26 Ocak 2011 Çarşamba

Faili Meçhuller ve AKP’nin Tutumu…



1990’lı yılların faili meçhul cinayetlerine hükümetler, utangaç ve çaresiz yaklaştılar. Ancak samimi bir çaba içinde oldular.
Her cinayet sonrasında yapılan açıklamalar neredeyse arasına kopya kâğıdı konmuş gibi birbirine benziyordu.
Beylik demeç şuydu:
“Katiller mutlaka bulunacak, kanı yerde kalmayacak.”
Uğur Mumcu cinayetinden sonra hükümetin verdiği şu söz uzun süre yüzüne vurulmuştu:
“Cinayeti aydınlatmak namus borcumuzdur.”
Hükümetler salt kendi güçleriyle kamuoyunu tatmin edecek bir başarı elde edemeyince Meclis gücünü devreye soktular.
TBMM çatısı altında faili meçhul cinayetleri aydınlatma komisyonu kuruldu.
Komisyon, hakkı teslim edilmesi gereken bir çabayla yol almaya çalıştı. Derken seçimler geldi. Tesadüfün böylesine bakın ki; komisyonda çalışanlar seçimde aday olamadılar ya da seçilecek yerlerde olamadılar.
Komisyon, ülke tarihine iyi bir rapor kazandırmış oldu!
2005 sonrasında Türkiye bir başka cinayet türüyle karşılaştı. 1990’lardan farkı şuydu:
Tetiği çekenler çok kolay yakalanıyor, çok gençler ve bir adım sonrasına ulaşılamıyor.
Malatya cinayeti, Trabzon rahip Santoro cinayeti, Hrant Dink cinayeti…
Bu üç kıyımın hedef anlamında ortak özelliği, tümünün azınlıklardan seçilmesiydi.
***
Dün, 1990’lı yıllardaki kıyımların hedeflerinden başlıcası ülkeyi dönüştürmek demiştik. Aynı yorum, yukarıdaki üç cinayet için de yapılabilir.
Neden art arda azınlık hedefler seçildi?
Neden failler tümünde kısa sürede yakalandı ama, hemen ötesine yıllardır ulaşılamıyor?
Yanıt bekleyen iki ana soru bu.
AKP ilk bakışta farklı, ancak özünde, son amacında birbirine benzeyen tüm bu cinayetler karşısında nasıl bir tutum takındı?
Önceki hükümetlerin durumunu anlattık. AKP bunlardan daha farklı bir tutum izledi. Öncelikle şunu vurgulamak gerekir ki; hiçbir hükümet cinayet olsun istemez. Elbette AKP de istemez.
Ancak AKP, pek çok konuda olduğu gibi burada da kendi şablonunu kullandı. Bu faili meçhul, perde gerisi meçhul cinayetlerin, yakın tarihin, yeniden yazılması için dolaylı dolaysız çabalar içine girdi.
Hiç iyi etmedi…
Azınlık cinayetlerinde failleri yönlendiren bir örgütün olmadığını emniyet sorumluları açıkladı. Davalar sürüyor. 1990’lı yıllardaki kıyımlarla ilgili operasyonlar yapıldı. Davalar açıldı. Kimi örgüt üyelerine ulaşıldı, ama tetiği çekenlerin bir gerisine ulaşılamadı.
Bugünkü iktidar, yandaşları, iktidarın attığı her adım reformdur, demokrasiyi ileri götürür diyenler ve bu anlayışın “yüzyılın davası” ilan ettiği iddianameler şöyle diyor:
“Bütün bu cinayetleri işleyen örgütlerin üzerinde bir örgüt var, onun da adı Ergenekon’dur.”
Terör örgütlerinin üzerinde, onları koordine etmek için örgütlenmiş bir terör örgütü!
Kamuoyunun da yakından bildiği PKK, Hizbullah, DHKP-C gibi örgütlerin hiçbirinde “Ergenekon bağı” çıkmıyor.
Tutuklu tutuksuz yargılananlar dahil, bugüne kadar, “Evet ben böyle bir örgüte üyeyim” diyen bir kişi yok. Ama ortaya atılan iddialar tutsa da, tutmasa da belli bir kirlilik yaratıldı.
Bu kirlilik, olayların gerçek anlamda aydınlatılması yönündeki çabaları da ister istemez ikincilleştiriyor. Hatta sonuçsuz bırakıyor.
Neden böyle yapılıyor?
Yukarıda vurguladığımız gibi yakın tarihin cinayetler bölümünün yeniden yazılması, bu olayları aynı düşüncedeki insanların da içinde olduğu bir örgüt tarafından işlendiğinin kabul ettirilmesi için…
Kabul edilemez, çok ağır bir itham.
***
Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik (um:ag) Vakfı’nın öncülüğünde Mumcu’nun katledildiği 24 Ocak ile Prof. Muammer Aksoy’un katledildiği 31 Ocak arası Adalet ve Demokrasi Haftası olarak anılıyor.
Haftaya bu adın verilmesinin önemi, yıllar geçtikçe, olayların üzerine olaylar eklendikçe daha iyi anlaşılıyor.
Adalet ve demokrasi… Biri ötekinden önemli iki kavram. Biri yara alırsa hemen öteki de etkileniyor.
Adaletin amblemi terazi ama, görünüm arazi.
Partinin adına yamanmış, hizmetini orada sürdürüyor.

0 yorum:

Yorum Gönder