A
KDENİZ’İN güneyinde iki aydır olanlar yürek parçalayıcıdır.
Olaylara diktatörün devrilmesi, çürümüş rejimin yıkılması, demokrasi ufkunun açılması diye bakmakla yetinmeyip ülkelerin ve halkların hüzün verici yazgısı açısından bakabilen bir yüreğiniz varsa, tabii.
Kaldı ki, Mustafa Kemal’in kurtardığı bir vatanın ve Atatürk’ün kurduğu bir cumhuriyetin insanları olarak böyle bir yüreğimiz olmalıdır da. Tunus’ta, Mısır’da ve şimdi Libya’da da olanlara eski sömürgecilerin, yeni küresel “asr-ı saadet”in ikiyüzlü bezirgânlarının ve Batı dünyasındaki katı kalpli düşünürlerin gözüyle bakamayız.
Olayları yaşayanlar “din kardeşlerimiz”, kargaşa sahnesi olan ülkeler “eski topraklarımız” olduğu için değil elbette. Çok şükür, onlarınkinden başka bir tarih çizgisi çizebilmiş ve dolayısıyla oralardaki eksiklikleri ve yanlışları görebilecek duruma gelmiş insanlar olarak herhalde.
Her şeyden önce, savaş üstüne savaş, yenilgi üstüne yenilgi sonrasında silkinip dünyaya parmak ısırtan bir zaferle kurulmuş bir cumhuriyete ağır bedeller ödeyerek gelmiş olmanın aslında nasıl bir “tarih nimeti” olduğunu düşünmeden durabilir miyiz? Sömürgecinin birkaç küçük rahatsızlık ardından başka hesaplarla ve kansız, sessiz sedasız çekilip gittiği topraklarda ağır bedel ödememiş insanlarca kurulan devletler fazla dayanıklı ve uzun ömürlü olmuyor.
Bu, o insanların kabahati değil elbet. Olsa olsa, oraları devralmış ya da kolay darbelerle yönetime gelmiş yöneticileri suçlayabilirsiniz; toplumu dayanıklı ve tutarlı kılacak adımları atmadıkları, kaynakları iyi değerlendirip gerekli çağdaşlaşmayı sağlayamadıkları için.
Ama bu noktada da, unutmayalım ki, ister düpedüz sömürgecilik dönemlerinde, ister eski sömürgeci kültürel etkinin devam ettiği yarı bağımsız ulus-devlet aşamasında o etkinin sahipleri oralara asla bir Kemalist kalkınma modeli tavsiye etmemişler ya da Burgiba Tunus’unda olduğu gibi öyle bir modelin özüne inmeyi öğretmekten kaçınmışlardır. Tam tersine, o eski toprakların çoğunda Mustafa Kemal’i zındıklığın, deccallığın ve yüzeysel Batı taklitçiliğinin temsilcisi olarak tanıtma yolu izlenmiş, halkta uyanabilecek hayranlık duygularının başkaldırıcı bir dinamizme dönüşmesi önlenmiştir.
Yine de, rejim değişikliğinin halk yığınlarından ve özellikle de gençlerden gelen bir dinamizmle gerçekleşmiş olması, hiç değilse bundan sonrası için gerçek cumhuriyetçiliğe elverişli bir zemin hazırlamış olmalıdır. Türk dış politikasının o yönde etkili olabilmesi, ancak Türkiye’nin kendi yönetiminde de gerçek cumhuriyetçi ilkelere bağlı kalmasıyla düşünülebilecek bir olasılıktır.
Olaylara diktatörün devrilmesi, çürümüş rejimin yıkılması, demokrasi ufkunun açılması diye bakmakla yetinmeyip ülkelerin ve halkların hüzün verici yazgısı açısından bakabilen bir yüreğiniz varsa, tabii.
Kaldı ki, Mustafa Kemal’in kurtardığı bir vatanın ve Atatürk’ün kurduğu bir cumhuriyetin insanları olarak böyle bir yüreğimiz olmalıdır da. Tunus’ta, Mısır’da ve şimdi Libya’da da olanlara eski sömürgecilerin, yeni küresel “asr-ı saadet”in ikiyüzlü bezirgânlarının ve Batı dünyasındaki katı kalpli düşünürlerin gözüyle bakamayız.
Olayları yaşayanlar “din kardeşlerimiz”, kargaşa sahnesi olan ülkeler “eski topraklarımız” olduğu için değil elbette. Çok şükür, onlarınkinden başka bir tarih çizgisi çizebilmiş ve dolayısıyla oralardaki eksiklikleri ve yanlışları görebilecek duruma gelmiş insanlar olarak herhalde.
Her şeyden önce, savaş üstüne savaş, yenilgi üstüne yenilgi sonrasında silkinip dünyaya parmak ısırtan bir zaferle kurulmuş bir cumhuriyete ağır bedeller ödeyerek gelmiş olmanın aslında nasıl bir “tarih nimeti” olduğunu düşünmeden durabilir miyiz? Sömürgecinin birkaç küçük rahatsızlık ardından başka hesaplarla ve kansız, sessiz sedasız çekilip gittiği topraklarda ağır bedel ödememiş insanlarca kurulan devletler fazla dayanıklı ve uzun ömürlü olmuyor.
Bu, o insanların kabahati değil elbet. Olsa olsa, oraları devralmış ya da kolay darbelerle yönetime gelmiş yöneticileri suçlayabilirsiniz; toplumu dayanıklı ve tutarlı kılacak adımları atmadıkları, kaynakları iyi değerlendirip gerekli çağdaşlaşmayı sağlayamadıkları için.
Ama bu noktada da, unutmayalım ki, ister düpedüz sömürgecilik dönemlerinde, ister eski sömürgeci kültürel etkinin devam ettiği yarı bağımsız ulus-devlet aşamasında o etkinin sahipleri oralara asla bir Kemalist kalkınma modeli tavsiye etmemişler ya da Burgiba Tunus’unda olduğu gibi öyle bir modelin özüne inmeyi öğretmekten kaçınmışlardır. Tam tersine, o eski toprakların çoğunda Mustafa Kemal’i zındıklığın, deccallığın ve yüzeysel Batı taklitçiliğinin temsilcisi olarak tanıtma yolu izlenmiş, halkta uyanabilecek hayranlık duygularının başkaldırıcı bir dinamizme dönüşmesi önlenmiştir.
Yine de, rejim değişikliğinin halk yığınlarından ve özellikle de gençlerden gelen bir dinamizmle gerçekleşmiş olması, hiç değilse bundan sonrası için gerçek cumhuriyetçiliğe elverişli bir zemin hazırlamış olmalıdır. Türk dış politikasının o yönde etkili olabilmesi, ancak Türkiye’nin kendi yönetiminde de gerçek cumhuriyetçi ilkelere bağlı kalmasıyla düşünülebilecek bir olasılıktır.
Mümtaz Soysal
0 yorum:
Yorum Gönder