4 Aralık 2010 Cumartesi

Güçlü Devlet?


Yaşadığımız günlerin doruklarda esen rüzgârı “güçlü devlet” özlemini saçıp savuruyor ve bu felsefe anayasa tasarısının hamurunu yoğuruyor.
Masallardaki ünlü “Tuba” ağacı gibi dünya anayasal tarihini tersine çevirdik.
Oysa insanlık, devlet gücünü sınırlamak, denetlemek; kişinin haklarını ve yönetime katılımını gerçekleştirmek için anayasayı icat etmiştir. 18. ve 19’uncu yüzyılların Batı dünyasında yürürlüğe giren bu özlem, şimdi dalga dalga bütün dünyayı sarıyor.
Peki, bizim “güçlü devlet” isteğimiz nereden kaynaklanıyor?
Çünkü varsayımlar üstüne şatolar kurmak istiyoruz. Güçlü devlet kavramıyla “güçlü iktidar” kavramını birbirine karıştırıyoruz. Sanıyoruz ki, devlet gücü el değiştirmez; oysa devletin gücü el değiştirdi mi hiç istenmeyen yönelişlere doğru direksiyon çevrilir de şaşıp kalırız.
*
Gerçekte “güçlü devlet” özleminin Türkiye’de özgül bir dayanağı da yok değil. Toplum yıllar boyunca terör ve anarşinin kanlı batağında öylesine çırpındı ki, “otorite” aranışı bireyleri kapsadı. Kim bilir? Belki de terör ve anarşi, toplumun boynunu bükmesi ve kişilerin yılgınlaşması için özellikle pompalandı. “Pompacıbaşı” kafasındaki plana göre terör ve anarşi örgütlerini birbirine kışkırtıp, çatıştırıyordu.
Bir ülkede iç savaşa doğru tırmanma eğilimleri gösterebilecek ölçüde terör ve anarşiyi pompalayabilmek için var olan çelişkilerden yararlanılır.
Nasıl çelişkilerden?
1) Soy, 2) Mezhep, 3) Sınıf çelişkilerini keskinleştirmek, devletin içinde çatışmaların yatırımı sayılır. Türkiye’de çok uzun süre bu iş yapıldı. Dar ve kısır milliyetçilik kavramı kökü dışarda kapitalizmle birlikte gündeme girer. Anadolu’da ekonomik kalkınmanın yöntemini dışa bağımlı kapitalizme oturtan kafa, bu kuralı kuşkusuz biliyordu. Kapitalizmin eşitsiz ve adaletsiz gelişmesinin Doğu Anadolu’da bölücülüğü ve ayrılıkçılığı körükleyeceğini hesaplamak zor değildi.
Pompacıbaşı’nın bildiği başka gerçekler de vardı. Atatürk’ün hilafeti ve saltanatı kaldırarak laikliği devlet düzeni yapması, Anadolu’daki tarihsel mezhep kavgalarını ve çelişkilerini geriye itmişti. Alevi ve Sünni kavgalarını tarihin derinliklerine gömüyorduk. Eğer Öğretim Birliği Yasası (Tevhidi Tedrisat Kanunu) çok partili rejimden sonra kâğıt üzerinde kalmasaydı; din, siyasal içerikli eylem niteliği kazanmasaydı; terör ve anarşinin üstüne oturduğu çelişkilerden birisi daha yok olacaktı.
Ya sınıf çelişkisi?
Anayasamız “Hiçbir sınıf bir başka sınıf üzerine dikta kuramaz” diye yazar. Ama dışa bağımlı çarpık kapitalizmin otuz yıl pompalanması, sınıflar arasındaki çelişkiyi derinleştirdi. Kentleşme sürecinde gecekondulaşan toplumda lüks apartmanlar yükseldi. Servet-sefalet çelişkisini “pompacıbaşı” terör ve anarşiyi üretmek ve türetmek için kolaylıkla kullandı.
Eğer bu elverişli ortam yaratılmasaydı, Türkiye oyuna getirilemezdi.
“Güçlü devlet” istiyorsak toplum yaşamındaki çelişkileri sıfıra indirgeme yolunda çağdaş bir düzene doğru yürümemiz gerekiyor. Çelişkileri daha da derinleştirecek her önlem geleceğe doğru güvensizlik yatırımıdır.
Çağımızda “güçlü devlet” derin çelişkilerle yarılmış topraküstünde temellenemiyor. İnsanımızı özgürlük ve sosyal adalet savaşımına zorlamaktan kaçınırsak, sağlıklı devlet yapısı için en doğru yolu tutmuş oluruz.

0 yorum:

Yorum Gönder