Memet Fuat ‘Adam Sanat’ dergisinin aralık sayısındaki başyazısında “1940 kuşağı toplumsalcı şairleri”ni sayıyor:
“Hasan İzzettin Dinamo 1909 doğumlu, sonra 1911, 1916, 1917, 1918, 1919 derken Ömer Faruk Toprak, Enver Gökçe, Mehmed Kemal 1920 doğumlular. Bir de çocuk denecek yaşta Arif Damar takılmış arkalarına. O 1925’li… (…)
Bir de 1940 sonrası toplumsalcı şairlerinin doğum tarihlerine bakalım: Attilâ İlhan 1925, Can Yücel, Mehmet Başaran, Sabri Altınel 1926, Metin Eloğlu, Ahmed Arif, Şükran Kurdakul, Hasan Hüseyin 1927.
Aralarındaki uzaklık iki ayrı kuşak diye anmamıza neden olacak kadar fazla değil belki, ama içinde yaşadıkları koşullar, karşı koymak zorunda oldukları baskılar çok değişik…
Öncekiler yalnız yasalarla ezilmedi, yasadışı yollardan da ezildiler…
Sonrakilere uygulanan baskı daha ölçülüydü.”
Memet Fuat’ın dökümünü yaptığı toplumsalcı şairler arasında Rıfat Ilgaz yok, sanırım unutulmuş… 1940 kuşağı ile arkadan gelen toplumsalcı şairler, yaşlarına bakılırsa, Cumhuriyetten sonra okumuşlar; hepsi ‘Öğretim Birliği Devrimi’nın öğrencileri…
*
1923 Devrimi, herkesin bildiği gibi, tek partili yönetimle gerçekleşti. Günümüzde bu duruma bakarak o dönemi eleştiren ve karalayan pek çok kişi var; ama, bunlar yüzeysel ya da önyargılı yaklaşımlardır.
Tek partili devrimci Cumhuriyet döneminde yönetimle şairler ve yazarlar barışıktı; isterseniz hemen akla gelebilecek adları sıralayalım: Mehmet Emin, Abdülhak Hamit, Ahmet Haşim, Ahmet Hamdi Tanpınar, Peyami Safa, Faruk Nafiz, Orhan Seyfi, Yahya Kemal, Yakup Kadri, Reşat Nuri, Halide Edip, Nurullah Ataç, Mithat Cemal, Ahmet Muhip Dıranas, Celal Sılay, Yusuf Ziya, Ahmet Rasim, Hüseyin Rahmi, Memduh Şevket, vb…
Listeyi uzatmak kolay…
Cumhuriyetin devrimci döneminde aydınlar, yazarlar, şairler ve bilim adamlarıyla devlet ve yönetim bütünleşmişti; Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda Anadolu’ya karşı çıkan Refik Halit ve Refi Cevat gibi yazarlar bile bağışlanmıştı; bu sürecin sonuna doğru yalnız Nâzım Hikmet’le yönetim arasında çelişki ve çatışmadan söz açılabilir.
*
1940 kuşağından başlayarak şair ve yazarlara karşı devletin baskı uygulaması çok partili dönemde gerçekleşti. Bu öyle bir dönemdir ki Köy Enstitülerini kuran İsmet Paşa çevresindekilere:
- Ne yapacaksanız, demişti, hemen yapın; önünüzde ancak birkaç yıl var.
1950’de Demokrat Parti tek başına iktidara geçti; peki ülkeye demokrasi mi geldi?.. Yeni iktidarın ilk işi Ceza Yasası’ndaki 141 ve 142’nci maddeleri ağırlaştırıp toplumcuların defterini dürmek yolunda baskıları ağırlaştırmak oldu.
Yaşanan olayın içyüzünü, perde arkasını, tarihsel nedenlerini düşünmekte yarar var.
Avrupa’da demokrasi, halkın lokomotifi işlevini gören sanayi burjuvasının Hıristiyan şeriatına karşı savaşımla iktidara geçip kendi devletini kurması demektir; sosyal demokrasiyi de bu dalganın ardından parlamentoya ağırlığını koyacak işçi sınıfı pekiştirecektir. Türkiye’de sanayi burjuvazisi ve işçi sınıfı yoktu ki çok partili rejim demokrasiyi ülkeye taşısın!..
1950’de en gerici ve tutucu sınıfların iktidarı seçimle pekişince şair, yazar, öğretmen, aydın “devlet düşmanı” sayılmaya başlandı.
*
Çok partili rejimle devlet, tutuculuğun güdümünde dinci politikacının etkisine girmişti; ancak yaşadığımız günlerde rota değişiyor.
Laik Cumhuriyet devleti kimliğine yeniden kavuşuyor…
Demokrasi, bu rotada yerine oturabilir.
İlhan SELÇUK
(3 Aralık 1998 tarihli yazısı)
0 yorum:
Yorum Gönder