4 Aralık 2010 Cumartesi

Geri Kalan Saat...


Geçenlerde televizyonda Rıfat Ilgaz’ı gördüm. Milliyet gazetesinde yayımlanacak “Hababam Sınıfı”nı okurlarına duyurmak için reklam programına çıkmıştı. Ilgaz konuşurken, ben de geçmişe doğru kaydım, eski yıllara uzandım.

*

Hababam Sınıfı, Türk mizah edebiyatının başyapıtlarından biridir. Ne var ki ilk kez 1956’da “Dolmuş” mizah dergisinde yayımlanırken, “Hababam Sınıfı”nın altında Rıfat Ilgaz’ın imzası yoktu; bir takma ad vardı.

Neden?

Bizim toplumda öteden beri “yazılı olmayan yasaklar”ın gücü, yazılı yasaklardan ağır basar. “İyi saatte olsunlar” 1950’lerde iki mizah ustamızı aforoz etmişti. Bunlardan birisiydi Rıfat Ilgaz; “Sınıf” adıyla yayımlanan şiir kitabı yüzünden yargılanmış, hapis cezası yemiş, sakıncalı kişiydi. “Marko Paşa” dergisinin yazarlarından solcu şaire Babıâli’de kim iş verebilirdi?

“Dolmuş”ta ancak takma adla yazabiliyordu Rıfaz Ilgaz; yine de kaygılıydık...

*

Mizah edebiyatımızın büyük ustası Aziz Nesin’in güzelim öykülerini ve yazılarını da Dolmuş’ta takma adlarla yayımlıyorduk; Aziz Nesin, 6-7 Eylül olayları yüzünden tutukluydu. Hiçbir suçu olmayan yazar, hapishaneden yollardı yazılarını; çıktıktan sonra da “sakıncalı kişi” konumundan uzun süre kurtulamadı.

Bu durum, İtalya’da yapılan “Uluslararası Bordighera Mizah Yarışması”nda Aziz Nesin’in “Altın Palmiye” Ödülü’nü kazanmasıyla değişebildi; aforoz çemberi kırıldı.

*

1960’ların ilk yarısında bir gün, YÖN dergisinde, Doğan Avcıoğlu dedi ki:

- Nâzım Hikmet’in şiirlerini yayımlayalım mı?

Duraksadım...

Nâzım Hikmet’in şiirlerini yasaklayan ne bir mahkeme kararı ne de bir yasa vardı; ama, yazılı olmayan bir kanun geçerliydi; sanki şairin üstüne bir demir kapak kapanmış, sanatçıyı diri diri mezara gömmüştü.

Ne yalan söyleyelim, Doğan’ın sorusu beni düşündürmüştü. Evrensel sosyalizme Türkiye gerçeğinde ulusal içerik arayışını sürdürüyor, geniş kitlelere ulaşmak için çalışıyorduk. Nâzım Hikmet öylesine aforoz edilmişti ki okurların tepkisini hesaba katmak gerekmiyor muydu? Ya “devlet içindeki devlet” bu yayına karşı ne yapabilirdi?

“Kurtuluş Savaşı Destanı”ndaki şiirlerle yayına başladık; YÖN kapışıldı; Nâzım dilden dile dolaşıyordu; yazısız yasak kalkmıştı.

*

NATO ve ABD’ye ilişkin eleştiri, 1950’lerde yasaktı.

Bir yazılı kanun mu vardı?

Hayır...

Ama “görünmeyen iktidar”ın baskısı altında kafalar öylesine betonlaşmıştı ki, Amerika’yı eleştirmek “vatan ihaneti” ile özdeşleşmiş; Türkiye, “NATO cumhuriyeti”ne dönüşmüştü.

Ortaçağ bağnazlığı 20’nci yüzyılda yaşanıyordu; ABD ile NATO’yu eleştirenleri neredeyse odun yığını üzerinde yakacak, seyrine bakıp keyfini sürecektik.

1964’te Kıbrıs’ta soydaşlarımız katledilirken Amerika karşımıza çıkınca iş değişti.

Bugün NATO’yu da ABD’yi de eleştirebiliyoruz; ama, yıllar yılı öylesine katılıp kaldık ki artık iş işten geçmiştir; Ankara’nın Vaşington’a bağımlılığını sağlayan ekonomik ve askeri zincirleri kırmak çok güç...

Son günlerde “Kürt sorunu” ucundan ucundan gazetelerde konuşulmaya başlayınca geçmişi andım.

Kim bu yaraya parmak basmak istediyse, şimdiye değin canına okuduk. Bu sorunun konuşulmaması için bir yazılı yasa da yoktu. Ama şimdi Güneydoğuda katliam üstüne katliam gündeme girince ve hükümet “aciz” kalınca, sorun ister istemez tartışma alanına girdi.

Dilerim ki geç kalmış olmayalım.

0 yorum:

Yorum Gönder