31 Ocak 2011 Pazartesi

O günkü ABD’den bugünkü Türk medyasına -Emin Çöleşan

O günkü ABD’den bugünkü Türk medyasına
OKUYUCUM Çetin Haspişiren çok ilginç bir mesaj atmış. ABD arşivlerinden derlediği bu belgeyi sizlerle aynen paylaşmak istedim. Olay 1880 yılında, bundan 131 yıl önce ABD’de geçiyor. Şimdi sizden ricam, işin yılını ve ülke boyutunu unutun ve gazeteci John Swinton’un sözlerini günümüz Türkiye’sinde gazetecilik yapan “Liboş, satılık, dönek, cambaz, her devrin adamı, iktidar yalakası, devşirme gazeteci bozuntularına ve medya patronlarına” uyarlayın:
“Gazeteci Swinton 1880 yılında New York Times gazetesinde yazıyor. Günün birinde gazeteyi bir işadamı satın alıyor. Yeni patron onuruna görkemli bir toplantı düzenleniyor.
Davetli olan gazeteciler konuşma yapacak, basının onuruna kadeh kaldırılacak. Surinton’u da bu amaçla kürsüye çağırıyorlar. Elindeki kadehle kürsüye çıkıp konuşmaya başlıyor. Salonda çıt yok… Ve tarihi bir konuşma yapıyor:
“Dünya tarihinin şu anına kadar Amerika’da özgür ve bağımsız basın diye bir şey olmamıştır. Bunu siz de biliyorsunuz, ben de.
Hiçbiriniz düşündüklerinizi olduğu gibi yazmaya cesaret edemezsiniz. Bunu yapmaya kalkıştığınızda, yazdıklarınızın basılmayacağım (gazetenin sayfasına girmeyeceğini) bilirsiniz… Çünkü çalıştığınız gazete size düşüncelerinizi özgürce yazmanız için değil, tam tersine yazmamanız için ücret öder.
Düşüncelerini açıkça yazacak kadar salak olan herhangi biri, sokakta başka iş arıyor olacaktır.
Ben çalıştığım gazetenin herhangi bir sayısında düşüncelerimi apaçık yazsaydım, 24 saat dolmadan işten kovulurdum.
Gazetecilerin işi gerçeği yok etmek, düpedüz yalan söylemek, olayları saptırmak, servet sahiplerine ve iktidarlara dalkavukluk etmektir.
Kendi günlük çıkarları uğruna yurdunu ve soyunu satmaktır.
Bunları siz de biliyorsunuz, ben de.
Öyleyse şimdi burada “Bağımsız özgür basının (!)” şerefine kadeh kaldırmak saçmalığı da nereden çıktı?
Bizler sahnenin arkasındaki zengin adamların ve emperyalistlerin oyuncakları, kullarıyız. Bizler ipleri çekilince zıplayan oyuncak kuklalarız. Onlar ipleri çekiyor, biz dans ediyoruz.
Yeteneklerimiz, olanaklarımız ve yaşamlarımız, hepsi başkalarının malı.
Bizler entelektüel fahişeleriz.”
Svrinton aynen bunları söyledi ve toplantıyı şaşkın bakışlar altında terk etti. Hemen ardında da gazetesinden istifa etti.
• • •
Şimdi gelelim 1880 yılının ABD gazeteciliğinden, 2011 yılının Türkiye gazeteciliğine!.. Daha doğrusu, 2011 yılının iktidar ve AKP gazeteciliğine!
Yukarıdaki tanımlara aynen uymuyor mu!
Gerçekleri yok etmek, düpedüz yalan söylemek, olayları saptırmak, servet sahiplerine ve iktidarlara dalkavukluk etmek, çıkarları uğruna yurdunu ve soyunu satmak!.. İpleri çekilince zıplayan zavallı kuklalar!..
“Özgür basın” haaa, korkmadan yayın yapan birkaç gazete dışında hangi özgür basın?
Korkutulmuş ve sindirilmiş medya patronlan, onlann emrindeki genel yayın yönetmenleri, köşe yazarlan topluluğu ve satılık, toplumu yalanlanyla kandıran bir iktidar basını!
Gazeteci John Svrinton, Amerika gazeteciliği için taa 1880 yılında söylediği bu sözlerinin, aradan 131 yıl geçtikten sonra çook uzaklardaki bir ülkede türeyen iktidar yalakası, hem de korkak basın için aynen geçerli olacağını acaba düşünür müydü!


EMİN ÇÖLAŞAN

Sonucu Meçhul Davalar -Mustafa BALBAY

Sonucu Meçhul Davalar
Bir kişi öldürüldüğünde faile ulaşılamamışsa, soruşturmayı derinleştirmek için yanıtı aranan sorulardan biri şudur:
- Bu cinayet kimin işine geldi, bundan kim ya da kimler kazançlı çıktı?
Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı (um:ag) öncülüğünde pek çokkurumun katılımıyla gerçekleştirilen Adalet ve Demokrasi Haftası kapsamında, katledilen aydınlarımız anıldı.
Bu haftanın bir mihenk taşı olarak belleklerde yer etmesini, ancak duyarlı insanların sorumluluğunun tüm yıl devam etmesini dilerim.
Girişteki soruya yanıt olabilecek bir adıma değinmek istiyorum.
Cumhuriyet Kitapları “Demokrasi Kitaplığı” adı altında katledilen aydınlarımızın eserlerinden seçmeler yayımlıyor.
Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, her biri kendi ilgi alanlarında onlarca eser verdiler. Bu eserlerin ortak paydalarına baktığımızda şunları söyleyebiliriz:
- Tümü laikliğin önemini kuru bir söylem olarak değil, demokrasinin olmazsa olmaz bir koşulu olarak vurguladı.
- Tümü aydınlanmanın, bütün küresel değerlerini süzüp Türkiye gerçeklerine uyarlanması için çaba harcadı.
- Tümü Atatürk’ü yeni kuşaklara içi boş sözlerle değil, bilimsel, toplumsal gerçeklerle anlatmayı, görevden öte, varlık nedeni bildi.
- Tümü bağımsızlık konusunda hassastı.
Örnekler uzatılabilir ama, burada kesip şu saptamayı paylaşalım:
Yukarıda aktardığımız maddelerden rahatsız olanlar, aydınlarımızın katlinde sorumluluk sahibidir!
***
Katledilen aydınlarımızın da içinde olduğu, özellikle son 30 yıla damgasını vuran şöyle bir tanım var:
Faili meçhul cinayetler.
Bunların açıklığa kavuşması, Türkiye’de demokrasinin yol alması için başlıca koşuldur. Yola çıkış rehberi olarak da şu seçilebilir:
Nereden gelirse gelsin, hedefi, amacı ne olursa olsun, terörün her türlüsüne hayır.
“Faili meçhul cinayetler”in yanına koymak istediğim bir tanım var:
Sonucu meçhul davalar…
Bir başka deyimle buna, “faili meşhur hukuk cinayeti” de denebilir.
Ergenekon davası başta olmak üzere bu alanda önemli yol alındı.
Dün, “delil hukuku” ile ilgili aktarabilecek yüzlerce örnekten birkaçına değindik.
Bu davalar öyle bir kurgu ile oluşturulmuş ki, içine giren kaybolur, dışarıdan bakan ürker.
Sonucu meçhul davalarda, Türkiye’nin kuruluş temelleriyle doğrudan ilgili kurumları ve onların belli başlı, sembol olabilecek temsilcilerini hedef seçtiler.
***
Sonucu meçhul davalarda tek gerçek var: İnsanların tutuklu yargılanması.
Mısır’da meydana gelen olaylar, beni ister istemez Mısır gezilerime götürdü. Tepemizden geçen göçmen kuşlarla orada Nil deltasına selam da gönderirim.
Eski Mısır’da firavun tahta çıktığında piramidi, yani mezarı da yapılmaya başlanıyordu. Firavun öldüğünde, yeniden dirileceğine inanıldığı için, tüm çevresini de diri diri mezara koyuyorlardı.
Benzetmede hata olmaz; bizlerin çıkmamak üzere hapiste kalmasını isteyenler, bunu gizli ya da açık söyleyenler, ifade etmese bile yorumlarıyla bu değirmene su taşıyanlar, Silivri’yi adeta bir piramit haline getirmek için her şeyi yapıyorlar.
İnsanları diri diri toprağa gömmekten daha vahşi bir seyirlik oyunla karşı karşıyayız.

30 Ocak 2011 Pazar

Balyoz planında geleceğe dönüş belgeleri

"Balyoz planı" soruşturması çerçevesinde tutuklanan 1. Ordu Komutanı emekli Orgeneral Çetin Doğan'ın kızı Pınar Doğan ve damadı Dani Rodrik davadaki kanıtlarla ilgili çelişkileri ortaya koyan kapsamlı bir dosya hazırladı.
Balyoz planında geleceğe dönüş belgeleri
Harvard Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışan Doğan ve Rodrik çifti “Balyoz davasının geleceğe dönüş belgeleri” başlıklı dosyayı üniversitede konuya ilişkin seminerlerde sundular. Balyoz davasını kamuoyuna açık kanıtlardan inceleyen Doğan ve Rodrik, “bu davada ana kanıtları oluşturan 2003 tarihli CD’lerin yıllar sonra, en erken 2008 yılı sonunda,oluşturulduğunu” savundular.
Ellerindeki bilgileri ve bunların ortaya koyduğu çelişkileri kamuoyu ile paylaşan Doğan ve Rodrik, savcıların sansüründen ötürü ve resmi kurumların işbirliği gerekeceği için bütün bir  araştırma yapamadıklarını ancak kendi bulgularının Balyoz belgelerindeki tutarsızlıkların çok küçük bir kısmını oluşturduğu olasılığına da vurgu yaptılar.
Şemalar, resimler ve sorularla çelişkilerin ortaya konduğu dosyada yer alan bulgular şöyle:
Balyoz bavulunda neler var?
-2229 sayfa belge, 19 adet CD ve 10 adet teyp kaseti.
-Kasetler 5-7 Mart tarihleri arasında 1. Ordu Komutanlığı’nda plan seminerinin ses kayıtları.
-2229 belgenin 1077 sayfası 1980-1984 yılları arasında 1. Ordu Sıkıyönetim Komutanlığı’nın çok gizli yazışmalarına ait belgeler. Diğer 1152 sayfa ise 1. Ordu Komutanlığı’nın 2002 ve 2003 yıllarına ait planları, fotoğraf albümleri ve soruşturma ile doğrudan ilgisi bulunmayan belgeler.
-19 adet CD’den 11, 16 ve 17 nolu CD’lerde dava konusu suç unsuru içeriyor. 
-İddianamenin 81’inci sayfasındaki ifadelere göre “soruşturma konusu tüm belgelerin tamamının kayıtlı olması, tek oturumda kopyalanmış olması sebebiyle 11 nolu CD’nin ayrıntılı incelenmesi yapıldığı” belirtiliyor.
-Dolayısıyla davadaki ana kanıt 11 nolu CD.
11 nolu CD’de neler var?
-Balyoz Güvenlik Eylem Planı ve onun ekleri Oraj, Suga, Çarşaf ve Sakal Eylem Planları
-Tutuklanacak gazeteciler, politikacılar, öğrencilerin listesi...
-El konulacak ve kapatılacak derneklerin listesi
-El konulacak hastaneler ve ilaç firmalarının listesi
-Güvenilir emniyet personeli listesi
-Suç unsuru içeren tüm belgeler ve diğer CD’lerdeki orijinal belgelerin kopyaları
11 nolu CD ne zaman yaratıldı?
CD’nin üstverisine ve iddialara göre 5 Mart 2003’te. Ancak 1. Ordu Komutanlığı bilgisayarlarında 11, 16 ve 17 nolu CD’lerin izine rastlanmadı.
11 nolu CD gerçekte ne zaman oluşturuldu?
En erken 2008 sonunda. 11 no.lu CD’nin içindeki bir çok belge oluşturulduğu
iddia edilen tarihten çok daha ilerisine dair bilgiler içeriyor (“geleceğe dönüş” belgeleri).

Bu bilgiler neler?
-İstanbul ilinde bulunan ilaç depoları listesinde “Yeni Recordati İlaç ve Hammaddeleri San ve Tic. AŞ.” isimli şirket 2003 yılında “Yeni İlaç ve Hammaddeleri San. Ve Tic AŞ” idi. İtalyan şirketi Recordati Ekim 2008’de Yeni İlaçı satın aldı ve ismi değişti.
-Özel hastaneler listesinde yer alan Medical Park Sultangazi hastanesi bu isme 2008 yılında Medical Park hastane grubuna satılmasından sonra kavuştu. 2003 yılında bu hastanenin ismi Sultan Hastanesi idi.
-El konulacak ve kapatılacak dernekler listesindeki “Liberal Avrupa Derneği” bu isme  Nisan 2006’da kavuştu. 2003 yılında bu derneğin ismi “Hür Demokratlar Derneği” idi.
-Belgelerde Avrupa Şafak Hastanesi 2006’da, Nisa Hastanesi ise 2004’te değişen isimleriyle yer aldılar.
-“İstanbul İlinde Güvenilir Emniyet Personeli” listesinde adı geçen emniyet personeli Mart 2003’te farklı illerde görevliydi. Ogün Toprak Samsun’da, Salih Kara Eskişehir’de, Selami Hüner İzmir’de, ve Selim Kutkan Çorum’da görevliydi. Bu kişiler Temmuz 2003’te İstanbul’a tayin oldu. 
-Bursa ili basın yayın organları listesinde yer alan İlk Adım gazetesinin kuruluş tarihi 15 Ağustos 2005. Yine aynı listede 12 Eylül 2003’te kurulan Gürsu Ekspres haftalık gazetesi yer alıyor. 
-Balyoz Güvenlik Eylem Planı ve bir eki (Milli Mutabakat Hükümeti Programı) 2005 yılında gerçekleşen bir konferansın kapanış konuşmasından birebir alıntılar içeriyor. Konuşmayı veren kişi söz konusu konuşmayı ilk defa 2005’deki konferansta verdiğini ifade ediyor. 

-11 no.lu CD’nin icindeki bir belgenin üstverisinde belgenin yazarı olarak beliren kişi (Deniz Kurmay Kıdemli Albay Muharrem Nuri Alacalı), belgenin üstverisinde görünen oluşturma ve son kaydetme tarihlerinde (ve bu tarihler arasında) ABD’de eğitim için bulunuyor. Bu kişi Temmuz 2002 ve Haziran 2003 tarihleri arasında kesintisiz olarak yurtdışında.

-Darbe planına göre irticai görüşleri nedeniyle ordudan atılacak kişiler arasında listelenen üç kişi, aynı zamanda darbe planının müzakere edildiği iddia edilen seminerin katılımcısı olarak bulunuyor.

-Savcılar, Cuma namazı sırasında camilerin bombalanmasıya ilgili planların (Çarşaf and Sakal Eylem Planlarının) 5-7 Mart 2003’deki seminerde masaya yatırıldığını iddia ediyorlar. Ancak, bu planlarda bombalama eylemleri için belirtilen tarih 28 Şubat 2003 Cuma günü, yani seminerden önce.

Elçin Poyrazlar/Cumhuriyet

Türk direniş ve devrimleri-Özdemir İnce

Türk direniş ve devrimleri

BİZİMKİLER (Allah selamet versin!) okumadan âlim, yazmadan kâtiptir. Yıllar önce, buradan yola çıkmış ve İstanbul Dükalığı’nı kastederek “Bunların adı önce şaire, romancıya, yazara çıkar, sonra bir şeyler yazarlar!” demiştim, dalga geçerek.

Osmanlıperest köşemenler, televizyon münazaracıları ve aynı familyadan başkaları da o hesap! Fatih, Yavuz ve Muhteşem Kanuni’den başkasını ata olarak kabul etmiyorlar. Oysa Timur’a esir düşen II. Beyazıt var, Sarhoş Sarı II. Selim var; beş erkek kardeşini boğduran III. Murad, bütün erkek kardeşlerini öldürten III. Mehmet var; Deli I. Mustafa ve Deli I. İbrahim var. Bunları ve öteki padişahları, Vahidettin hariç, nedense ata yerine koymazlar.
LİBERAL ALAY SANCAĞI
Okullarda okutulan toplumsal ve ekonomik tarih değil, uygarlık tarihi de değil. Tarım, sanayi ve teknoloji tarihi hiç değil. Varsa yoksa fetihler. Oysa 13-20. yüzyıl arasında Avrupa ile Osmanlı dünyası arasında bir bilim ve teknik bulgular karşılaştırması yapılsa, Osmanlı’nın göz kamaştırıcı sefaleti ortaya çıkmaz mı?
Cumhuriyet’e karşı Osmanlı mavrası 1980’lerde başladı. Daha önce, Osmanlı düzenini Marksizm’e ve Cumhuriyet’e karşı çıkaran “Devlet Ana” yazarı Kemal Tahir ve “Türkiye’de sağ soldadır, sol da sağda!” buyurarak bütün ekonomi ve siyaset bilim kuramlarını altüst(!) eden İdris Küçükömer de vardı ama bunları öne sürmek için belli bir bilgi birikimi gerekirdi. Şimdi “liberal” alay sancağı altında nam salan zevatın büyük bir bölümü, sırasıyla Marksist, Maocu, Filistinci, Humeynici olmuşlar ve o yıllarda Neo Osmanlıcılığa geçmişlerdi. Bunun üzerine “The New Otoman Co.” başlıklı bir yazı yazmış, Gösteri Dergisi’nin Mart 1993 sayısında yayınlamıştım. Söz konusu yazı, şimdi, “Mahşerin Üç Kitabı”nda (Doğan Kitap, s. 170) okunabilir.
Amaçları, Osmanlı dönemini güllük gülistanlık göstermek ve Cumhuriyet cehennemi(!) ile yüzleşmek idi. Ben de istediklerini yapmış, kendilerini Osmanlı düzeni ile yüzleştirmiş idim.
HALK AÇLIKTAN OT YEDİ
Osmanlı dönemi bir cennet mi yoksa cehennem miydi? Osmanlı devleti toplumu, düzeni, kurum ve kuruluşları ile çağının çağdaşı mıydı? Osmanlı saltanatı döneminde, ikinci anayurt olan Anadolu ne durumda idi? Bu konuda, benim bildiğim, doğru dürüst el kitabı çok az. Olanlar da okunmuyor. Millet, Muhteşem Süleyman ve öteki sultanların aşklarına meraklı. Bu nedenle, biri çıkıp Kanuni’nin muhteşem döneminde halkın açlıktan ot yediğini yazdığı zaman, öfkeleniyorlar.
Millet artık turizme merak sardı. Paris’e, Venedik’e, Bruges’e, Viyana’ya, Prag’a, Krakov’a, Varşova’ya gidiyor. Gittikleri yerlerde 13-14-15. yüzyıllardan kalma halk mahalleleri görüyorlar. Çok daha küçük kent ve kasabalara gitseler, belli bir kent anlayışına göre yapılmış mahalleler de görürler. Anadolu’nun hangi kentinde ve kasabasında bu yüzyıllardan kalma mahalleler var? Bunun cevabını Çetin Yetkin’in üç ciltlik iktidara karşı “Türk Direniş ve Devrimleri” (Otopsi Yayınları) adlı yapıtında bulabilirsiniz. Kitaplar elbette kentçilik ve mimari üzerine değil. Anadolu halkı neden kentler kuramamış, sivil mimari yaratamamış, bunun siyasal, ekonomik ve toplumsal nedenleri üzerine. Çünkü Türk, Osmanlı’ya durmadan isyan etmek zorunda kalmış, yaptığı evi de Osmanlı yakıp yıkmış!

Osmanlı ile yüzleşmek-Özdemir İnce

Osmanlı ile yüzleşmek
“TARİHİMİZLE yüzleşmek!”, Cumhuriyet Dönemi ile Ermeni Soykırımı iddialarına indirgenmiştir. Cumhuriyet'in çanına ot tıkasalar, Ermeni Soykırımı iddialarını kabul ettirebilseler, ellerini yıkayıp bir kenara çekilecekler.“Anadolu” gerçekliğinden yola çıkarak Osmanlı tarihi ile yüzleşmek kimsenin aklına gelmez. Osmanlı ile yüzleşmek adeta yasaklanmış gibidir. Sen Cumhuriyet'i kötüle, gerisine karışma!
Bereket versin, arada bir Osmanlı aşkları depreşip ortalığı velveleye veriyorlar. Benim gibi iflah olmaz Osmanlı muhaliflerini tahrik ediyorlar ve Pandora'nın kutusu açılıyor.
TÜRKLÜĞÜ İNKÂR ETMİŞLERHaçlı Seferleri'nden (1095-1270) itibaren Frenkler Anadolu'ya Türkiya (Turchia) adını vermişler. Muhtemelen, aynı toprağa “El Turkiya” adını veren Araplardan öğrenmiş olmalılar.
Osmanlılara gelince: “Diyar-ı Rum” yani “Roma memleketi” adını vermişler. Padişaha da “Sultan-ı Diyar-ı Rum” demişler. Neden? “Türk” ya da “Türkiye” sözcüğü batıyor mu?
Frenkler ve Araplar Anadolu'ya “Türkili”, “Türkeli” adını vermişler ama Oğuz Türklerinin Kayı boyundan gelen Osmanlı ailesi, obanın kurduğu devlete kendi adını vererek Türklüğünü inkâr etmiş, ediyor. Bu nasıl bir nefret, nasıl bir aşağılık duygusu?
Oysa Fransa'yı kuranlar devletlerine “Bourbon Devleti”, Prusya-Almanya devletini kuran hanedan “Hohenzollern Devleti” adını vermemiş. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nu da Habsburg ailesi kurmuştu. Aynı şey bütün Avrupa için geçerli. Ama nedense, Türkler devlet kuruyor, kurdukları devletlerin adı Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu, Osmanlı oluyor.
Yozlaşma Türklerin hor ve küçük görülmesiyle başlıyor:
OSMANLI İLE YÜZLEŞİNOsmanlı, Naima Tarihi'nde Türk halkını şu sıfatlarla nitelendirir: “Nadan Türk” (Cahil, kaba Türk); “Etrak-ı bi-idrak” (İdraksiz/kafasız Türkler); “Türk-ü bed-lika” (Çirkin suratlı Türk); “Çoban köpeği şeklinde bir Türk”, “Hilekâr Türk”. Ayrıca, “Türk ne bilir bayramı lıklık içer ayranı!” gibi özlü deyişi(!) de anımsayalım.
Kökenlerine çok daha yakın olması gereken Selçuklular da aynı tutum içindedir. Örneğin, Aksaraylı Kerimeddin Mahmud, Sultan'a sunduğu kitabında şöyle der: “Hunhar Türkler, köpek ve kurt gibidirler, ellerine fırsat geçerse yağmayı ganimet bilirler, fakat düşman kuvvetle gelirse kaçarlar.” (Çetin Yetkin, “Türk Direniş ve Devrimleri”, Otopsi Yayınları, s. 18-19)
Osmanlı ile gerçekten yüzleşmek isteyenler, adını verdiğim kitabı lütfen okusunlar.
TÜRK DE OSMANLI'YI SEVMEZ Yönetim ve toplumdan dışlanan, sömürülen, ezilen, horlanan ve hatta soykırıma uğrayan Türk ise Osmanlı'yı şöyle yanıtlamıştır: “Şalvarı şaltak Osmanlı/Eğeri kaltak Osmanlı/Ekende yok, biçende yok/Yemede ortak Osmanlı!”
Osmanlı, Türk'ten nefret eder! Türk, Osmanlı'dan korkar ve onu sevmez! Cumhuriyet, “Türklük” kavramını öne çıkardığı için emperyalistler ve Osmanlı kuyrukları tarafından sevilmez. Konuya yarın devam edeceğim.

Kafa çekmek üzerine-Özdemir İnce

Kafa çekmek üzerine
İÇKİNİN fazlası sağlığa zararlıdır ama onun her kötülüğün anası olduğuna inanmam. Kötülükler sıralamasında ortalarda yer alır. Yani birinci ligde oynamaz!Laik bir toplumda, yasaların ve yasakların gerekçesini dine dayandırmak son derece tehlikelidir. Çünkü bütün dinlerin birçok ilkesi birbiriyle çelişir. Örneğin, Kuran'ın içkiyi yasakladığı söyleniyor ki doğrudur. Ama Nahl (14) Suresi'nin 69. ayeti de var: “Hurmalıkların ve üzümlerin meyvalarından hem sarhoş edecek bir içecek çıkarırsınız, hem de güzel bir rızık. Herhalde bunda aklı olan bir toplum için, kesinlikle bir âyet, bir işaret var!” diyor. İsteyen istediği gibi yorumlar!
KİTAPLARA BAKMAK YETEROsmanlı zamanında halk da saray da içki içmekteydi. Yasaklara karşın içmekteydi. Padişahların, sadrazamların, vezirlerin içeni de vardı içmeyeni de. Bunun böyle olduğunu anlamak için birkaç kitap karıştırmak yeter de artar bile. Ben de öyle yaptım. Kitaplığımdan üç kitap bulup çıkardım. Bunlardan birincisi “Muhteşem Süleyman” döneminde yaşayan Gelibolulu Mustafa Âli'nin (1541-1600) “Ziyafet Sofraları” (Mevâidü'n-nefâis fî kavâidrl mecâlis) adlı kitabının meyhaneleri anlatan 73. bölümü.
Mustafa Âli meyhaneler için “İki zümreye mahsus içip eğlenme yerleri ve içki içenlerin toplanıp oturdukları yerlerdir” tanımını yapıyor. Ve bir ara sözü Kuran'ın İnsân Suresi'nin 21. ayetine (“Rableri onlara tertemiz bir şarap sunmaktadır”) getiriyor.
“Ziyafet Sofraları” balon patlatan, yalan bozan müthiş bir kitaptır.
KEYKÂVUS'UN KABUSNÂME'Sİİlyasoğlu Mercimek Ahmed'in, Keykâvus'un Farsça kitabından çevirdiği “Kabusnâme”yi duydunuz mu? Keykâvus kitabını 1082 yılında kaleme almış. Kabusnâme, Siyâsetnâme türüne girer. Bu kitaplar devlet yönetimi üzerine olup yöneticilere yöntem öğretmeyi amaçlar. Mercimek Ahmed, kitabı II. Murad'ın buyruğu üzerine 1431-1432 yıllarında Türkçeye çevirmiş. Kabusnâme'nin 11. bölümü “Şarap İçmenin Terbiyesini ve Yolunu Bildirir” başlığını taşımaktadır. Kitapta şöyle bir cümle vardır: “Şarap sohbetinden kalkınca öyle kalk ki iki-üç kadeh daha içmeye mecalin olsun.”
NİZAMÜLMÜLK'TEN ŞARAPGeldik en önemli kitaba, Büyük Selçuklu Veziri Nizamülmülk'ün (1018-1092) Siyasetnâme (Siyeru'l-mülk)'sine. Nizamülmülk Büyük Selçuklu devletini muktedir vezir olarak 1064-1092 yılları arasında yönetmiştir. Sıradan bir adam değildir. Kurduğu düzen Selçuklu devletlerini yapılandırmış ve bu yapılar Osmanlı'ya miras kalmıştır.
Nizamülmülk, kitabının 30. faslını “Şarap meclisi kurulması ve şartları”na ayırmış. Şöyle diyor: “Padişah sarayından evlerine yiyecek, çerez ve şarap götürmeleri, evlerinden saraya getirmeleri hiçbir zaman hoş karşılanmamıştır. Çünkü Sultan dünyanın kethüdası sayıldığından, insanlar onun aile efradı ve kullarıdır. Aile fertlerinden birinin efendiye ekmek parçası, şarap ve yiyecek getirmesi vacip değildir. Biri şarap getirirse, padişahın şarapdarı ona şarap vermez. İyi veya kötü şarap getirdiği için onu döverse bu özür ortadan kalkar.”

İmam-polis-Özdemir İnce

İmam-polis
“İMAM-doktor, imam-mühendis, imam-öğretmen, imam-yargıç, imam-polis, imam-emniyet müdürü, imam-kaymakam, imam-vali” deyişlerini ilk kez Varlık Dergisi'nin Mayıs 1994 sayısında yayınlanan “Pathameta mathemata! Evet, acı deneyimler öğreticidir!” adlı yazımda kullanmıştım.Bu deyiş Türkiye'de ilk kez tarafımdan kullanılıyordu. Adı geçen yazı önce “Tarih Bağışlamaz” (Varlık Yayınları, 1994)) adlı kitabımda, daha sonra “Yazmasam Olmazdı” (Doğan Kitap, 2004) adlı birleşik kitabımda yer aldı (s. 183)
Daha sonraki yıllarda o kadar çok ve inatla kullandım ki artık gündelik dilimize girdi. 19 Ocak 2011 tarihli birçok gazete gibi BirGün Gazetesi de “İmam polisler geliyor” diye bir başlık atmış.
* * *
Bundan 17 yıl önce, bugünleri görmüşüm. Bulup da “Yazmasam Olmazdı” ve “Mahşerin Üç Kitabı” (Doğan Kitap, 2005) adlı kitaplarımı okuyabilseniz!.. Yazdığım, öngördüğüm bütün fesatlar birer birer (ne yazık ki) gerçekleşti.
1961 yılında kurulan Adalet Partisi'nin siyaset sahnesine adım atmasından ve 1964-1965 yıllarında iktidara gelmesinden bu yana ülkenin İslamcı, muhafazakâr, milliyetçi bütün siyasal partileri ile 12 Mart ve 12 Eylül askeri rejimleri imam hatip okullarına ve mezunlarına imtiyazlı bir konum sağlamak için ellerinden geleni yaptılar.
25 Kasım 1924 tarih ve 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile kurulan ve tek görevi imam ve din görevlisi yetiştirmek olan imam hatip okullarını, amacı üniversiteye öğrenci hazırlamak olan genel liselere rakip hale getirmek için her türlü kanunsuzluğu denediler ve yaptılar.
Anayasa'nın 174. maddesinin koruyucu kanatları altında olan Tevhid-i Tedrisat Kanunu'na aykırı olarak imam hatip lisesi mezunlarını genel lise mezunlarına eşitlemek girişiminde bulundular. Engellenmeleri durumunda ortalığı velveleye verdiler.
* * *
Yasal olarak mümkün olsa, bütün genel liseleri imam hatip okullarına, liselerine dönüştürmekten kesinlikle çekinmezler. Ama ne mutlu ki Tevhid-i Tedrisat Kanunu Anayasa'nın koruması altında bir tür değişmezlik kazanmış durumda. Bu nedenle türlü desiselerden yararlanarak imam hatip mezunlarını bütün sivil mesleklerde egemen unsur haline getirmek için dolap çeviriyorlar.
AKP Grup Başkanvekilleri Bekir Bozdağ ve Mustafa Elitaş ile milletvekili Veysi Kaynak, imam hatip mezunlarının polis olmalarını sağlayacak bir yasa önerisi yapmışlar. Bir yıl önce olsaydı çıkacak yasanın Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilebileceğini söyleyebilirdim. Artık söylemem mümkün değil. Bu yasa çıkarsa diktatorya, polis günücü de kurmuş olacak.
Durum bu iken, ülkemizin büyük alimlerinden (!) Prof. Dr. Mehmet Altan, 19 Ocak günü, NTV'de, Ruşen Çakır'ın programında müthiş bir itirafta bulundu. Meğer bu muhterem, Özal'ın devr-i saadetinde, Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun kaldırılması gerektiğini savunmuş. Yani şimdi de savunmakta! Kimi ham demokrat da, Tevhid-i Tedrisat'ı savunmanın statükoculuk olduğunu ileri sürüyor. Bilmiyorlar ki o yasa bir sürekli devrimin yasasıdır!

Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan’a göndereceği ses kaydında ne var?

“Mustazaf Der’le Hizbullah arasındaki organik bağı ispatlayan nitelikte bir yargı kararı var”
Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan’a göndereceği ses kaydında ne var?
Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan’a göndereceği ses kaydında ne var?
AK Parti ile Hizbullah arasındaki ilişki iddialarını da yineleyen CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, ellerinde bu konuda bir ses kaydı bulunduğunu söyledi. Kılıçdaroğlu, “AKP’li il, ilçe başkanlarıyla ilgili ses kayıtları var. Bunlar yasal olarak kaydedilmediği için yayınlamıyoruz. Ama Başbakan isterse ona gönderebiliriz.
Zaten iki milletvekili o derneklere gittiklerini açıkladılar. Eni önemli delil budur” dedi. Kılıçdaroğlu, dün Ordu’ya giderken yine aynı konuyla ilgili gazetecilerin sorularını yanıtladı. Kıılçdaroğlu, soru üzerine, “Mustazaf Der’le Hizbullah arasındaki organik bağı ispatlayan nitelikte bir yargı kararı var. O yargı kararını Sayın Başbakanın alıp okumasını isterim. Ve sonrada milletvekillerini çağırıp Hizbullah’ la nasıl ve hangi gerekçe ile işbirliği yaptıklarını da sormasını isterim” dedi.
SES KAYDINDA NE VAR?
Kılıçdaroğlu’nun sözleri, siyasi kulislerde merak konusu oldu. CHP’nin elindeki ses kaydıyla ilgili de çeşitli iddialar ortaya atıldı. İddiaya göre, bir Ak Partili milletvekili, telefon konuşmasında “Hizbullah’ın desteği olmasa seçilemezdim, onların desteği sayesinde seçildim” mesajı içeren ifadeler kullanıyor. Bu ses kaydının yasa dışı yollarla elde edilmiş olabileceği gerekçesiyle CHP kamuoyuna açıklamayı uygun bulmadığı, bu nedenle Kılıçdaroğlu’nun Başbakan’a göndermeyi tercih ettiği konuşuluyor.
Kılıçdaroğlu’nun ‘Başbakan okusun’ dediği yargı kararı
Kılıçdaroğlu’nun dikkat çektiği “Mustazaf-Der’in Hizbullah’la bağlantısına ilişkin yargı kararı” 24 Nisan 2007 tarihli. Hizbullah davasından 10 yıl hüküm giyen Mehmet K., kardeşi Mustazaf-Der üyesi Mehmet T., Mardin’de Ş.Ç.’yi gasp ettikleri ve sigara kaçakçılığı iddiasıyla Adana’da yakalandı. Davanın iddianamesini hazırlayan Adana Savcılığı, gözaltına alınan kişilerin kaçak sigaraları, derneğin Konya şubesinde depoladıklarını ve derneğe maddi destek sağladıklarını tespit etti. Adana Başsavcılığı’nın başvurusu üzerine Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı, Asliye Hukuk Mahkemesi’ne kapatma davası açtı. Mahkeme, 9 Şubat 2010’da verdiği kararında, Mustazaf-Der’in fesh edilmesini kararlaştırdı.
Mahkemenin gerekçeli kararında, şöyle denildi: “Derneğin, dernek tüzükleri belirtilen amaç dışında, mevcut anayasal düzeni yıkarak şerri’ esaslara dayalı teokratik bir devlet kurmayı amaçlayan yasadışı Hizbullah terör örgütünün amacı doğrultusunda faaliyetlerde bulunduğu, davalı derneğin yasalarla ve uluslararası sözleşmelerle hüküm altına alınan dernek kurma özgürlüğünü, insan haklarına dayanan demokratik ve laik cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullandığı, böylelikle amacın kanuna aykırı hale geldiği anlaşılmakla söz konusu derneğin Türk Medeni Kanunun, 89’uncu maddesi uyarınca feshine karar vermek gerekmiştir.”

kaynak

Ergenekon ve Delil Hukuku… Mustafa BALBAY

Ergenekon ve Delil Hukuku…
Teğmen Mehmet Ali Çelebi’nin 21 Ocak Cuma günü hakkındaki “önemli” delillerden telefon kayıtlarıyla ilgili yaptığı belgeli açıklamalar, Ergenekon delillerinin nasıl hazırlandığını bir kez daha gündeme getirdi.Çelebi’nin cep telefonuna polis el koyuyor. Telefon gece açılıyor, içine kendisine ait olmayan telefon kayıtları yükleniyor ve kapatılıyor.
O kayıtlar Çelebi’nin Hizbut Tahrir adlı örgüte Ergenekon adına “sızma” girişimlerinin kanıtlarından biri olarak iddianamenin eklerine konuyor.
Çelebi sorgusu sırasında da tüm suçlamaları tek tek bilgisayar sunumlarıyla çürüttü. İkisini aktarmak isterim:
Çelebi’nin gözaltına alınmadan önceki 23 Nisan’da İstanbul’a gelip bir okulda örgüt adına törene katıldığı iddia edilmişti. O gün Ankara’da olduğunu resmi kayıt ve yazılarla kanıtladı.
Çelebi’nin Harp Okulu öğrencilerini yine örgüt adına fişlediği iddia edilmişti. Oysa okuldan aldığı resmi yazılarla gösterdi ki, eğitim programında sorumlu seçilen öğrenci, alanı içindeki arkadaşları hakkında her şeyi bilmek zorunda. Eğitim programının bir parçası.
ZULÜMHANE’de söz ettim; Çelebi’nin annesi gardiyan. Annesi göreve giderken küçük Mehmet Ali’yi de götürürmüş. Mehmet Ali çocukluğunu mahpuslarla volta atarak geçirmiş. Kaderin cilvesine bakın ki, genç Mehmet Ali de yaşamının en güzel çağlarını yine hapishanede volta atarak geçiriyor.
***
Hukuk biliminde “delil hukuku” adı altında ayrı bir alan var. Özellikle ceza davalarının en önemli halkasını bu oluşturuyor.
Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (CMK) 170. maddesi bir iddianamenin olmazsa olmaz iki koşulunu şöyle sıralıyor:
- Suç-delil bağlantısı.
- Suç tarihi.
Eğer bu iki konu net değilse, iddianame baştan sakatlanmış demektir. Ergenekon iddianamelerinde bu iki konunun da göz ardı edildiği ortada.
Kamuoyu bu tür haberlere ne yazık ki “alıştı”. Çoğunlukla haber değeri bile taşımıyor.
Çelebi’nin cep telefonu açıldığı ve sinyal verdiği için poliste yapılan yükleme ortaya çıkarılabildi. Bilgisayarda bunu kanıtlamak olanaksız. Çünkü bilgisayara yapılan yüklemede başka bir merkezle bağlantı söz konusu değil. Açıyorsunuz, ne yüklemek isterseniz yüklüyorsunuz. Bu işlemi yaptığınız tarihle bile istediğiniz gibi oynayabiliyorsunuz.
İşte bunun önüne geçebilmek; yargılayanlar açısından vurgulamak gerekirse, sanıkların, “Poliste bilgisayarıma yükleme yapılmış” iddialarını boşa çıkarabilmek için bilgisayara el konulduğu anda “mühürlenmesi” gerekiyor. Bilgisayarın mühürlenmesi, el konulduğu anda içinde bulunan tüm verilerin toplam miktarını gösteren “hash değeri” olarak adlandırılan işlemin yapılmasıyla oluyor. O değer alındığı andan sonra bilgisayarı açıp bir nokta dahi konsa uzun sayılardan oluşan dizin bozuluyor.
Yasa son derece açık. CMK 134. maddede sözünü ettiğimiz, “imaj alınması” olarak adlandırılan işlemden geçmemiş bilgisayar verilerinin “delil değeri taşımayacağı” belirtiliyor.
***
Benim durumum yukarıda anlattığım örneğe uygun düşüyor. Gazetedeki bilgisayarlarıma el konduğu anda “imajı” alınmadı. Bu bilgisayarlar 1.7.2008 günü alınıp İstanbul’a götürüldü. Aylar sonra iddianame delil klasörleri bize verildiğinde gördük ki; bilgisayarların imajı 7.7.2008’de saat 04.16’da alınmış.
Oysa o bilgisayar “verilerinden” bana 5.7.2008’de savcılıkça soru soruldu.
Biz de dava sürecinde gördük ki; Ergenekon soruşturması “bitirilmek” üzere açılmamış. Sadece ucu değil, her tarafı açık. Bu usulsüzlükleri yapanlar hakkında ciddi bir işlem yapıldığını duymadık.
Bu anlamda “Bırakın hukuki süreç işlesin”, “Yargılama sonunda her şey açığa çıkar” söylemleri de ne yazık ki gerçekçi değil.
Hukuk yok ki, süreç işlesin…
Gerçek bir yargılama yapılmıyor ki, her şey açığa çıksın.
Herkesi bir kez daha Ergenekon’daki “insan kıyımına” duyarlı olmaya çağırıyorum.

Olmaz Olmaz Demeyelim… Cüneyt Arcayürek


Müjdeli haberlerle haftayı kapattık.
Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurumu Başkanı, günlerdir medyanın yaşama müdahale saydığı bir konuya açıklık getirdi:
Cumhurbaşkanlığı’nda bir film galasında artık içki ikramı yapılabileceğini açıkladı. Birinci müjde.İkinci müjdeye gelince, iktidar da -tabii iktidara geldiklerinde- muhalefet partileri de yoksul aileleri rahatlatacak içerik açısından ortak vaatte bulunuyorlar.
CHP diyor ki yoksullara; partiyi iktidara taşıyın. Kaynağı cebimde. Aile sigortası sistemi kuracak, her aileye her ay 600, yerine göre 700-800 TL maaş bağlayacağım!
MHP diyor ki yoksullara; iktidara gelirsem kadınlara ayda 320 TL maaş benden!
AKP’nin böylesi vaatleri dillendirmesine gerek yok!
Kışın kömür, yaz başlarında yiyecek, yeri geldiğinde elden para zaten dağıtıyor.
Toplumsal bir konuda anlaştılar mı partiler; anlaştılar!
Gerçekleşir mi gerçekleşmez mi bilemem ama, müjdeli haberlerle birey ve ulus olarak çok ama çook rahatladık!
***
Hele RTE’nin Erzurum’da kısıtlı sayıda öğrenci konseyi temsilcilerine; “Ben İstanbul’da çok farklı bir lüks içinde yaşayabilirdim” diye başlayan açıklamalarını izleyince.. itiraf etmeliyim, böylesi halkıyla bütünleşmiş bir Başbakanımız olduğu için büyük keyif duydum.
Bakın neden: Başbakan lüks yaşantısı olmadığının kanıtlarını sıralıyor.
“Ama İstanbul’un varoşlarında yaşayanların nasıl yaşadığını biliyor muyuz” diye soruyor.
Gidip orada bir evde, bir Roman’la bir Kürt, Boşnak kardeşinin evinde yemek yediğini, sohbet ettiğini söylüyor.
Kasımpaşa’daki sokak arasındaki küçük basit evden İstanbul’un gözde bir semtindeki lüks villaya geçen, bir iki saatliğine de olsa kent varoşlarına giden bir Başbakan’ı Türkiye dışında dünyanın hangi gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkesinde bulabilirsiniz?
Kuşkum yok; dünün yoksulu bugünün zengini Başbakan’ı varoşlarda karşılarında, evlerinde gören işsizler iş bulmuş gibi seviniyor. Açlık sınırında dolaşanlar, birden aksırıncaya tıksırıncaya kadar yemiş içmiş gibi hissediyorlar.
Sandık günü helal oylar RTE’ye!
***
Halk mutlu mu mutlu!
Geriye ne kaldı? Başkanlık sistemi ile iki partili rejimi nasıl getireceğimize çözüm yolları aramak!
Elhak Başbakanımız o konuda da “düşünüyor”.
Başkanlık sistemi ile birlikte iki partili parlamentoyu “faydalı buluyor”. Sonra?…
RTE’nin önerileri ha oldu ha olacakmış gibi; iki partili sistemin sosyal ve siyasal koşullar yaratacağını, iki partinin askerlerin özlemi olduğunu, RTE’nin hem Cumhurbaşkanı, hem başbakan, hem de parti lideri olmayı amaçladığını öne süren anayasa profesörleri mi istersiniz, her partiden karşı sert açıklamalar mı birbirini kovalıyor.
Öyle bir Başbakanımız var ki.. kadrini değerini bilelim. Hakkını yemeyelim.
Birden tek cümlelik bir öneri atıyor ortaya.
Önerileri üzerinde, ister başkanlık, ister iki partili Meclis konularında toplumun bütün değerlerini kafa yormaya zorluyor.
Nasıl Başbakan ama?
***
Başkanlık sistemi ile iki partili Meclis’i nasıl gerçekleştireceğini soran, gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini araştıran yok ortalıkta.
Türkiye demokrasiye 1946’dan itibaren Meclis’te iki partiyle açıldı: CHP ve DP!
İki partili Meclis, 1950’den 1960’a kadar işledi.
RTE’nin hasretini çektiği iki partili Meclis’te DP çoğunluğunun evet dediği yasalar kolaylıkla çıkarılabiliyordu ama.. demokrasiye kilit vuran, halkı ve basını baskı altına alan, yazarları hapishanelere kapatacak yasalar da, uygulamalar da iki partili Meclis’in marifetiydi.
Seçim sistemi ne zaman ki nispi usule dönüştü.. iki partili Meclis’in de sonu geldi.
Üstelik nispi seçim sistemi 1964’ten beri bir partinin tek başına iktidara gelmesine de engel olmadı.
Ha belki de RTE’nin kafasında gizlediği bir yöntem, bir senaryo var; ama şimdilik açıklamak istemiyor olabilir.
Örneğin iki partili sistemle Meclis’i dikensiz gül bahçesine dönüştürmek istiyorsa.
…seçim sisteminde ufacık bir değişiklikle amacına ulaşmayı düşünebilir.
Seçimlerde, 1950’den 60’a kadar DP’yi tek başına iktidarda tutan, iki partili Meclis’in oluşmasını sağlayan seçim sistemini…
…bir fazla oy alan partinin her ilde seçimi kazanmasını sağlayan çoğunluk sistemini uygulayabilir.
İşte o zaman; bugün düşsel görünen yüzde 50-60 oy, AKP’nin cebinde!
Olmaz olmaz demeyelim. Sekiz yılda olmaz, olamaz dediklerimiz gerçekleşmedi mi?

Evlilik Yıldönümü…


Bu yazıyı, yazarın senede bir gün olsun hakkı vardır diyerek ve okurlarımızdan izin isteyerek, evlilik yıldönümümüzde senin için yazmıştım…
Aslında ne çok şeyin yıldönümü bizim evlilik yıldönümlerimiz…

Kuşların saçaklarımızda ekmek kırıntılarını beklemeye başlayışlarının…

Benekli sokak köpeğinin bizim arka bahçeye doğurmaya karar verişinin…
Çevrede ne kadar kedi varsa toplanıp bizim eve gelişlerinin…
Sabahları mutfak tarafından tıkırtılar gelişinin de yıldönümü…
“Bana kahvaltı hazırlanıyor” diye sevinişimin… Sonra burnu püsküllü damat terliğimle yola çıkıp da sabahın köründe, tabaklara özenle hazırlanmış kedi mamalarını mahalleye dağıtışımın…
Evin içindeki saksılarda en az iki çekirgemizin, bahçede ise bir sürü kirpimizin olduğunu öğrenmemin de yıldönümü, evlilik yıldönümlerimiz…
*
Su tasları gelmişti evimize o gün, kalaylı…
Hatırlıyor musun sevinip “Urfa pilavı için mi” diye sormuştum sana, yanıtlamıştın evlilik yıldönümümüz münasebetiyle:
“Hayır, köpeklerimizin su tasları…”
Bir keresinde evlilik yıldönümümüzü her zamankinden farklı olarak (!) Pako, Gorbi ve Rok ile birlikte geçirmeye karar vermiştik…
Sanki dündü…
O sene senin bana hediye olarak köpek kulübesi için iki torba çimento aldığında da… Yine bir evlilik yıldönümümüzdü…
Peki, Gorbi ayakkabımın tekini yediğinde “dişleri çıkıyor” diye ne kadar sevindiğimizi hatırlıyor musun?..
*
Onları peş peşe kaybettiğimiz yıllar, sessiz ve hüzünlü bir evde hazırladığın kırmızı tabaklı, kırmızı peçeteli, kırmızı güllü, kırmızı mumlu sofralarda birbirimizin elini tutup ağlayarak geçirmiştik evlilik yıldönümlerimizi…
Ne çok şeyin yıldönümü şu evlilik yıldönümlerimiz…
Kısacası şefkatin kapı aralığından içeri süzülüşünün…
Güvenin saçaklara dizilişinin…
Evin pervazlarına merhametin sinişinin…
Mutfak tarafından sevgi tıkırtılarının gelişinin…
Sene-i devriyesi evlilik yıldönümlerimiz…
*
Kaç yıl oldu bilmiyorum…
Her yıl için…
İçine yaşamın en değerli duygularını doldurup da… El ele, omuz omuza taşıdığımız her yıl için…
Sağ ol…

Tarihsel ve Güncel Bilinç...


Tarihe nasıl bakılır?..
Okulda öğretmen öğrenciye der ki:
- Napolyon’un Moskova seferini anlat..
Ya da:
- Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferini anlat...
Seferler, savaşlar, çatışmalar, fetihler, işgaller; imparatorların, kralların, padişahların yaşadıkları yıllar ve öyküleri...
Çocuğun kafasına tarihsel bilinç yerine bir sürü ‘ezber’ yüklenir...
Bitmez tükenmez bir tarih...
Ve nafile tarih bilgileri...
Tümü de unutulmaya mahkûmdur...
*
İnsanlık tarihini gelin üçe ayıralım...
En başta göçerlik dönemi...
İnsan ne zaman yerleşik düzene geçti?..
Ekip biçmeyi keşfedince...
Ne demek bu?..
Adıyla sanıyla tarım devrimi...
*
Tarıma dayanan üretim biçimine aşılanan insanlıkta yönetim dine dayanıyordu...
Milattan önce bilinmeyen yıllardan Milat’tan sonra 18’inci yüzyıla dek insan tarım toplumunda ve dinci yönetimler altında yaşadı...
Savaşlar, göçler, krallıklar, imparatorluklar, padişahlar, krallar bir film şeridindeki gibi gelip geçtiler...
*
Tarım devriminden sonra yaşanan ne?..
Sanayi devrimi...
Tarla yerine fabrika..
Köylü yerine işçi..
Akıl ve bilim..
Aydınlanma...
*
Sanayi devrimi Avrupa’da gündeme girdi, ‘Aydınlanma’ gerçekleşince din-kilise egemenliği yıkıldı, laiklik ve demokrasi toplumun yaşam biçimine dönüştü...
Çünkü sanayi, ‘sermayeci-işçi’ sözcükleriyle vurgulanan yeni oluşumda yeni sınıflar yaratmış, iktidar toprak sahibi ile köylü tabanından soyutlanınca dincilik tarihe karışmıştı...
*
Okullarımızda tarih böyle bir çerçevede anlatılıp öğretilmez...
Oysa öğretilmesi gerek...
Çünkü Aydınlanma’ya dönüşüm tarihi öğretilmeyince ne Türkiye Cumhuriyeti’nin ne de Atatürk devriminin anlamı aydınlanabilir...
*
Peki, ne olur?..
Yalnız öğrencilerde değil öğretmenlerde, yalnız küçüklerde değil büyüklerde kafalar karışır...
‘Tarih’ bilmeceye dönüşür...
‘Güncel’ kaosla özdeşleşir..
Bugünkü halimiz meydanda...
*
Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk dünya tarihinde bir ‘özgünlüğü’ vurguluyor...
Nedir o?..
İslam coğrafyasında sanayi toplumuna erişememiş dinci imparatorluktan akıl ve bilim kapsamında laik ve demokratik ulusal devlete geçiş deneyimini yaşıyoruz...
Peki, bu deneyim başarıya ulaştı mı?..
*
Kavga sürüyor...
Uzun sürede tüm İslam coğrafyası ve tüm ‘geri kalmış dünya’ akıl-bilgi-bilişim-sanayi toplumu olmaya mahkûm...
Bu arada Türkiye karşıdevrimle başarısızlığa sürüklenirse ülke karanlığa gömülür, ne laiklik kalır, ne demokrasi..
Ne de Atatürk...
Bugün Atatürk’ü anlamak ancak bu büyük uygarlık devrimcisini insanlığın tarihsel serüveninde yerli yerine oturtacak bilince sahip olmakla mümkündür.

İlhan Selçuk

Yargıdan Sonra Sıra Kimde?..


Yüksek yargı kesiminde olan bitenler aklı başında çevreleri şaşırttı...
Oysa şaşılacak bir şey yok...
Yarın, öbür gün, laik Cumhuriyet devletinin tümünü saran bunalımın yeni göstergeleri ortaya çıkacak...
“Ilımlı İslam Devleti Modeli”ne doğru adım adım yürüyen AKP iktidarı bu yolda kararlıdır...
*
Cumhurbaşkanlığı artık AKP’nin elindedir...
YÖK ve üniversitelerde AKP işini bitirmiştir...
Devlet bürokrasisinde AKP iktidarı ortalığı hallaç pamuğu gibi atmıştır ve atıyor...
Belediyeler birer etkin çıkar ve siyaset örgütü olarak çoğunlukla AKP’nin avucundadır...
Ya medya?..
Bu alanda devlet gücünü kullanan AKP’nin medyadaki atılımı öylesine açık seçik, pervasız ve cüretkâr olmuştur ki aklı başında insan parmağını ısırır...
Peki, yargı?..
*
Yüksek yargı; devletin geçerli laik hukuk kuralları, temelleri, anayasası ve yasalarıyla düşünmek zorunda olduğundan “Amerikanofil Ilımlı İslam Devleti Modeli” önünde bir engel gibi duruyordu...
Anayasa Mahkemesi’nin görevi -yasalara göre- AKP’yi kapatmak olmalıydı...
Ne var ki Başsavcı’nın açtığı kapatma davası sonuçlanamadı...
Çünkü emperyalist dış dünya ağırlığını AKP’den yana koydu...
İçerde AKP iktidarının tüm güçleri seferberliğe geçtiler...
Anayasa Mahkemesi “AKP’nin laiklik karşıtı eylemlerin odağına dönüştüğü” kararını verdi...
Ama, ‘laiklik karşıtı eylemlerin odağı’nı kapatamadı...
Ve AKP dış destekli ve dinci siyasetini yürütmekte serbest kaldı...
*
Peki, bu durumda AKP ne yapacaktı?..
İlk hedef yargıydı...
Ergenekon davasının savcısı kim?.. Kendi ağzıyla açıkladığına göre AKP Genel Başkanı RTE değil mi!..
Ergenekon sorgulaması bugün de yargının tüm yasal kuralları çiğnenerek yürütülüyor...
Ayrıca yüksek yargıda da gerekli çatlak oluşturulmuştur...
Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, bilinen kimliğiyle, üstüne düşen görevi yerine getirerek yüksek yargıyı kundakladı...
Yüksek yargı yapısında çelişkiler üretildi...
Anayasa Mahkemesi “laiklik karşıtı eylemlerin odağı AKP”yi kapatmamıştı...
Şimdi “laiklik karşıtı eylemlerin odağı AKP” yargının da icabına bakacak...
*
Geriye ne kalıyor?..
Ordu..
Asker..
TSK..
Yüksek yargının başına gelenler, yakında TSK’nin de yazgısını belirler mi?..
Bugünkü medyaya bakınız...
Daha şimdiden ilk adımlar atılmış, yüksek düzeyde emekli komutanlar arasından kimileri gazetelerde şakır şakır konuşup birbirlerini suçlamaya başlamışlardır...
Laiklik karşıtı eylemlerin odağı” olduğu ‘müseccel’ AKP adım adım, ama ‘hızla’, hedefine doğru yürüyor.

İlhan Selçuk

Kafayı Yemek...


Geçen gün bir eski dostumuz gazeteye geldi, siyasetten kiyasetten ileri geri konuşuyor...
Dostumuz gittikten sonra içimizden biri dedi ki:
- Bu herif kafayı yemiş...
‘Kafayı yemek’ güzel bir deyiş; kimi zaman yalnız kişiler değil, toplumlar da kafayı yerler...
Bugünkü halimiz o hal...
*
Medyanın manşetlerinde dolaşan en ‘önemli haberler’e bir göz atmak kafayı yediğimizi ayan beyan gözler önüne serer...
Hepimiz neyle meşgulüz?..
Bilmem kaç yıl önce, bir özel sayılacak toplantıda, zamanın Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu, yine zamanın Kara Kuvvetleri Komutanı’nın kola içtiğini görünce demiş ki:
“- Hilmi’ye şarap verin...”
Olay bilmem kaç yıl sonra kaç gazetenin manşetine geçti biliyor musunuz?..
Sofrada bulunan komutanlara gazetecilik raconuyla olay soruldu; ama, çoğu dedi ki:
- Hatırlamıyoruz...
*
Bilindiği gibi sosyal devlet ortadan kalktı; artık ‘sadaka devleti’ var; bu nedenle yoksul halka yardım olsun diye bozuk kömür dağıtılıyor; yaktıkça hava kirleniyor...
Akşam gazetesi hava kirliliğini belgeleyen bir fotoğraf yayımladı diye Başbakan RTE küplere binmiş...
Gazetenin patronuna bas bas bağırıyor:
“- Ya yalan yazmayacaksın, ya gazeteni kapatacaksın...”
Aferin...
Gazetelerde RTE’nin lafı günlerce manşetlerde, köşelerde...
*
20’nci yüzyılın başında, Osmanlı İmparatorluğu devrinde, Birinci Dünya Savaşı’nda, Ruslara dayanıp Doğu Anadolu’da ortalığı birbirine katan Ermenileri, zamanın iktidarı imparatorluk sınırları içinde sürgüne yollamış...
Halt etmiş...
21’inci yüzyıla girmişiz, aradan yaklaşık bir asır geçmiş: Şimdi İstanbul’da bir sürü entel “Ermenilerden özür” kampanyası açıyorlar...
Olay gazetelerin manşetlerinde; dış çevreler de mal bulmuş mağribi gibi konunun üstüne atlıyorlar...
Nedir bu?..
Kafayı yediğimizin resmidir..
*
Üç ay sonra ülke çapında yerel seçimlere gidiliyor, bir yetkili aklıevvel resmen ilan ediyor:
‘- Seçmen sayısı geçen seçimden bu yana 6 milyon arttı...’
- Dur ulan, böyle şey olur mu, nereden çıktı bu?.. derken olay gazetelerin manşetlerinde...
Gel de kafayı yeme...
*
Ülkenin iç ve dış politikası sanal Ermeni soykırımı ile çalkalanıyor ya, ana muhalefet partisinden kafayı yiyen bir hanım çıkıp AKP Cumhurbaşkanı Abdullah Gül için diyor ki:
- Annesi Ermenidir...
Olay günlerce, gazetelerin manşetlerinden inmiyor, Gül bu nedenle mahkemelerde davalar açıyor...
Allah aşkına, kafayı yemek değil de nedir bu?..
*
Adam tam ‘karışık ismi fail’, adı Tuncay Güney; gazete manşetlerinden inmiyor, üstüne yazılan kitapların sayısı kabardıkça kabarıyor...
Adam pek meşhur Ergenekon davasının ortadireği olduktan sonra, önce Amerika’ya sonra Kanada’ya gidip haham olmuş...
Haham gazete manşetlerinden inmiyor...
Başbakan RTE’nin “savcısıyım” dediği Ergenekon davasında o tutuklu, bu tutuklu, o hastalanıyor, bu ölüyor, şu sakat kalıyor; dava bütününün iddianamesi iki yıldan beri tamamlanamıyor; terör örgütünün başındaki failler belli değil...
Kafayı yemezsin de ne yaparsın?..
*
Tüm bu fasa fiso, dedikodu, iftira, yalan dolan, bir incir çekirdeği doldurmaz işlerle hepimiz uğraşırken dünya ekonomik krizi gelmiş kapıyı vuruyor...
Kimsenin krize metelik verdiği yok...
Halk mı?..
Canı cehenneme...
Kafayı yiyenler için halkmış, işçiymiş, köylüymüş, esnafmış, ülkeymiş, devletmiş, işsizlikmiş, borçmuş, harçmış, boş ver...
Hepimiz medyamızın harikulade manşetleriyle ve birbirimizle uğraşalım...
Kafayı yiyenler ancak kafalarını duvara vurdukları zaman ayılırlar...

İlhan Selçuk

Kan Davası mı Güdülüyor?..


Tarih kanlı bir batakhanedir, ilkellikten uygarlığa insanlar durmadan savaşıyorlar, birbirlerini boğazlıyorlar.
20’nci yüzyılda 40 milyon insanın canına mal olan iki dünya savaşını dünyanın en uygar sayılan devletleri pazarlamışlardır...
Ancak Osmanlı’nın savaşçılığı da bilinmeyen bir şey değil...
Osmanlı Birinci Dünya Savaşı’na neden girmişti?..
Türkiye Cumhuriyeti İkinci Dünya Savaşı’nın dışında kalmak mucizesini dünya âleme nasıl gösterebildi?..
*
Osmanlı’yı güdüleyen temel devlet politikası tek sözcüktü:
Fetih...
İçeriğinde dinsel bir anlam taşıyan ‘fetih’, gerçekte ‘istila’ ile özdeştir...
Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetin dünyaya bakışı ve temel felsefesi ise Gazi’nin deyişiyle şöyle vurgulanıyor:
Yurtta sulh..
Cihanda sulh..”
Peki, bu büyük insan neden böyle bir ilkeyi ve kuralı öngörmüş?..
*
Türkiye Cumhuriyeti 1914-1922 arasında yaşanan sürekli dış ve iç savaşlar sonucunda kuruldu...
Sekiz yıl süren zaman diliminde İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar, Ermeniler, Ruslar, Yunanlılar (Rumlar) vb. çarpışıldı...
Eğer Türkler yenilgiye uğrasalardı bugün Anadolu’nun haritası bambaşka olacaktı...
İngilizler 16 Mart 1920 günü İstanbul’u işgal ederken kimler sokaklarda düğün bayram ederek yabancı komutanları alkışlıyordu?..
Ne talihsizliktir ki Anadolu’da yaşayan Rumlar, Ermeniler, Türkler ülkeyi paylaşmak yolunda birbirlerine düşmüş, çatışmış, savaşmış, düşmanlaşmışlardır...
Atatürk işte bu dönemin kapandığını vurguluyordu:
İçte barış..
Dışta barış..
*
1915’te Türkler ölüm-kalım savaşı veriyorlardı; Çanakkale’de İngilizler, Kafkasya’da Ruslar karışımızda idiler...
Her ikisinin de içerdeki müttefikleri Ermeniler ve Rumlardı...
Osmanlı’yı Osmanlı yapan felsefe ve düzen çoktan yıkılmış, tarihe karışmıştı...
Babıâli ‘tebaayı sadıka’ya ilişkin ‘tehcir’ kararını bu yıkılış sürecinde aldı; ama, Anadolu’nun batısındaki Ermenilere dokunmadı...
Bu karar elbette ‘soykırım’ anlamını taşımıyor...
*
Ne var ki 21’inci yüzyıla giren Türkiye Cumhuriyeti’nin başına soykırım iddiasını saranlar, içerde ve dışarda gün geçtikçe seslerini daha çok yükseltiyorlar...
Olay 1915’te..
Yaklaşık 100 yıl önce..
Yani bir asır evvel..
21’inci yüzyıldayız..
Bu ne garip bir dava?..
Ve neden sürüyor?..
*
Kan davası ancak ilkel toplumlarda, iptidai ailelerde, çağdaş düşüncenin dışında yaşayan güdümlü ve küt kafalarda boy atabilen çağdışı bir mirastır...
Oysa bugün 1915’te savaş koşullarında yaşanan bir “müessif” olayda öldürülen Ermenilerin kan davası sürdürülüyor...
Öldürülen Türklerin esamisi bile okunmuyor...
Ne var ki bu kan davası sürdürüldükçe Türklerle Ermeniler arasında insancıl, barışçı, kardeşçe dostluk ilişkilerinin kurulmasına olanak kalmayacaktır...
*
Yukarda vurguladığımız gibi çağdaş toplumlarda kan davasının süregelmesi olanaksız...
Peki, dünyanın en çağdaş sayılan coğrafyasında yaşayan Ermeni diyasporasında kan davası nasıl ve niçin körükleniyor?..
Yoksa bu tezgâh Ortadoğu’da çatışmaları pek seven emperyalizmin bir oyunu mu?..

İlhan Selçuk

Kolay mı Türkiye’de Aydın Olmak?..


Aydın sözcüğü üzerine medyada çok laf dolaşıyor...
Kim aydın değil?..
Kim aydın?..
Aydın deyince çağrışımla ilk akla gelen ne?..
Aydınlanma!..
Nedir Aydınlanma?..
Aydınlanma aklın inançtan, bilimin dinden bağımsızlaşmasıdır...
Peki, Batı’da ‘Aydınlanma Çağı’ ile ortaya çıkan demokrasi, ılımlı-ılımsız bir İslamcı-dinci devlete kök salabilir mi?..
Dünya haritasına bir bakın, göreceksiniz ki mostrası meydandadır...
Türkiye’de sözüm ona demokrasi adına İslamcılara sırtını dayayan kişiye aydın denebilir mi?..
*
İslamcı politika Türkiye’yi Avrupa’nın tarihinde 18’inci yüzyılın da gerisine düşürür; aydın kişinin bu gerçeğe gözlerini kapaması olanaksızdır.
Aydın kime denir?..
Yok üniversiteyi bitirmiş..
Yok ayaklı kütüphaneymiş..
Yok avukatmış..
Yok hekimmiş..
Yok profesörmüş..
Hiç fark etmez..
Aydın - münevver - entelektüel, her şeyden önce dinciliğe karşıt tutum alarak aklın egemenliğini üstün sayan mantık yapısıyla fark edilir...
*
Bir bölük okumuş yazmış takımının Ermenilerden özür dileme eylemi ortalığı karıştırdı...
Aydın tartışması da medyada bu nedenle uç verdi...
Oysa olayda aydınlık maydınlık yok...
Emperyalizm Türkiye’yi ketempereye almıştır; ilerde daha buna benzer bir sürü olay büyüyerek gündeme girecek, işbirlikçi yandaşlarını da bulacaktır...
Ermeni soykırımı iddiası bugün emperyalizmin en büyük merkezlerinde özellikle şişiriliyor; parlamentolar, senatolar, medyalar, diyasporalar, vesairede Türkiye’ye karşı koz olarak kullanılıyor...
Bu dış gücün içerde ortakları elbette boş durmayacaklardır...
*
Ama, kimileri de safiyetle diyorlar ki:
- Vicdanım beni rahat bırakmıyor, özür dilemek zorundayım...
Haydi canım sen de...
Dünya bugün emperyalizmin pençesinde kıvranırken, Irak’tan Afrika’nın göbeğine dek milyonlarca insan telef edilirken, 21’inci yüzyılda toplu kırımlardan geçilmezken; sen bunları görmezden gelip yaklaşık yüz yıl, daha başka deyişle bir asır önce yaşanmış olayı gündeme getirip vicdan numarasına yatarsan kim inanır...
*
Aydın kimdir?..
İki sözcük var:
Emperyalizm..
Dincilik..
Aydın bu ikisinin güdümüne girmemiş kişidir...
Ama, kolay mı?..
Para, pul, çıkar, lüks, zenginlik (eski deyişle menfaat), makam, saltanat, Türkiye’de emperyalistlerle dincilerin elinde...
Kolay mı Türkiye’de aydın olmak...

İlhan Selçuk

Bakalım Hüseyin Ne Diyecek?..


Son dönemde basın yaşamına katılan Taraf gazetesinin ağır basan özelliği askere bindirmek...
Taraf bu siyasetinde yalnız değil...
Türk Silahlı Kuvvetleri’ne saldırmak, bugün ülkemizde yaygın dinci kesimde demokrasi göstergesi sayılıyor...
Dinci Vakit gazetesiyle Taraf arasında bu konuda görüş birliği var...
*
Medyada yaygınlaşan haberlere göre Taraf gazetesinde garip bir kadrolaşma söz konusu...
Gazetenin dört önemli elemanından ikisi polis ve polise yakın...
İkisi de CIA’ya yakın...
Artık çeşitli gazetelerde yayımlandığına göre yinelemekte sakınca yok...
• Gazetenin önderlerinden kıdemli gazeteci Yasemin Çongar’ın kocası CIA ile irtibatlı...
• Önemli yazarlarından Amberin Zaman’ın kocası CIA’nın ajanı...
• Taraf’ın köşe yazarı Emrullah Uslu Türkiye Cumhuriyeti Emniyet örgütünde komiser ve altı yıldır Amerika’da yaşıyor...
• Yine gazetenin köşe yazarı Önder Aytaç bir yandan Ankara’da polisle içlidışlıyken Taraf’ta yazıyor...
*
Oray Eğin Akşam gazetesindeki köşesinde bu konudaki gerçekleri üst üste yazılarıyla ortaya döktü...
Taraf ise iki CIA irtibatlı, iki polis irtibatlı yazar kadrosuyla Türk Silahlı Kuvvetleri’ne sürekli saldırarak ‘demokrasicilik’ işlevini yerine getiriyor...
Peki, bu işin esrarı nedir?..
Ve bu gidişat nereye varacaktır?..
Soruya yanıt verebilmek, son dönemlerde iyice zorlaştı...
Neden?..
*
Çünkü Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın başdanışmanı Ahmet Davutoğlu açıkladı:
“- ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ çöktü...”
Ve ekledi:
“- Çok taraflı bir yeni yaklaşım lazım...”
Şaka değil, RTE’nin en güvendiği danışmanı AKP’nin hayatını mematını saptayan bir sürecin bittiğini, yeni bir sürecin başlaması gerektiğini söylüyor...
Ve ezberler bozuluyor...
CIA MIA.. Komiser momiser.. Polis molis.. Soros moros.. Taraf maraf.. Vakit makit.. derken ezber bozulunca ne olacak?..
*
Şimdi CIA ajanlarıyla sırtını Amerika’ya dayamış polisler, bu sorunun yanıtını almak için gözlerini Obama’ya çevirip pür dikkat bekliyorlar...
Bakalım Hüseyin (Obama) ne diyecek?..

İlhan Selçuk

Vah Vah...


Televizyonda Kemal Kılıçdaroğlu ile Melih Gökçek’in tartışmasına tanık olmak talihsizliğini yaşadım...
Önce şu gerçeğin altını çizeyim:
Sonucun beni ve benim gibileri sevindirmesi gerek... Çünkü birazcık aklı başında olan herkesin de gördüğü gibi Kılıçdaroğlu Gökçek’i perişan etti...
Kemal Kılıçdaroğlu’nun yıldızı bu gidişle daha da parlayacak...
Tartışmayı yöneten Uğur Dündar’a da geçmiş olsun...
Serinkanlılığını yitirmedi, dengeleri korumaya çalıştı, sinirleri bozulmadı, soluğu tükenmedi; ama, Gökçek gibi bir felaketle sağlıklı bir tartışma ortamını sağlamak olanaksızdı...
*
Ancak okuduğunuz bu yazının amacı tartışmayı tartışmak değil...
Konumuz tartışmada ortaya çıkan yolsuzluklar da değil...
Ekranda üç boyutuyla belirginleşen, insanı düşündüren, umutsuzluğa düşüren bir gerçek var...
Ankara Anakent Belediye Başkanı’nın kimliği başlı başına bir sorun...
Nasıl oluyor da bu kimlikte (kişilik, karakter) bir insan Türkiye Cumhuriyeti’nin başkentinde yıllardan beri belediye başkanlığı yapabiliyor?..
Melih Gökçek’in televizyonda sergilediği kişilik sağlıklı görünmüyor; normal bir insan kendisini bu duruma düşürmekten sakınır...
*
‘Şirret’, Türkçemizin güzel sözcüklerinden biridir; ama, şirretleşen kişiye iyi gözle bakılmaz...
Çevredekiler böyle kişilerden sakınırlar, yaka silkerler, muhatap olmamaya çalışırlar, uzak dururlar...
Melih Gökçek’in televizyondaki tartışma üslubunu vurgulamak için Türkçe’de bulabileceğimiz en yetkin deyiş şirretleşmek değil midir?..
*
Bilmiyorum Gökçek yaşamının öteki evrelerinde TV’deki tartışmada göründüğü gibi midir?..
Yoksa köşeye sıkıştığı için mi bu yöntemi denemiştir?..
İnanın, yalnız ben değil, benim gibi çoğu kişi TV’de Ankara Anakent Belediye Başkanı’nı izleyince umutsuzluklara garkoldu...
Vah benim Türkiyeme...

İlhan Selçuk

Bu Komiser Neden Önemlidir?

Yazımızın başlığı Oray Eğin’in 15 Aralık 2008 günlü yazısının başlığıdır...
Peki, kim bu komiser?..
Adı Emrullah Uslu imiş...
Üstelik Taraf gazetesinde köşe yazarı imiş...
Hem komiser..
Hem köşe yazarı..
Allah Allah...
*
Bu komiserden yalnız Oray Eğin Akşam’da söz açmadı, Hürriyet’in 2 Aralık günlü, Aydınlık’ın 7 Aralık tarihli sayılarında da Emrullah Uslu (nam-ı diğer Emre Uslu) hakkında bilgiler veriliyor...
Bilgileri aktaralım:
• Emrullah 8 yıldır Amerika’da yaşıyor...
Nasıl?..
• 3 ayda bir gönderdiği “Okyanus ötesi uçması sakıncalıdır” içerikli raporlarla ikameti uzatılıyor...
• Komiser, devletten maaş alıyor mu?..
• Almıyorsa nasıl yaşıyor?...
• Amerika’da yaşayan komiser bir gazetede köşe yazarlığı nasıl yapıyor?..
*
Sorular önemli; ama, Oray Eğin’in yazısındaki şu satırlar daha önemli:
“... Emrullah Uslu adlı piyon (...) ona tahsis edilen köşede, ortağı Önder Aytaç’la beraber sistematik olarak Türk Ordusu’nu yıpratan yazılar kaleme almaktadır.”
*
Peki, Taraf gazetesinde komiser Emrullah’la birlikte aynı köşeyi paylaşan Önder Aytaç kim?..
9 Aralık 2008 günlü Sözcü gazetesinde Emin Çölaşan diyor ki:
(Komiser Emrullah’la birlikte Taraf gazetesinde aynı köşeyi paylaşan) “Önder Aytaç denilen arkadaş Polis Akademisi’nde öğretim üyesi, polis yetiştiriyor.
*
Ne diyelim?..
“Bu ne acayip bilmece
Ne gündüz biter ne gece...”
Üstelik bu işlerin tümü dolaşıyor, geliyor, dolanıyor, Ergenekon davasına çıkıyor...
Bugünlük yalnız soru işaretlerine takılalım, yeter...

İlhan Selçuk

Bush, Ayakkabılar ve Parlamentarizm...


Başkan Bush Irak’a veda ziyaretine gitmişti; Bağdat’ta düzenlenen basın toplantısında Başbakan Nuri el Maliki ile kürsüye çıkmıştı...
Iraklı gazeteci Muntazır el Zeydi, meslek hayatının en görkemli başarısını bu basın toplantısında gerçekleştirdi...
Çıkardığı ayakkabılarını Bush’un kafasına birbiri ardına atan El Zeydi bağırdı:
“- Veda ziyaretine geldin ha köpek...”
Televizyonlarda bu sahne bıkmadan usanmadan üst üste gösteriliyor...
*
Bereket versin dünyada görsel iletişim ve medya var...
Anlaşılan okuma yazmayla olmuyor bu iş..
İnsanlık görerek, seyrederek uyanabilir mi?..
Muntazır el Zeydi hiçbir muhabirin, yazarın ve de başyazarın kıvıramayacağı makaleyi yazıp gözler önüne serdi...
Irak işgal altında...
Amerika Saddam’ın var olmayan kitle imha silahlarını gerekçe göstererek bu ülkeyi işgal etti; milyonlarca kişi öldü, göç etti, evsiz barksız kaldı, çocuklar kırılıp döküldü, ailelerin beli büküldü...
Peki, üstüne üstlük bu cinayetlerin baş patronu Irak’a veda ziyareti düzenleyecek kadar fütursuz olabilir mi?..
Ne biçim bir dünyada yaşıyoruz?..
*
Ne biçim bir dünyada yaşadığımızı gözler önüne sergileyecek son çarpıcı olay bu arada Kuzey Irak’ta yaşandı...
Kuzey Irak’ta parlamentarizm var...
Gülmeyin...
Bu parlamentodan yeni bir kanun çıktı, erkeklere çok eşli evlilik yasallaştı...
Oluşan tepkilere karşılık Kuzey Irak yönetiminin başındaki yetkili “aşiret reisi” Barzani diyor ki:
“- Yasanın reddedilmesi olanaksız, çünkü bütün taraflar, hükümet ve parlamento, kanunu hazırlayan komisyon çok eşli evlilik üstünde anlaşmaya vardı...”
Eeee.. ne denir?..
Demokrasi bu!..
*
Nasıl bir demokrasi?..
Parlamenter demokrasi...
Ama herkes bal gibi bilir ki çok eşli evlilik Kuranıkerim’in öngördüğü bir kurumdur; ‘fiilen’ Irak’ta geçerlidir; Türkiye’de -özellikle Güneydoğu’da- yaygındır...
Bilindiği gibi Amerika, Irak’a demokrasi götürecekti...
Şimdi işgal altındaki Irak, anayasasına göre, bir İslamcı devlettir.
Amerika, Türkiye’nin de İslamcı devlet modelini benimsemesini bizzat hazırladığı BOP’a bağlamıştır...
AKP bu projenin ilk adımı olarak iktidarlaşmadı mı?..
Ve bizim sözde liberal aydınlarımız AKP’yi desteklemiyorlar mı?..
Yaşadığımız süreç tam bir komedya...
*
Iraklı gazeteci Muntazır el Zeydi işte bu komedyanın baş oyuncusuna ayakkabılarını fırlattı...
Baş oyuncu atik ve tetik davrandı, başını eğerek darbeden kurtuldu...
Ben, biz, bizler, uygar dünya TV’lerden izlenen bu olaya hep birlikte güldük:
- Kah.. kah.. kah..
Güleriz ağlanacak halimize...


İlhan Selçuk

Anı Yazmak?..


Kimi zaman hava durulur, yaprak kımıldamaz olur. Pencereden bakıyorum, adını bilemediğim bir kuş uçageldi, çam ağacının dalına teğet geçti, kanat çırpışı belleğimi silkeledi, aklıma Kandiya geldi...
Neden?..
Dün Yeniçağ gazetesinde Rauf Denktaş’ın yazısını okumuştum...
Yazının başlığı:
“KKTC’nin geleceği...”
Neyi anımsadım?..
*
Bir vakitler Kıbrıs’ta Rumlar Türklerin icabına bakmaya başlayınca bizim asker Ada’ya çıkmıştı; yaklaşık otuz beş yıl önce.
Ben seviniyordum; babamın tanıdığı bir ‘Giritli dost’ dedi ki:
- İlhan, pek sevinme, dereyi görmeden paçaları sıvama...
Bu büyüğüm, babam gibi Girit’te doğmuştu; Kandiyalı -ya da Kandiyeli- idi; aradan geçen zamanda haklı çıktı.
*
Pencereden dışarısını seyrederken, geçmişe kaydım, babamın döneminde Harbiye’de öğrencilerin doğdukları yerle birlikte anıldıklarını ve çağrıldıklarını anımsadım...
- Kasım- Kandiya...
Ne demekti bu?..
Girit, Yunanlıların eline geçince, babamın ailesi de niceleri gibi Anadolu’ya (Milas’a) göçmüş, Kasım’ı Harbiye’ye yazmışlardı...
Nereden nereye?..
Evet, bayramın üçüncü günü hava durgundu...
Ama, ‘kurşun gibi ağır’ değildi...
Düşündüm ki, başıma Ergenekon’u sarmasalar, şu günlerde anılarımı yazmak istiyordum... Ve yine düşündüm ki, herkes gibi bizim hayatımız da bir romandı...
*
Beni bir yana bırakın, babamın yaşamını ele alalım; Girit’i terk et, Harbiye’ye gir, okulu bitirmeden doğru Şark Cephesi’ne...
Birinci Dünya Savaşı...
Sonra Cebeli lübnan ve Suriye...
Daha önce bu köşede yazmıştım, yineleyeyim; Kasım-Kandiya’dan bize miras kalan koyu yeşil ciltli Kuranıkerim’in arka kapağında babamın şu yazısı var:
“Birinci Cihan Harbi’nde Cebelilübnan ve havalisi 43’üncü Fırka Erkânıharbiye Reisi olup 1333 (1917) senesi Arabistan ricatında, Baalbek şimâlinde bir gece yürüyüşü ‘çekilişi’ sırasında, benimle helâlleştikten ve öpüştükten sonra şakağına dayadığı tabancasıyla intihar eden merhum Yüzbaşı Bahaddin Bey’e ait olup tarafımdan muhafaza edilmiştir.”
*
Kasım-Kandiya yenilgi ve bozgundan sonra Milas-Muğla’ya gidiyor, Kuvayı Milliye’ye katılıyor...
Sonra Uşak Cephesi...
Zaferden sonra, daha Harbiye’yi bitirmeden cepheye sürülen subayları, jandarma sınıfına yazıyorlar; ülkenin her bölgesinde görev başına yolluyorlar...
*
Ama Atatürk’ün Cumhuriyeti bir ciddi devlet...
1936’da Yüzbaşı Kasım Selçuk ve silah arkadaşlarına diyorlar ki:
- Sizler Harbiye’yi bitirmeden cepheye gönderilmiştiniz, haydi bakalım ikmal-i tahsil için yeniden Harbiye’ye gideceksiniz...
Sonra?..
Yeniden Anadolu’da görev üstüne görev...
Annem denk bağlamaktan, denk açmaktan, oradan oraya göçerlikten illallah diyor mu?..
Gıkı çıkmıyor...
Ya bizler?..
Çocuklar?..
*
Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlılığın ne demek olduğunu biz çok küçük yaşlarda evde öğrendik...
Babam Kasım-Kandiya idi değil mi?..
Atatürk de Mustafa Kemal-Selanik değil miydi?..
Gazi’nin değeri, evde elle tutulur gözle görülürdü. O olmasa bizim ailenin de olamayacağı gerçeği, annemle babamın ortak bilincinden kaynaklanarak hepimizin gözeneklerine işliyordu.
*
Ne var ki anılarımı günlük uğraş içinde yazmaya bugüne dek fırsat bulamadım...
Ne yapmalıyım?..
Yeri zamanı geldikçe kimi köşe yazılarını anılara hasretmekten gayrı bir çare göremiyorum...
Bir tarih yaşadık ve yaşıyoruz...
İlk davalarım 1950’lerde başlamıştı...
Ne hayat değil mi?..
Kim bilir, belki bu hayatın anıları da tadından yenmez olabilir...

İlhan Selçuk

Sine-i Millete Dönmek!-Oktay AKBAL


Danıştay’la Yargıtay da AKP’nin eline geçecek mi?

TBMM’ye sunulacak bir tasarıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin iki ana kurumu da Tayyip Bey’in istediği bir biçime girecek mi?

Meclis’teki CHP ve MHP milletvekilleri bu girişime seyirci kalmakla mı yetinecek?

Evet, sözcüleri kürsüye çıkıp eleştirecekler, belki ağır tartışmalar olacak, ama sonuç değişmeyecek! Oylar verilecek, muhalefet azınlıkta kalacak, yasa kanunlaşacak, her şey olup bitecek!..

Nasıl Yargıçlar Savcılar Kurulu, nasıl Anayasa Mahkemesi AKP’nin istediği bir biçime sokulmuşsa, Osmanlı’dan beri onurla görev yapmış Şûrayı Devlet, yani Danıştay ve Yargıtay da etkisiz bir hale getirilecek?..

Bıçak kemiğe dayandı diyoruz ama artık kemik de kırılıyor... İki seçimde çoğunluğu elde etmiş bir parti, Atatürk Cumhuriyetini kendi dilediği biçime sokmayı başarma yolunda?.. Bir de bakacağız ki güvenilir hiçbir kurum kalmamış, hepsi AKP yandaşlarının eline geçmiş. Kısacası Türkiye’de demokrasinin izi bile kalmamış!..

***

Seçime daha beş ay var; o gün geldiğinde ülke tanınmaz olmuş... İktidar partisi yine yüzlerce milletvekilini Meclis’e sokmuş. Türkiye de muhafazakâr demokrasiden çıkıp, bir İslam Cumhuriyeti, daha doğrusu bir İslam devleti!..

CHP ve MHP’ye düşen bir görev var: Böyle bir oldubittiyi kabul etmemek!..

İşi yalnız sözle, nutukla değil, apaçık bir davranışla önlemenin yolunu bulmak... Danıştay’la Yargıtay da AKP iktidarının eline geçti mi Atatürk’ün demokratik cumhuriyeti de sona ermiş olacaktır.

Tek çare ne? Sine-i millete dönmek!..

Yani, Meclis’ten ayrılıp halkla birleşmek, halkla kaynaşmak!.. AKP’yi kendi sorumsuzluklarıyla baş başa bırakmak...

***

En geri kalmış toplumlar bile uyanıyor, hükümetleri deviriyor. Özgürlük ve demokrasi yolunda savaşıyor... Tunus’lar, Arnavutluk’lar, Yemen’ler ortada!.. Ya biz, bizler! Ya parlamentoda demokrasiyi savunsunlar, yaşatsınlar diye seçtiğimiz insanlar?..

Sine-i millete dönmek o kadar zor mu? Vekillerimiz, ülkeyi çıkmazların çıkmazına sürükleyecek bir tutuma, ancak halkla birlikte direnebilirler. Onurları, erdemleri, ülkeye sevgileri varsa!..

Son kaleler elden gitmeden...

29 Ocak 2011 Cumartesi

Aman Dikkat!-Ali SİRMEN


CMY’nin 102. maddesi kapsamında tahliye edildikten sonra kayıplara karışan, 10 firarinin de aralarında bulunduğu 16 Hizbullah sanığı hakkında verilen müebbet cezalarını Yargıtay, önceki gün onayladı. Kararın zamanlaması, her fırsatta yargıyı hedef alanların ekmeğine yağ sürmüştür.
Doğrusu medyanın da tutumu, bu doğrultudaki gayretleri güçlendirici, kimi çevrelerin haksız savlarını destekleyici olmuştur.
Bilir bilmez konuşanlar, ki Türkiye’de sayıları hiç de az değil, şunu söylüyorlar:
- Gördünüz mü, demek ki istenince karar verilebiliyormuş, ellerini biraz daha çabuk tutsalardı bütün bunlar da olmayacaktı.

İlk bakışta haklı gibi görünen bu savın yersizliğini, 26 Ocak Çarşamba akşamı Cem TV’de “Basın Katı”nın konuğu Ankara Barosu Başkanı Metin Feyzioğlu yanıtlıyordu.

Hemen belirteyim, Türkiye’de yargı bağımsızlığı ve hukuk devletinin, tek kelimeyle demokrasinin çiğnendiği bir dönemde, tıpkı İstanbul Barosu’nda olduğu gibi, Ankara Barosu’nda da genç, dinamik, karizmatik, hem akademisyen hem avukat bir baro başkanının görev almış olması, sevindirici ve yarınlar açısından umut vericidir.

Bu dönemde her alanda onlara ve onlar gibilere çok ihtiyaç var.

***
Genç ve karizmatik Ankara Barosu Başkanı salıverilen Hizbullah tutuklu sanıklarının durumuna açıklık getirirken davanın dokuz buçuk yıl bidayet mahkemesinde kaldığını, ancak bu zamanın sonunda Yargıtay’a intikal ettiğini ve kalan süre içinde, yerine getirilmesi gereken usuli muameleler yüzünden sonuçlandırılmasının mümkün olmadığını vurguluyordu.

Gerçekten de, önce Yargıtay savcılığına gelen dosyalar hakkında savcılık mütalaa yazdıktan sonra, bunların sanık ve sanık vekillerine tebliği edilmeleri zorunluluğu vardır. Tabii tebliği de belirli bir süre almakta ve tesellüm belgelerinin dosyaya girmesi gerekmektedir.

Bunlar yapılmadan karara gidilmesi mümkün değildir.

Metin Feyzioğlu, 102. maddenin azami tutukluluk süreleriyle ilgili hükmünün 31.12.2010 tarihinde yürürlüğü girmesiyle böyle bir sakıncanın doğacak olduğunun daha önceden tahmin edilebileceğini, nitekim de edildiğini ve bu konuda uyarıların yapıldığını, doğan sonuçtan da, Yargıtay’ın sorumlu tutulamayacağını söyledi.
Değerli okuyucular,
Hukuk ya vardır ya yoktur ve bir hukuk kuralı, herkese eşit olarak uygulanır.
Hem “on yıldan fazla tutukluluk olmaz” diyeceksin, (ki ben şahsen 10 yıl da olmaz diyorum) hem de Hizbullahçılar söz konusu olunca “onlar başka, onlar kalsın!” buyuracaksın!
İşte o olmaz!

***
Ne yazık ki, medya son olayda, bir kısmı bilerek, bir kısmı istemeden ama genellikle, yargıyı yıpratmak isteyenlerin aleti olmuş, haksız yere Yargıtay’a saldırmış, asıl olayı öngörüp tedbir alması gerekenleri es geçmiştir.

Zaten derinlemesine bilgilenme gereğini duymadan, yapılan eleştiriler, yargıdan yakınma nedenlerini ortadan kaldıracak nitelikte olmaktan uzaktır.

Sıklıkla, yargının ağır işlediğini ileri sürüyor, haklı olarak geciken adaletin amaca hizmet etmeyeceği söyleniyor.
Doğrudur.
Ama aksaklıkları gidermek için alınması gereken önlemler birden fazladır. Tek başına Yargıtay’ın daha hızlı çalışmasını önermek bir çözüm değildir.

Feyzioğlu’nun da konuk olduğu programda, dürüst bir akademisyen alışkanlığı ile kaynağını belirtmeyi ihmal etmeden (İstanbul Baro Başkanı Ümik Kocasakal) aktardığı görüşte de, vurgulandığı gibi, istenen “hızlı değil, hızlandırılmış” yargıdır.

Durum, tıpkı hızlı tren hızlandırılmış tren olayına benzemektedir. Hızlı tren, ancak yeni bir altyapı üstünde, büyük hız yapan lokomotiflerin kullanılmasıyla olur, yoksa, elverişsiz eski altyapı üzerinde trenlerin hızını arttırmak felakete yol açar, nitekim açmıştır da.
Ne yazık ki, medyanın konuya yaklaşımı bu tür sonuçlar verecek olan popülist yöntemlerle oluyor.
Aman dikkat! Bu tutumla yargının sorunlarını çözmez, daha da ağırlaştırırız.

“KÜÇÜK AMERİKA OLACAĞIZ” DİYE DİYE TÜRKİYE’Yİ BİTİRDİLER…



Batı, 17. Ve 18. Yüzyılda Aydınlanma devrimiyle Ortaçağa son verdi. Boş inancın yerine aklı, bilimi öne çıkardı. Toplumun sosyal, ekonomik ve siyasal yapısında köklü değişiklikler yaparak, sanayi düzenine geçti.
Batı’nın bu çağdaş gelişimi karşısında gerileyen, güç yitiren Osmanlı, çözümü, Batı’ya öykünmekte, “Batılılaşma” hareketinde aradı. Avrupa’da gerçekleştirilen bazı yüzeysel yenilikleri ülkemize taşıyarak, uygarlaşacağını sandı.
İlerleme savaşında “Avrupalılaşma”yı tek hedef haline getirdi. “Batı sevdası” her şeyin önüne geçti. Aydınlar ve devlet adamları “Batılılaşma” hastalığına yakalandılar. “Frengistan” ürünlerini kullanmak, yabancılar gibi giyinmek, yabancılar gibi konuşmak moda oldu. Sarık ve külahı fesle, şalvar ve fistanı setre pantolonla değiştirince uygarlaştıklarını sandılar. Sanayileşme, üretim, devrim onların umurunda bile değildi.
Günümüzde olduğu gibi o yıllarda da devlet adamları işe orduyu yok etmekle başladılar. “Yenilik yapıyoruz, batının askeri teknolojisini ülkemize getiriyoruz” diye ortada ne ordu, ne kullanılabilecek silah bıraktılar. Ordunun girdisini, çıktısını, yedek parçasını, teknolojisini Batı’ya bağladılar. Çok güvendikleri, dost bildikleri Fransa ve İngiltere ülkemizi parçalamak üzere topraklarımıza girdiklerinde Osmanlı’nın ne karşı koyacak gücü ne de ordusu kalmıştı.
Batıya bağımlılık dönemi Tanzimat’la başladı. Bu dönemle birlikte sömürgeleşme, Batı’nın isteklerine boyun eğme, uyduculuk politikaları ön plana geçti. Politikacılar ve aydınlar giderek ucu Sevr’e uzanan bir mandacı anlayışın savunuculuk görevini üstlendiler. Yabancı devletlerin avukatlığına soyundular. Öyle ki, Keçecizade Fuat Paşa:
“Babıâli’yi (Osmanlı Hükümetini) İngiltere’nin dostluğundan mahrum görmektense, birkaç vilayetimizi elden çıkmış görmek daha iyidir” diyebilecek kadar ihanet bataklığına saplanmıştı.
İstilacı devletlere karşı Kurtuluş Savaşını başlatmak üzere Atatürk’ün 1919 Mayısında Samsun’a çıkması ve Sivas Kongresini gerçekleştirmesi bu ihanet politikasına ve emperyalist devletlere vurulan ilk darbe oldu. Tam bağımsızlık ve ulus devlet anlayışı bu girişimlerle değer kazandı, tarih sahnesine çıktı.
1923 Devrimi, bağımsız Türkiye Cumhuriyetini tüm dünyaya ilan eden ve mazlum ülkelere ışık tutan yüce bir devrimdi. Türk ulusu, Atatürk’ün ölümüne dek emperyalist Batı karşısında ödünsüz, onurlu, başı dik duruşunu asla yitirmedi.
Ama onun ölümünden sonra “tam bağımsızlık” politikası göz ardı edildi. Kurtuluş Savaşında Atatürk’le birlikte hareket eden komutanların bazıları, politikacılar bu kez tercihlerini başka bir emperyalistten, ABD’den yana kullanıp, Atlantik sistemi içerisinde yerlerini aldılar.
12 Mart 1947’de ABD Başkanı Henry Truman sonradan kendi adıyla anılacak “Truman Doktrini”ni açıkladı. Buna göre Türkiye ve Yunanistan’a büyükçe bir askeri yardım yapılacaktı. Amerika, bu devletleri Sovyetlere karşı yanına çekmek, bir ileri karakol gibi kullanmak istiyordu.
O zamanki hükümet bu ABD desteğine balıklama atladı. Arkasından da 4 Temmuz 1948 tarihinde yürürlüğe giren Marshall Planı ile ekonomik yardımlar aldı. Amerika bu yardımlarla Türkiye’ye ilk adımını atmış, Mustafa Kemal Atatürk’ün tam bağımsızlık politikasını yine onun arkadaşlar ile birlikte delmişti.
Bu işbirliğinin heyecanı ile önce İnönü’nün Bakanı Nihat Erim, daha sonra da DP’nin önderi Celal Bayar Türkiye’yi “Küçük Amerika” yapma hedefini tüm dünyaya ilan etti. Celal Bayar Taksim’deki bir konuşmasında şöyle diyordu: “Öyle ümit ediyoruz ki otuz sene sonra bu mübarek memleket, 50 milyon nüfusu ile küçük bir Amerika olacaktır.”
14 Mayıs 1950 seçimlerinden zaferle çıkan DP, Amerika’ya bağlılığını kanıtlayabilmek ve “Küçük Amerika” olma yolunda kararlılığını göstermek için 1950 yılında Kore’ye asker gönderdi. 1952’de NATO’ya girdi. Daha sonra da iktidar olduğu dönem içerisinde ABD ile askeri, ekonomik tam 31 anlaşma imzaladı. Menderes hükümeti, 1923 Devrimini ortadan kaldırmak, Cumhuriyet ekonomisini emperyalizmin hizmetine sunmak için elinden gelen her çabayı ortaya koydu.
DP hükümetinin Kemalist Cumhuriyeti yıkma görevini 1980’den sonra Turgut Özal devraldı. O, ABD’ye Türk ulusundan daha yakındı. Tıpkı yurtsever bir ABD vatandaşı gibi hareket ediyordu. Amerika’nın Yeni Dünya Düzenini,“küreselleşme” politikasını ve neoliberal düşüncelerini şehvetli bir istekle destekliyor, 1. Körfez savaşı sırasında “din kardeşlerinin katliamına” “Bir koyup üç almak” düşüncesiyle göz yumuyordu. Türk hava sahasının kanunsuz olarak ABD uçaklarına açmak istemesini eleştirenlere “Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz…” ünlü sözüyle yanıt veriyordu.
Turgut Özal’ın “mandacı” mirasını 2002’den sonra da AKP devraldı. Geliştirdi. Genişletti. Güçlendirdi. Emperyalizmin emirlerine, isteklerine, yönlendirmesine bir kurşun asker gibi uyarak, tüm dileklerini noksansız yerine getirdi. Diyebiliriz ki Cumhuriyet tarihi boyunca sömürgeci devletlere bu denli bağlı, bu denli emir kulu bir iktidarı ulusumuz ne gördü, ne de bundan sonra görebilir…
CHP döneminden bu yana sözü edilen “Küçük Amerika olma” rüyası da nihayet onun döneminde gerçekleşti. Ne cumhuriyet kaldı, ne Cumhuriyet hukuku… Ne laiklik kaldı, ne düşünce özgürlüğü… Ne sanayi kaldı, ne kamu malı… Ne iş kaldı, ne işyeri… Ne banka kaldı, ne borsa… Tümü de yabancıların eline geçti. Tümünün adı da yabancı şimdi… Vahdettin bile bu kadarını becerememişti…
Sonunda Türkiye “Küçük Amerika” oldu. Amerikalı oldu. Menderes’in öngörüsü gerçekleşti. Şimdi milyonlarca aç, işsiz, sefil insanın yanında her mahallede bir milyarder var. Bir elleri yağda bir elleri balda sultanlar gibi ömür sürüyorlar. Vergi de vermiyorlar. Altta kalanın canı çıkıyor.
Darbe marbe, demokrasi memokrasi, hukuk mukuk, kanun manun diye diye, kanunları çiğnediler. “Küçük Amerika olacağız” diye diye Türkiye’yi bitirdiler.
Ordu tarafsızlaştırıldı. Yargı siyasallaştırıldı. Ortada Türkiye Cumhuriyetinden bir eser kalmadı. Sonunda Türkiye “Küçük Amerika” oldu. Darbeyi yapanlar ellerini kollarını sallayarak ortalarda arzı endam ederlerken, darbe karşıtları içeride şimdi…
Kozmik odalar, yolgeçen hanına döndü. İletişim ağı yabancıların denetimine geçti. Önümüzdeki seçimde elektronik düzenlemelerle bilgisayarlardan yüzde 57 oy oranı ile AKP çıkarsa kimse şaşırmasın. Ne sır kaldı, ne gizlilik Ne kapı kaldı, ne pencere. Şimdi Türk halkına tek çıkış yolu kaldı: Devrim.
Elbette sandığa da gideceğiz, elbette demokratik haklarımızı sonuna dek kullanacağız. Elbette Amerikanofillerin ayak oyunlarına, hilelerine sonuna dek direneceğiz. Ama bundan sonra Türkiye’nin kurtuluşunun devrimden geçtiğini kimse aklından çıkarmasın.
Devrim yolunda her şey denenmelidir. Oktay Akbal Ağabey’in önerdiği “Sine-i Millete dönüş yolu” da… Artık onu da CHP’liler düşünmeli… Gerçek yurtsever milletvekilleri düşünmeli…
Yurtseverlik lafla olmuyor. Lafla peynir gemisi yürümüyor…

ALİ ERALP