19 Haziran 2011 Pazar

Fareler Gemiyi Terketmeye Başladı… -Ali Eralp

ODA TV yayınladığı bir makalede “Kılıçdaroğlu’nun soldaki rakibinin 68 kuşağından sosyalist Öcalan…” olduğunu yazdı.
İhanet açık. İhanet ortada. İhanet net.
68 Kuşağından Deniz’lerin, Mahir’lerin, İbrahim’lerin mezarlarında kemikleri sızlamıştır.
İnsanda bir parça utanma, sıkılma olur.
Devrimci mücadelede emperyalizmle uzlaşmak, anlaşmak, işbirliği yapmak var mıdır? Devrimci mücadelede kendi halkına, işçisine, köylüsüne, memuruna, yaşlısına, gencine kurşun sıkmak var mıdır? Hele hele bebeleri katletmek var mıdır?
Bırakın bebeleri katletmeyi, Deniz Gezmiş, çevresi askerler tarafından kuşatıldığında onlara zarar vermemek için mermileri başlarının üzerinden geçirmişti.
Böyle bir 68 Kuşağı ile APO’nun adını nasıl yan yana getirirsin ey ODA TV?
“Birleşik Cephe’nin doğal lideri” olacak başka adam mı kalmadı yeryüzünde? “Sosyalistlik” APO’ya mı kaldı?
Utanın, sıkılın biraz.
Ama ODA TV’nin bugünkü tavrına kimse şaşırmasın. Kimse üzülmesin. Devrimci mücadelede bu türden döneklere, hainlere her zaman rastlanmıştır. Yeni değildir bu olay…
Geçici bir süre de olsa egemen güçler, egemen konuma geçip, gücünü ortaya koyunca, fareler korkuya, telaşa kapılıp gemiyi terk etmeye başlarlar. Bu makalenin ODA TV’de yayınlanma tarihinin AKP’nin 2011 seçiminde yüzde 50 oranında oy almasına denk gelmesi tesadüf değildir. Daha önce de tanık olmuştuk bu türden olgulara.
Örneğin 1980 yılında 12 Eylül darbesine hazırlıksız yakalanan 60’lı, 70’li yılların “keskin devrimcileri”, “hızlı solcuları” büyük bir telaş ve şaşkınlık içerisine düşmüşler, yıkıma uğramışlardı. 1990’larda Sovyetlerin çökmesi de ayrı bir yılgınlık, umutsuzluk yaratmıştı üzerlerinde. Bu olumsuz koşullar karşısında, sığınacak bir liman aramaya koyuldular. Farelerin gemiyi terk etme zamanı gelmişti artık!.. Ve kısa zamanda bu yeni limanları buldular: ABD, AB, siyasal İslam…
Bu limanlar onlar için güvenliydi, güçlüydü, üstün koruma yeteneklerine sahipti. Hemen yerleştiler ve bir anda sivil toplumcu kesildiler. İnsan haklarını savunmaya başladılar. “Türbana, tekkelere, tarikatlara, her çeşit düşünceye özgürlük” diye bağırdılar. Ama açlık sınırı altında yaşayan milyonlarca insanın sözünü bile etmediler.
Basında, televizyonlarda, her yerde Türklerin, Ermenileri ve Kürtleri katlettiğini tüm dünyaya ilan ettiler. Ama evlerden her gün çıkan şehitleri, kınalı yiğitleri görmediler. APO’yu sevdikleri kadar Mehmetçiği sevmediler.
ABD’yi, AB’yi, Kürdistan’ı, Ermenistan’ı tuttukları kadar Türkiye’yi tutmadılar. “Bayrakları ve sınırları savunmayı aptalca bir durum” (Ahmet Altan) diye nitelendirdiler. “Böylece uygarlaştıklarını(!), “Avrupalılaştıklarını(!)” liberalleştiklerini(!) sandılar…
Bu yol rahat, kolay, kedersiz bir yoldu. İşkence yoktu, hapishane yoktu, saklanma gizlenme yoktu… Ayrıca işin içinde zenginlik, ün şan da vardı. Avrupa’da, Amerika’da edindikleri etkili, yetkili dostlar “sayesinde” Attila İlhan’ın deyişi ile gericiliğe ve emperyalizme “sayeban” olup önemli yerlere geldiler.
Bazıları cumhurbaşkanlarının, başbakanların danışmanlığına değin yükseldi. Milletvekili oldular, bakan oldular. Ama adam olamadılar. İlhan Selçuk’lar, Mustafa Balbay’lar tutuklandığında hiç sesleri çıkmadı, dönüp bakmadılar bile.
Sabaha karşı saat 4’te yapılan baskınlar, yazarlara takılan kelepçeler karşısında kılları kıpırdamadı. İnsan hakları ayaklar altına alınırken, bu “İnsan hakları savunucuları” insanlıklarını unuttular.
ABD ve AB’nin ücretli kölesi olup, siyasal İslamcıların kulluğuna soyundular. Ama tümünün ortak noktası, buluştukları yer, soyut bir devlet, ordu ve Atatürk düşmanlığı idi. 1923’te kurulan cumhuriyete de karşıydılar.
Onlara göre bu cumhuriyet yıkılmalı, yerine 2. cumhuriyet kurulmalıydı. Çünkü Mustafa kemal dişe dokunur hiçbir şey yapmamıştı. O, cumhuriyeti ordu gücüne dayanarak kurmuş; baskıcı yöntemlerle kabul ettirmişti. Özgür, demokratik çok partili bir ortamda, halka sorarak, onların düşüncelerini ve görüşlerini alarak düzen değişikliğine gitmemişti.
Fikret Başkaya, “Mülkiyeliler Birliği” dergisinin Şubat 1997 tarihli sayısında şunları yazıyordu: “1923’teki manzara nedir? Bir darbeyle cumhuriyet kurulur mu? Mustafa Kemal kademe kademe bir diktatörlük kuruyor…”
Onlara göre gerçek demokrasi, sandık ve seçim demekti. Sandıktan ne çıkarsa çıksın, ister Suudi şeriatçılığı, ister BOP, ister Hitler Faşizmi, hepsi de kutsaldı. AKP de sandıktan çıktığına göre, dilediği her şeyi yapabilirdi. Bir zamanlar Menderes’in milletvekillerine söylediği gibi, isterlerse “hilafeti bile getirebilirlerdi.” Sandıktan PKK da çıksa liboşların başının üstünde yeri vardı. Onlar da isterlerse ülkeyi eyalet eyalet, bölge bölge bölebilirlerdi.
İşte ODA TV bu ihanet geleneğini takip ediyor şimdi.
Ama ne yaparlarsa yapsınlar, hangi hainleri lider olarak görürlerse görsünler, günü geldiğinde onlar da ağababaları, efendileri gibi hesap vermekten yakalarını kurtaramayacaklardır.
Bu ülke, yüzde ellinin üzerinde oy alıp, padişahlığını ilan eden çok iktidar, çok hükümet gördü.
O da ötekiler gibi, bugün olmazsa yarın, yarın olmazsa öbür gün mutlaka yıkılacaktır.
Türkiye üzerindeki son Kemalist ocak sönünceye dek 1923 Devrimi ve Türkiye Cumhuriyeti yaşayacaktır…

Ali Eralp

0 yorum:

Yorum Gönder