15 Mayıs 2011 Pazar

AYDINLARIN KARANLIĞI...

 AYDINLARIN KARANLIĞI...
Bu başlığı karanlıktan beslenen aydınlar diye de atabilirdim kararsızlık içinde bunu seçtim. Öncelikle bunu not düşeyim.


Türban konusunda düştükleri açmaz yüzünden yüzlerce cümle kurup hiçbir şey söylememeyi becerebilen aydınlarımızda var. Döner dolaşır aynı yere gelirler: birinci grup aynen şunu söyler; devlet, tepeden inmeci, toptancı tavrıyla halkına yıllardır uzak düşmüş, bireyin kişisel ihtiyaçlarını da bu bakış açısıyla öngörememiştir. Halkını bir tebaa olarak gören elitist jakoben devlet bireyin yükselişi karşısında çaresiz kalmıştır. Kemalist Jakobenler halkı hor görmelerinin bedelini bizzat halk tarafından cezalandırılarak ödeyecektir, hem de türbanlılar eliyle yok edilerek.

Bunlar cemaatlerin Kemalizm'in kaleleri saydıkları kurumları birer birer ele geçirmelerini sanki 12 Eylül'ün intikamı alınırmışçasına bir süre zevkle izlediler. Hele 22 Temmuz seçimlerinde kazanılan zaferi ellerinden gelse 40 gün 40 gece kutlayacaklardı ki birden uyanır gibi oldular.

Çünkü erki ele geçiren iktidar seçimlerden aldığı muazzam rüzgarın şişirdiği yelkenleriyle süreçleri hızlandırma kararı almıştı. Akrebin ilerleyişini görememişlerdi ancak saniyelerin tik takları artık gözlerinin önünde ilerliyordu. Zaman daralıyordu…
Demokrasi, özgürlük, sivil anayasa, barış, bireye değer veren Cumhuriyet gibi sihirli kavramlarla boyanan gözleri, dini yaşam doğrultusunda yasaklamalar, muhalifleri sindirmeler, medya bağlamında gazetelerin ve televizyonların dincilere devredilmeye başlamasıyla birlikte iktidarın attığı tüm adımların koşutunda bir din eksenli projenin yattığını sezinler gibi olmalarıyla hafiften açılır gibi oldu. Kendilerini İran Şer'i Devrimini destekleyip sonra harcanan İranlı Solcu  Aydınların konumunda buluverdiler. Çünkü aslında başta saydığımız o sihirli kavramların altını her iki kesim aynı şekilde doldurmuyordu. Sadece "Kemalist" olarak tanımladıkları devleti biri ele geçirmeye diğeri de yıkmaya çalışırken ortak düşmanlarına karşı ortak kavramlar paydasında geçici bir işbirliği içindeydiler. Burada özellikle cemaat ve TMSF eliyle iktidara yanaştırılan medyada sürekli propaganda yapan bu eski solcu aydınlara dikkatinizi çekmek isterim. Cemaat medyasındaki entelektüel boşluğu bunlar doldurdular ve mükemmel tetikçilik yaptılar. Farkında olmadıkları konu ise hasım yok edilince sıranın azmettiriciyi bilen tetikçiyi ortadan kaldırmaya geleceği…

İkinci grup ise kararsızdır. Konumlarını tehdit edebilecek iktidar baskısı bu kararsızlıkta önemli rol oynar. Örneğin üniversitelerde türbanı onaylarlarken, lise ve daha aşağısına kesinlikle hayır diyenler bu gruptandırlar. TÜSİAD tipi aydın diyorum bunlara; ekonomik çıkarları doğrultusunda sosyo-politik duruş belirleyen aydın tipi. Bu tanım Gemlik tipi zeytin gibi oldu biraz ama idare edin, yoruldum…

Vantrilok Aydınlar

Başkası söylüyormuş gibi konuşma becerisi olan kimse diyebileceğimiz, vantrilok aydınlarımızda ciddi bir artış var. Bunlar, TÜSİAD tipi sahibinin sesi olan "besleme" aydınlardan farklı olarak mesleki bir birikimi olan ve herhangi bir kurumsal yapıyı arkasına almamış ancak beli bir politik duruşu olan aydınlardandır. Bir takım ekonomik kaygılarla açıktan açığa görüşlerini dile getirmekten kaçınırlar. Özellikle siyasal duruş olarak iktidara karşı olan tepkiselliklerinde zorlamalı bir ölçülülük izlenebilir. Tarafsız gözükebilmek için düşüncelerinin sivri kenarlarını törpüleyebilirler. Sivri yorum yapmaları gerektiğinde de bu yorumun kaynağının halkın ya da bir takım kitlelerin yorumları olduğunu ve kendilerinin de buna açıklık getirdiklerini vurgulamaya azami dikkat göstererek şimşekleri üzerlerine çekmekten kaçınırlar. İşte buna karından konuşma sanatı denir. Ekonomik kuşatma ve faşizan uygulamalarla artan iktidar baskısı altında ne şiş yansın ne kebap misali bir aydınlık yapmak zorunda kalan entelektüellerde artış gözlenir.

Uluslararası piyanist-besteci Fazıl Say'ın gericiler ülkeyi ele geçirdiler, bu ülkeden gitmeyi düşünüyorum deyip "okullarda müzik dersleri boş geçiyor" eleştirisine çıplak heykele bakıp tükürürüm böyle sanatın içine" diyen Milli Eğitim Bakanı'nın "dava açması" aydın-sanatçı üzerindeki baskının en tipik örneklerinden biridir. Bunun en karakteristik örneği ise 90 küsur yaşındaki Muazzez Ilmiye Çığ'a türbanın köklerine ilişkin tarihsel bulgularını açıklamasından tam on yıl sonra "halkı kin ve düşmanlığa tahrik etme ve aşağılama ile hakaret' iddialarıyla dava açılması üzerine gelişen mahkemeler sürecinde gözlenen "aydın duyarsızlığı"dır. Vantrilok aydınlar bu konuyu hiç yaşanmıyormuş gibi ahlaksızca davranmaya devam ettiler. Çünkü konu iktidarın duyarlılığı olan türbandı. Tıpkı Van 100. Yıl Üniversitesi Rektörü Prof. Yücel Aşkın'ın keyfi biçimde aylarca gözaltında tutulmasında olduğu gibi. Ve elbette yanındaki yardımcısının gözaltında geçirdiği psikolojik buhranla intihar etmesi ise sıradan adli bir olay gibi aktarıldı.  Vantriloklarımızın at gözlükleri gene takılıydı ve yine görmediler. Duyarlı oldukları tek konu Türklerin Soykırım yaptığını söyleyen Hırant Dink ve Orhan Pamuk'dur. Ne Hablemitoğlu, ne A.Taner Kışlalı ne de Gaffar Okan'lar bunların ilgi alanında değildir. Çoğu Şemdinli Davasına saplanıp kalmışlardır. En sevdikleri şey ise biraz karanlık ve henüz açıklığa kavuşmamış her olayda "derin devlet" aramak devlet ve askerin suçlu olduğunu ima edecek yorumlarda bulunmaktır. Bayılırlar bulanık suda balık avlamaya… Karanlıktan beslenmekten de kastım buydu.
Özellikle 12 Eylül Sendromunu şiddetli biçimde halen yaşamakta olan bu aydınlar için türban aynı zamanda Ordu'nun Türk Toplumu üzerindeki etkisini aşındırabilecekleri bir alan olarak da bir anlam taşır. Öyle ya Ordu net biçimde türbana karşıdır, aynı şekilde Kemalist Cephe ve Devlet de. Düşmanımın düşmanı dostumdur diyerek bir türban hoşgörüsü içerisindedirler. Bu nedenle dinci cephenin kazanımlarını hep sevinçle karşıladılar, gizliden gizliye duydukları kaygı da artık su yüzüne çıkmaya başladı. Çünkü yukarıda belirttiğimiz gibi artık kendi yaşam ve ifade alanları da daralmaktadır. Aslında sol diyalektiğe sahip bir aydının türbanı bir özgürlük ve demokrasi sorunu olarak algılayabilmesi için psikolojiden, sosyolojiden hele dinlerden hiç haberi olmaması gerekir.

Şimdi bu aydınlarımıza soruyorum; bir çocuğa hiç bilmediği ve anlayamadığı kavramları, aklı bu kavramları yorumlayacak düzeye gelmeden önce ailenin, devletin, her hangi bir kişi ya da kurumun dayatma hakkı var mıdır? Bu kavramların özellikle de korku temelli sunulması dinsel özgürlük bağlamında ifade edilebilir mi? Ya çocuğun hakları? Seçme ehliyeti olmayana seçim yaptırılabilir mi, bu seçim midir yoksa bir dayatma mıdır? Bunun nesi özgürlüktür? Oyun çağında bir kız çocuğu kendi isteğiyle tesettüre girebilir mi? Mümkün müdür bu?

Daha da kritik tartışmalar ardından geliverir. Örneğin, bireyin köktenci yaşamı kendi çocuğuna dayatma hakkı var mıdır? Ailenin sınırları ve tercihleri toplumsal yaşam ile çelişmeye başladığında arada kalan çocuk ne olacaktır?

Tuncay Temiz

0 yorum:

Yorum Gönder