, sivil toplum örgütlerinde, özellikle genç, liberal, özgürlükçü, demokrat, sivil toplumcu, eğitimli gençler arasında sözde soykırım iddialarını kabul edenlerin sayısı hızla artmaktadır. ABD başta olmak üzere Batı’da soykırım nedeniyle bankalara ve sigorta şirketlerine Ermeniler tarafından açılan davaların sayısı ve tazminat miktarları yükselecektir. Soykırımı kabul eden (halen 19 ülke) ve soykırımın inkârını suç sayan ülkelerin sayısı katlanacaktır.
Ne Yapmalı?
Doğru teşhis, isabetli tedavi için şarttır, yaşamsaldır. Türkiye meseleye bir geçmiş meselesi olarak değil, gelecek meselesi olarak bakmalı, beka sorunu olarak ele almalıdır. Siyasal duruşu ne olursa olsun herkes olaya böyle yaklaşmalıdır. ABD’de alınan son kararda “soykırım yapıldı” denilen tarihin 1915’ten başlayıp 1923’e kadar getirilmesi, asıl niyeti ortaya koymuştur. Zamanında tepki verilmemesinin, hep Türkiye’den iyi niyet adımı ve ödün beklenmesinin sonucudur bu. Mesele aynen Kıbrıs konusu gibi ulusal bir davadır. “Ben onunla bir araya gelmem, şununla aynı fotoğraf karesine girmem, falanla birleşmem, filanla buluşmam” demenin anlamı yoktur. Bilakis, gelenin gelmeyene elini uzatması, “Seni bekliyoruz, nerede kaldın?” demesi, cesaretlendirmesi gerekir. Çanakkale’yi savunurken, Cumhuriyeti kurarken birleşen, devletleşirken milletleşen, milletleşirken de devletleşen bir ulus, yeniden bir araya gelmeyi, birlikte durmayı hatırlamak zorundadır. Kurtuluş Savaşı karalanırken, Atatürk soykırım suçlusu olarak yargılanırken, Lozan reddedilirken susmak, tarih karşısında vebal altında bırakır insanı.
ABD’de alınan ve aslında Lozan aleyhine olan bu son kararda, “Türkiye eğer Ermeni soykırımı nedeniyle cezalandırılmazsa, gelecekte yeni soykırımlar yapması engellenemez” denilmektedir. Yani ülkemiz adeta tehdit edilmekte, Türkiye’nin gelecekte bir “Kürt soykırımı” ile suçlanarak kısmen işgal edilmesinin siyasal, psikolojik, hukuki, diplomatik, askeri altyapısı hazırlanmaktadır. “Türk topraklarından Rum, Ermeni, Pontus, Kürt, Süryani devletçiklerinin çıkarılması için hazırlık yapılıyor” diyenlere paranoyak gözüyle bakanların, Filistin topraklarında İsrail devletinin nasıl kurulduğunu bir başka gözle okumaları gerekir.
Ermeni protokollerini çöpe atarken, Gümrük Birliği’ni, AB adaylığını, NATO üyeliğini, İncirlik üssünü, ABD ile yapılan açık gizli ikili anlaşmaları, serbest piyasa ekonomisini de tartışmaya açmak şarttır. Halkçı devletçi ekonomiyi, kamucu eğitim ve sağlığı, stratejik planlamayı, üretim, yatırım, kalkınma ekonomisini, toprak reformunu düşünmenin zamanı çoktan gelmiştir, hatta geçmektedir.
DR. BARIŞ DOSTER

0 yorum:

Yorum Gönder